KOMİSYON KONUŞMASI

KAMURAN TANHAN (Mardin) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Ben de tam da Ümit Hocanın bıraktığı yerden, yıllarca mağdur aileleriyle birlikte hak mücadelesinde bulunan biri olarak birçok şeye tanık oldum bu ülkede. Belki de hiçbirimizin tanık olmaması gereken şeylere tanık oldum: Asit kuyularına atılan bedenlerden arta kalan kemikleri mi dersiniz? 14 yaşında katledilen 20 metrelik kuyularda babaları tarafından kemikleri çıkarılanlar mı dersiniz? Ne derseniz deyin ama bugün burada bunları tekrar ifade ettiğim için öncelikle hepinizden özür diliyorum, Kartalkaya dosyasında soruşturma izni vermeyen bürokratları hariç tutuyorum tabii ki de.

Bolu yangını sonrası Mecliste bir komisyon kuruldu. Hiç bu tutanakları okudunuz mu Sayın Bakan, değerli bürokratlar? Hiç okudunuz mu? Gelmediniz, bari hiç okudunuz mu? Elbette ki okumadınız. O çıplak gerçeklikle hiç yüzleşmediniz aslında. Ama bugün onu size aktaracağım, o gün o toplantılarda neler söylendi, onları bir kez daha burada kayda geçireceğim ve direkt size, yüzünüze söylemek için kayda geçireceğim çünkü o toplantıda olup ağlamayan tek bir insan yoktu, tek bir kişi yoktu, herkes ağladı. Benim için de zor olacak, biliyorum ama ifade etmem gerekiyor.

Mağdur aileleri ne dedi o gün o toplantıda? Hilmi Altın "Bizler, ilk günden beri bu dosyayı hukukçu olmadığımız hâlde bir hukukçu gibi, daha önce hiç yangında tecrübemiz olmadığı hâlde bir yangın uzmanı gibi, bir ruhsat verici merci gibi satır satır, tekrar tekrar en ince detayına kadar okuduk ve okumaya devam ediyoruz. Eşim Kübra bu ülkenin yetiştirdiği bir akademisyendi, çocuk diş hekimiydi; binlerce çocuğa, yüzlerce öğrenciye dokundu. Tek çocuğumuz Alya, varımızı yoğumuzu adadığımız kızımız... Her şeyi onun için yapıyorduk. Annesinin yolunda yetişmeye çalışan, gitmeye çalışan neşeli, vicdanlı bir çocuktu. Onların hayali bu ülkeye faydalı, iyi insanlar olmaktı. Bugün, burada, bu salonda benim hikâyemin çok benzeri var. Ülkemizin çok değerli akademisyenlerini yitirdik burada, ülkenin değerli şirketlerinin üst düzey yöneticilerini yitirdik, ekonomistlerini yitirdik, doktorlarını yitirdik ama en önemlisi, pırlanta gibi yetişmiş 36 çocuğu yitirdik. Bizim için 78 artık bir sayı değil, 78 ayrı hayat, 78 ayrı canın hikâyesi." diyor ve devamla şunu talep ediyor Sayın Bakan, bunu da duymamışsınızdır: "O otelin arazisi bir daha asla turizme açılmayacak şekilde, canlarımızın adına ibretlik bir anıta dönüştürülsün." -tıpkı Almanya'da Yahudilere karşı işlenen soykırımın anıtı gibi- "Orada Mazhar Murtezaoğlu adına bir orman kalmasın ve bizim canlarımız adına dönüştürülsün." Bu talebi eminim ki duydunuz ama hiç oralı olmadınız.

Yine, Zeynep Kotan "Ben kendim bir hekimim ancak 21 Ocaktan sonra hekimlik mesaimin yerini, artık kendini savunmayacak olan oğlum Ömür'ün ve artık benim çocuğum olan, benim kardeşim olan tüm canlarımızın hakkını korumak, onların hayattan koparılışının hesabını sormak için verilecek mücadele aldı ve bu hesap sorulana kadar da mesaim budur." Bir diğer mağdur ailesinden Abdurahman Gençbay "Sakin olmaya çalışacağım. Tabii, kolay değil." Gerçekten kolay olmadı. Hiçbirimiz o gün orada sakin kalamadık. "Burada hem bir baba hem de otuz beş yıllık bir yargıç olarak bulunuyorum. Önce biraz baba olarak paylaşayım duygularımı, ondan sonra yargıçlık konusunda mesleğimizi ilgilendiren konuya beraber değineceğiz. Yiğit'imi adli tıpta DNA testiyle aldım, yüzüne bakamadım." diyor. "Bir insanın bir yakınını, ölen bir yakını, vefat eden bir yakınını yıkayıp paklayıp, koklayıp öperek toprağa vermesinin nasıl bir nimet olduğunu ben evladımı muşambalara sarılmış kefenle birlikte toprağa verirken anladım. Yüzüne bakamadım." diyor. "Bakmaya cesaretim yoktu, belki de bilmiyorum ama ya da bakacak bir şey yoktu onu da bilmiyorum ama öyle toprağa verdim, onun Yiğit olduğunu orada öğrendim. Oğlumun bilekliklerini takıyorum, onlarsız yatamıyorum." diyor. "Hâlâ oğlumun yatağında yatıyorum ben ve hâlâ sanki çıkıp gelecekmiş gibi geçiyor bana zaman. Baba olarak bunları söyleyeyim, artık fazla ajite etmek istemiyorum." dedi. "Acımız büyük bu acımızla biz yaşayacağız, hiç sönmeyecek zaten." dedi.

"Şimdi, yargıç olarak birkaç şey söylemek istiyorum, otuz beş senesini bu yargıya vermiş bir kardeşiniz olarak bir şeyler söylemek istiyorum. Buradaki kardeşlerimiz söylediler; kimisi akademisyen, kimisi psikolog, kimisi kimyager: Bizim burada ne işimiz var? Biz niye acımızı yaşayamıyoruz? Biz niye yangın raporlarını okumanın peşindeyiz? İş müfettişi raporunu okumanın peşindeyiz? Turizm Bakanlığı yetkililerinin araştırmalarının peşindeyiz? Neden bu şeylerin peşine düşmüşüz? Bizim ne işimiz var? Neden asıl sorun tam da evet, tam da aslında sorun burada düğümleniyor. Sorun ne biliyor musunuz? Yargıya olan güven." Onun için, bu insanlar Mecliste her yerde sesini duyurmaya çalıştılar ve eğer yargıya güven konusunda bu kadar seslerini çıkarmamış olsalardı, eminiz ki bu dosya da Türkiye'deki cezasızlık politikası gibi diğer dosyalar da cezasız kalacaktı. Bir kısmı da kaldı zaten soruşturma izni vermeyerek. Bunu sizin Bakanlığınız yaptı Sayın Bakan, sizin Bakanlığınız soruşturma izni vermeyerek failleri sakladı, aslında peşinen aklamış oldu.

Şöyle devam ediyor: "Danıştaydayken odasından çıkıyor, arkadaşları ona taziye ziyaretine gelince "Başkan, hâlen dosya mı okuyorsunuz?" diyor. "Hayır." diyor. "Benim devletim bana gözyaşları içinde evladımın dosyasını okutuyor. Ben vergi dosyasını okumuyorum, evladımın dosyasını okuyorum." Peki, niye bu noktaya geldi bu ülke? Şunu da ifade ediyor: "Bu mesleğe başladığımda yargıya olan güven yüzde 80'lerdeyken bugün yüzde 20'de." Ve bir sempozyumdan bahsediyor: "Orada yabancı bir hâkim çok güzel bir söz söyledi." diyor. "Bir yargılamanın adil olması kadar adil görülmesi de çok önemlidir." Eğer, siz bu görüntüyü sağlayamazsanız o vermiş olduğunuz kararın adaletini insanlara inandıramazsınız ve siz o görüntüyü vermediniz Sayın Bakan. O soruşturma izinlerini vermeyerek, o görüntüyü, adil yargılanma görüntüsünü vermediniz. Devamla: "Kimse ben iyi bir yargıcım demesin." diyor. "Takım oyunu bu, hepimiz sınıfta kaldık, yenildik; bizim nesil sınıfta kaldı." diyor. "Şimdi, gelelim bu dosyada bizim kimyagerimiz, psikoloğumuz, hâkimimiz, avukatımız niye bu kadar bu dosya yapıştılar? İşte, bu sorundan dolayı yapıştı." diyor. "Her gün evladımın mezarına uğruyorum, her gün evladımın mezarına uğruyorum." Komisyona geldiği sabah için söylüyor "Bu sabah yine mezarına gittiğimde, oradaki görevlilerden biri geldi ve şöyle dedi -herhâlde basından da duymuş olması gerekir- titreyerek dedi ki: 'Ya, Allah aşkına, biri desin ki ben sorumluyum onun alnından öpeceğim.' O mezarlıkta çalışan gariban bunu söylüyor ya!" Ve o günlerde siz Sayın Bakan, Bakanlığınız: "İl Özel İdaresi suçlu." diyordunuz. İl özel idaresi: "Bakanlık suçlu." diyordu, öbürü: "Çalışma Bakanı suçlu." diyordu, herkes suçu birbirine atıyordu. Ben de buradan mağdur aileler adına soruyorum size ve söylüyorum da aslında size: Hepiniz, hepiniz ama hepiniz suçlusunuz! Bunu bilin. Mezarda çocuk büyütmenin ürpertici gerçekliğidir aslında bu hikâye, mezarda çocuk büyütmenin ürpertici gerçekliği. Yaşama ve ölüme dair sarsıcı çağrışımlar yapıyor, ölümle kurulan yaşamsal bağın trajedisidir bu Sayın Bakan. İnsana ve hayata dair her şeyi anlamsızlaştırıyor ya da bütün bunları buharlaştırıyor. İşte, siz, sizin Bakanlığınız bunlara sebebiyet verdi. Vicdanınıza sesleniyorum: Birazcık vicdanınız varsa geç kalmış sayılmazsınız, Bakanlıktaki tüm sorumluları görevden alırsınız, soruşturma izni verirsiniz.

Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.