KOMİSYON KONUŞMASI

İSMAİL ATAKAN ÜNVER (Karaman) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Öncelikle, Komisyonumuzun üyelerini ve kıymetli bürokratları saygıyla selamlıyorum.

Günümüz Türkiyesinde adaleti her yerde arıyoruz. Grup Sözcümüz Sayın Süleyman Bülbül de bahsetti. Dün akşam yapılan bir açıklama tüm Türkiye'de infial yarattı ve aynı zamanda hayal kırıklığı yarattı. Bir yıldır 17.002 lira olarak uygulanan asgari ücret, dün akşam yapılan açıklamayla 1 Ocak itibarıyla 22.104 liraya yükseltilmiş oldu. Yapılan yüzde 30'luk zammın karşılığında 5.102 liralık bir artış yapılmış oldu. 17 bin lira olan asgari ücretin bir yılda alım gücü hesabıyla 7 bin lira değer kaybettiğini yani reelde 10 bin liraya düştüğünü düşünürsek yapılan zammın ne kadar hayal kırıklığı yaratan bir rakam olduğu ortaya çıkar. Bir yılda 7 bin lira kaybeden asgari ücret, 5.102 liralık bir artışla asgari ücretle çalışan vatandaşlarımızı sefalete sürüklemiş oldu. Aslında, bu, AK PARTİ'nin seçim zamanlarında yaptığı -işte vatandaşın oyunu almak için yaptığı- çeşitli ekonomik düzenlemelerle iktidarda kalma çabasının da bir dışa vurumu. 2022 yılında asgari ücrete 2 defa, toplamda yüzde 79,81'lik bir zam yapan; yine, 2023'te de 2 defa, toplamda yüzde 88,66'lık zam yapan AK PARTİ, geçen yıl ve bu yıl seçim olmadığı için tek zamla işi geçiştiriyor.

Üstelik bu verilen zam da enflasyonun gerisinde kaldı; yine, aynı şekilde, vergi ve harçların artırılmasının dayanağını oluşturan yeniden değerleme oranının yani yüzde 43,93'ün çok altında kaldı. Aynı şekilde, vatandaşımız, kira artışlarının da temelini oluşturan ortalama TÜFE hesabı üzerinden yapılan yasal kira artış oranının yani yüzde 60'ın da çok altında kalan bir zamla, yarısının da altında kalan bir zam artışıyla karşı karşıya bırakıldı. Örneğin, ev kirası 10 bin lira olan bir asgari ücretlinin ev kirası, konut kirası yasal oran karşısında yüzde 60'lık bir zamma uğrarken yani 10 bin liralık konut kirası 16 bin liraya çıkarılırken verilen zam 5.102 lira oldu; konut kirasındaki artışı bile karşılamaktan uzak bir rakam verildi. Bu zam asgari ücretlimizi maalesef sefalete sürüklüyor ama sefalet bir mecburiyet değil, bu bilinmeli.

Madem AK PARTİ seçimin olmadığı yıllarda vatandaşın taleplerine kulak tıkıyor, o zaman sandığı getirmeli veya sandığı getirecek aksiyonlar herkes tarafından yerine getirilmeli ve sandık bir an önce milletin önüne gelmelidir; bu konuda hodri meydan diyoruz. Madem vatandaşın geçimi için yeterli imkânlar Hükûmet tarafından, iktidar tarafından sağlanmıyor, o zaman seçimi gündeme almak lazım. AK PARTİ gider, gelen iktidar ise vatandaşın geçimini sağlayacak düzenlemeleri yapar diyorum.

Buradan konumuz olan "adalet" mevzusuna geldiğimiz zaman, kanunun genel gerekçesine baktığımız zaman ilk paragrafında "Hukuk devleti olmanın en önemli şartlarından biri; adil, bağımsız, tarafsız ve etkin bir yargı sisteminin varlığıdır. Böyle bir yargı sisteminin varlığı için hukuka ve insan haklarına bağlı, tarafsız, bağımsız, hür vicdanıyla adil kararlar veren, meslek etik ilkelerini benimseyen, toplumun adalet ihtiyacına cevap verebilecek nitelikte hâkim ve savcıların yetiştirilmesi gerekmektedir." diye söze başlıyor. Tabii, buradaki bu değerlendirmeler, kâğıt üzerinde veya kanunların genel gerekçesine yazıldığı zaman şık duruyor ama işin uygulama tarafına baktığımız zaman, saha tarafına baktığımız zaman işin böyle olmadığı herkesin malumu.

Yargıtay Onursal Başkanı ve Yargıtay Başkanlığı da yapmış kıymetli bir hukukçu olan Sami Selçuk aslında kanunlarda yapılan değişikliklerin pek sonuç vermediğini, esasın hâkimin kafasındaki hukuku, hâkimin kafasındaki kanunu değiştirmek olduğunu ifade eder. Bu noktada, AK PARTİ'nin yirmi iki yıllık yargı uygulamasına baktığımız zaman ne buradaki gerekçede yazılan ne de AK PARTİ sözcülerinin zaman zaman dile getirdiği gibi bir yargısal düzen olmadığı çok ortada. Biz bazı toplantılarda çeşitli uluslararası istatistiklerden, değerlendirme kuruluşlarından görüşleri dile getirdiğimiz zaman, tespitleri dile getirdiğimiz zaman aslında o kuruluşların yanlı değerlendirmeler yaptığı gerek Adalet Bakanı tarafından gerekse AK PARTİ'nin bazı sözcüleri tarafından dile getiriliyor ama bütçeye geldiğimiz zaman, bütçe konuşmasında Cumhurbaşkanı Yardımcısı çıkıyor, uluslararası bazı finans kuruluşlarının Hükûmetin ekonomi politikalarıyla ilgili değerlendirmelerini referans gösteriyor. Yani işimize geldiği zaman böyle bakıyoruz işimize geldiği zaman öyle bakıyoruz. Sonra gerekçelere, getirdiğimiz kanunların gerekçelerine güzel cümleler yazıyoruz ama uygulama öyle olmuyor. Mesela, bu gerekçeye uygun olarak baktığımız zaman, AK PARTİ'de geçmiş zamanlarda siyaset yapmış, il yöneticiliği yapmış, milletvekili adaylığı yapmış, ilçe yöneticiliği yapmış bazı hukukçuların, avukatların yargı mensubu yapıldığını, hâkim ve savcı kadrolarına alındığını hep beraber gördük. Bu birinci paragraftaki gerekçeye bunu nasıl uyduruyoruz? Mesela, 2 meslek vardır siyaset yapmak için istifa edildiği zaman veya aday olmak için istifade edildiği zaman geri dönülemeyen; biri askerlik, diğeri de yargı mensupluğu. Başlamışken ayrılıp tekrar dönemiyorsunuz ama siyaset yaptıktan sonra yani siyasi tavrınızı ortaya koyduktan sonra, siyasi tercihinizi ortaya koyduktan sonra geliyorsunuz, hâkim, savcı oluyorsunuz. Yani, bu, güzel cümlelere nasıl uyuyor, bunun izahı yok. Tabii ki zor geldi AK PARTİ'ye bir müddet sonra işte, kendi istediği kararları çıkarabilmek yargıdan hâkimlere, savcılara bu kararları dikte etmek yani siyaseten yargıya müdahale ederek oradan bir karar almak zor geldi. Sonuçta çözümü buldular, çözüm böyle bulundu yani AK PARTİ'li avukatlar hâkim ve savcı yapıldı dolayısıyla siyasi bir müdahaleye gerek kalmadan bile istenilen kararların çıkarılmasının önü açıldı. Yani işte, çok anlatılır "Führer yerinizde olsa hangi kararı verecekse o kararı vereceksiniz." şeklinde anlatılır. Maalesef yargı bu aşamaya geldi. Keşke bu ilk paragrafta anlatılan, yazılan şeyler doğru olsa uygulama açısından.

Aslında, mesela, yargının "Şüpheden sanık yararlanır." diye bir ilkesi var yani bunu şuradan dolayı tercih etmiş: Bir suçsuzun cezasız kalmasını bir suçsuzun mahkûm olmasına tercih etmiştir yargı. Yani şüphe olunan bir olgu, durum ortaya çıktığı zaman ceza vermemeyi yeğ görmüş ama günümüz yargısı, günümüz hukuk uygulayıcıları, kanun uygulayıcıları, mahkemeler, hâkimler suç olmadığı çok açık olan olaylarda bile işte gözaltına alma, tutuklama, cezalandırma, yukarıya, bir üst yargı organına olayı havale etme, vakayı havale etme gibi yolları tercih ediyorlar. Şimdi, mesela en basit olaylardan birini daha geçtiğimiz gün, evvelsi gün yaşadık. Bir gazetecinin, Özlem Gürses'in gözaltına alınması, İstanbul'a götürülmesi, İstanbul'da ikamet ederken Ankara'ya geldiği zaman gözaltı uygulaması yapılması, İstanbul'a götürülmesi, tutuklamaya sevk edilmesi, yani adli kontrolle serbest bırakılması, ev hapsine mahkûm edilmesi, yine, Nevşin Mengü hakkında yedi buçuk yıl hapis istemi, iddianameyle yedi buçuk yıllık hapis istemi, bunların hepsi aslında yani burada yargının kötü işlediğinin, anlatıldığı gibi olmadığının birer göstergesi. Özlem Gürses -bu fiille ilgili değil ama yani herhangi bir kimse diyelim, isimlendirmeyelim- herhangi bir kimse bir suç isnadına muhatap olabilir. Yani İstanbul'dan bekliyorsunuz, İstanbul'dan Ankara'ya gelecek, Ankara'da gözaltına alacaksınız, tekrar İstanbul'a götüreceksiniz, orada kelepçe vuracaksınız, sonra tutuklamaya sevk edeceksiniz. Bu, itibarsızlaştırmadır; bu, güç gösterisidir, yargı buna alet olmamalı. Adalet Akademisinde yapılması gereken iş veya Adalet Akademisini yönetenlerin, daha doğrusu Akademinin bağlı olduğu, ilgili olduğu Adalet Bakanlığının, yürütmenin hâkimlere sağlaması gereken imkân onlara direktif vermek değil, onların gerçek anlamda yargıdaki adaleti sağlamalarına olanak sağlamaktır. Bir yargı üzerinden hesaplaşma yapılması doğru değil, yargıçların, adalet mekanizmasının, yargının buna aracı kılınması da doğru değil. Adalet Akademisini kuruyoruz, yıllardır da var, tekrar Anayasa Mahkemesinin kararı gereğince bu kanun önümüze geldi ama Adalet Akademisi eğer yetiştirdiği hâkim ve savcıları böyle yetiştiriyorsa olmuyor. Adalet Akademisinin yetiştirdiği hâkim ve savcıları nasıl yetiştirdiğini de bizim tartışmamız lazım aslında. Evet, bir kanuni çerçeve burada çizeceğiz ama içeriği nasıl bu eğitimin? Akademideki hâkim, savcı yetiştirme konusundaki gösterilen yeterlilik nasıl? Ne açıdan, nasıl yetiştiriyoruz, neyi öğreterek yetiştiriyoruz? Mesela, "İşinize gelmediği zaman Anayasa Mahkemesinin kararlarına uymayabilirsiniz." diye mi yetiştiriyoruz? Veya "Anayasa hükümlerine de uymayabilirsiniz." diye mi yetiştiriyoruz biz hâkim ve savcıları? Yani bu noktada hâkim ve savcı yetiştirirken evrensel hukuktan, hukukun genel ilkelerinden, Anayasa'ya bağlılıktan Anayasa Mahkemesinin kararlarının bağlayıcılığından ödün vermeyen hukukçular, yargıçlar, savcılar yetiştirmemiz lazım. Belki bir miktar suç eğitim birimlerinde olabilir ama esas herkesi ilgilendiren Adalet Akademisinin yetiştirdiği hâkim ve savcıların bu kararları alıyor olabilmesidir bizleri üzen.

Şimdi, bu anlamda, Türkiye'de en ağır suçlar hakaret suçu veya işte hakaret suçuyla birlikte Cumhurbaşkanına hakaret suçu, o daha ağırı ve ikincisi de Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet suçu. Ya, bu konudan hakkında işlem yapılmayan neredeyse muhalif insan kalmadı. Yani böyle bir yargı sistemi olabilir mi? Uyuşturucu satıcıları sokaklarda geziyor, katiller sokaklarda geziyor, giriyor, çıkıyor; hırsızlar giriyor, çıkıyor, rutin hâline getirmiş ama ülkede saygın insanlar, siyasiler, gazeteciler, fikir adamları, üniversite hocaları "Falana hakaret ettin, filana hakaret ettin; falan yerde gösteri yaptın, filan yerde protesto yaptın." diyerek yıllarca tahkikata uğratılıyor, hukuki, adli tahkikata uğruyor yani bu kabul edilebilir mi? Evrensel hukuka uygun, evrensel hukukun gereklerini yerine getiren bir devlette, bir yargı mekanizmasında, hukuk devleti olan bir devlette bunlar kabul edilemez işler ama -işte, sayın vekilimiz de ifade etti- özgür birey, demokratik toplum, adil yargılama, birey vesaire konusunda AK PARTİ hükûmetlerinin, iktidarlarının yirmi iki yıldır neler yaptığından bahsetti. Evet, yirmi iki yıldır bir şeyler yaptı ama bu konuların hepsinde Türkiye geriye gitti. Yirmi iki yıl önceki durumun bugün daha kötüsüyüz. Yirmi iki yıl önce AK PARTİ'yi kuran kadrolar en azından muhalefet edebiliyordu. İktidar oldular ama şu anda muhalefete yaşama hakkı bile vermeyen bir iktidar yapısıyla karşı karşıyayız. Muhalefet sussun, konuşacağı zaman da övgü dizsin; böyle bir iktidar anlayışı olamaz. 9 yargı paketi getirildi bugüne kadar ama Türkiye hukuksal anlamda nereye geldi, hepimiz yaşayarak görüyoruz.

Kendi yaptığı Anayasa'ya bile uymayan bir iktidarla karşı karşıyayız. İşte, bu önümüze gelen kanunda bile, Anayasa'ya aykırı bir şekilde yapılan düzenlemenin neticesinde Anayasa Mahkemesinin iptal ettiği bir düzenleme, kanun olarak önümüze geldi. Ama kendi yaptığı Anayasa'ya uymayan iktidar yeni bir anayasa yapmak istiyor. Yine, aynı bu güzel lafları söylüyor; "demokratik toplum" "özgür birey" "sivil anayasa" falan. Ama sen yaptığın Anayasa'ya uymamışsın, uymuyorsun, ısrar ediyorsun uymamakta. Bu konuda biraz daha iktidarın kendisini bir "check" etmesi, bir değerlendirmeye alması gerekir diye düşünüyorum.

Mesela, bu 9 yargı paketinde belki getirilen en önemli şeylerden biri, bireysel başvuru hakkı; bireysel başvuru hakkının bizim Anayasa'mıza girmesi. Evet, girdi. Bireysel başvuru yapan yurttaşlarımız oluyor, hak ihlaline maruz kaldığını ifade eden siyasiler, yurttaşlar oluyor. Özellikle siyasiler konusunda verilen bireysel hak ihlali konusunda ne tutum alıyoruz? Anayasa Mahkemesinin verdiği karara uymuyoruz. Peki, yaptığımız bu reformların o zaman bize faydası ne? Mesela bir milletvekili hakkında verilen bireysel hak ihlali kararına uymuyor, ne Meclis uyuyor ne Yargıtay uyuyor; kimse uymuyor. Yargıtay bir de çıkıyor ondan sonra bir açıklama yapıyor, Yargıtay 3. Dairesi "Bireysel başvuruyu Anayasa'dan çıkarmak lazım. Anayasa'yı da değiştirelim, bunun için de göreve hazırız." diyor. Yargıtay 3. Dairesi Anayasa Mahkemesinin asli işinin kanunların Anayasa'ya uygunluğu denetimini yapmak olduğunu, bireysel başvurunun ise Anayasa Mahkemesinin tali bir işlevi olduğu iddiasında bulunuyor.

Şimdi, güzel. Güzel cümleler kurmak herkesin becerebileceği şeyler ama işin fiiliyatına baktığımız zaman yargı sizin anlattığınız gibi yürümüyor, yargıda işler sizin anlattığınız gibi değil. Mesela Hakkâri'ye, Hakkâri Belediye Başkanlığına kayyım ataması olduğu zaman Sayın Cumhurbaşkanının bir açıklaması var, diyor ki: "Hâkim kanunu değil hukuku konuşturmuştur." Sonra, başka bir konuyla ilgili, mesela İstanbul Başsavcısının eşinin SPK'ye atanması ve Esenyurt'a kayyım atanması konusunda Adalet Bakanına sorulduğu zaman Adalet Bakanı şu cevabı veriyor, diyor ki: "Bizim hukukumuzda hukuka aykırı değil kanunda, bizim mevzuatımızda İçişleri Bakanının kayyım atama yetkisi var, SPK'ye yapılan atama da kanunlara uygundur." Şimdi, kanunu mu uygulayacağız, hukuku mu uygulayacağız? Cumhurbaşkanının dediği gibi, yargı hukuku mu konuşturacak yoksa Adalet Bakanının anlattığı gibi kanun mu uygulanacak? Türkiye'de esas mesele burası: İşimize geldiğimizi, işimize geldiği şekilde uygulamak. AKP iktidarında, AK PARTİ iktidarında, yirmi iki yıllık uygulaması, yargıyı getirdiği nokta burası. Kanunlarda ne yazdığı önemli değil. Sayın Sami Selçuk'un ifade ettiği gibi, hâkimin kafasında ne yazdığı? Hâkimin kafasına ne yazdınız? Kim ne yazıyor? Bunu nerede yazıyor? AK PARTİ teşkilatlarında mı yazıyor yoksa Adalet Akademisinde mi yazıyor? Kim nerede yazıyorsa bu yazdıklarını silsin. Hukukun evrensel ilkelerini, hukuk devletinin gereklerini yazsın kim yazıyorsa. İşte, yargının yirmi iki yıldır reformlarla nereye geldiğini ondan sonra daha rahat konuşabiliriz diye düşünüyorum.

Şimdilik sözlerimi böyle tamamlıyorum.

Teşekkür ediyorum Sayın Başkanım.