Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
Konu | : | 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi (1/276) ve 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi (1/274) ile Sayıştay tezkereleri a) Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı b) Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu c) Nükleer Düzenleme Kurumu ç) Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü d) Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü e) Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu |
Dönemi | : | 28 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 17 .11.2023 |
PERİHAN KOCA (Mersin) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Sayın Bakanı, değerli milletvekillerini, değerli basın mensuplarını ve bu salonda 7/24 karınca gibi bizlere hizmet eden Meclis çalışanlarını saygıyla sevgiyle selamlayarak başlamak istiyorum.
Değerli hazırun, ben de zamanım yettiği ölçüde enerji politikaları ve bütçesine dair çeşitli başlıklar açarak ilerlemeye çalışacağım. Öncelikle, elektrik ve doğal gaz politikalarıyla ilgili başlamak isterim. Esastan başlayayım. Enerji kamusal bir haktır, tüm yurttaşların bu haktan eşit biçimde yararlanabilmesi için enerjinin erişilebilir ve nitelikli bir kamusal hizmet olarak sunulması gerekir. Enerji sektöründe üretim, iletim, dağıtım ve tüketim faaliyetleri birbiriyle organik olarak bağlıdır dolayısıyla üretimden tüketime kadar her aşaması bütüncül bir kamusal planlamayla yönetilmelidir ve dışa bağımlılığın azaltılması, sürdürülebilirlik, yenilenebilirlik ve arz güvenliği ilkeleri bu kamusal planlamanın temelinde yer almalıdır ancak ne yazık ki bırakalım kamusal enerji politikalarını, geldiğimiz aşamada, AKP iktidarı döneminde ülkenin en önemli, en kârlı enerji ve sanayi kuruluşları satılarak ya da kamu tarafından yürütülen faaliyetler özel sektöre devredilerek kamunun iktisadi kontrolünden çıkarılmıştır. TÜPRAŞ'ın, BOTAŞ'ın Bursa'da, Eskişehir'de; Ankara'da EGO'nun kentsel doğal gaz işletmeleri, TPAO'nun petrol dağıtım şirketi TP çok defa tartışmalı ve bir bölümü soru işaretli süreçlerle özel sektöre devredilmiştir. Son yirmi iki yıllık sürede kamu mülkiyetinde olan elektrik üretim tesisleri çok büyük oranda, dağıtım tesisleri ise tamamen özel sektöre devredilmiştir. Hatırlanacağı gibi, elektrik piyasasında özelleştirme daha ucuz ve kaliteli, kayıp ve kaçağın az olacağı bir sistem vaadiyle başlatılmıştı ancak bugün gelinen aşamada Türkiye'de elektrik ucuzlamamış, üstüne oldukça pahalı hâle gelmiş durumda. Öte yandan, elektrik üretim ve dağıtım şirketleriyse bir hayli zenginlemiş durumda. Örneğin, özel sektöre devredilen elektrik dağıtım şirketlerinin Türkiye Elektrik İletim AŞ'ye, TEİAŞ'a olan borçlarını zamanında ödemediği, Sayıştayın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının 2022 Denetim Raporu'na yansımıştır. Sayıştayın raporunda "Elektrik dağıtım şirketlerinin sistem kullanım anlaşmaları kapsamındaki iletim bedeli ödeme yükümlülüklerini zamanında yerine getirmemeleri TEİAŞ'ın ticari borçlanma yoluyla finansman sağlanmasına, dolayısıyla elektrik iletim hizmet maliyetinin artmasına yol açmaktadır." deniyor.
Peki, değerli hazırun, özelleştirme politikalarının sonucunda ne olmuştur? En temel ihtiyaçlardan olan elektrik ve doğal gaz dağıtımı şirket mantığıyla dağıtılmaya başlanmıştır ve sonucunda kamusal bir hak olan enerji kullanım hakkı yoksunluğu oluşmuş durumdadır. Yazın defalarca gündeme getirdik, soru önergeleri verdik; özellikle, aşırı sıcakların yaşandığı illerimizde ne yazık ki bitmek bilmeyen elektrik kesintileri yaşandı çünkü dağıtım hizmeti verdiğini iddia eden şirketler maliyetten kaçınmak ve kârları maksimize etmek için altyapı düzenlemelerine çok çok az bütçe ayırdılar, ihtiyaç olan altyapı harcamalarını en alt düzeye indirmiş durumdalar, bugün geldiğimiz aşamada zorunlu olarak yapmaları gereken düzenlemeleri bile maliyet olarak gördükleri için yapmıyor vaziyetteler. Soru önergeleriyle, Meclis gündemine getirdiğimiz konu aslında, esasında tam olarak buydu. Sıcak havalarda serinlemek için artan elektrik ihtiyacı trafoların bir bir patlamasına sebep oldu. Bu patlamalar bir yandan halkı elektriksiz bıraktı, diğer yandan ise -özellikle soru önergelerinde de ifade ettiğimiz üzere- orman yangınlarına yani doğrudan ekosistemin tahribatına neden oldu. Aslında, belli bir bölgedeki nüfus hareketliliğini mevsimlere göre hesaplamak pekâlâ mümkün, belli bir nüfusun yıllık ortalama elektrik ihtiyacını ve ihtiyacın mevsimlere göre değişimini hesaplamak da mümkün, elektrik dağıtım altyapısını bu hareketliliğe, değişime göre hesaplamak da yine zor değil ama anlıyoruz ki sorun bir ihmalden ziyade maliyet kısma politikası olarak karşımıza geliyor. Değerli hazırun, o zaman bizim de aklımıza şu soru geliyor: Elektrik faturalarına yüklenen bunca devasa vergiler nereye, kim için harcanıyor? Bu sorunun cevabını bizler inanın merak ediyoruz.
Aynı şekilde elektrik şirketleri kamu şirketlerini de zarara uğratıyor. Yine Sayıştayın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı denetim raporunda elektrik dağıtım şirketlerinin TEİAŞ'a olan borçlarını zamanında ödemediği belirtilmiş durumda. Raporda "Söz konusu durumun bir sonucu olarak TEİAŞ'ın ticari borçlanma yoluyla finansman sağlamasına dolayısıyla elektrik iletim hizmet maliyetinin artmasına yol açmaktadır." diye bir cümle kullanılıyor. Bilindiği gibi, bugün geldiğimiz aşamada TEİAŞ'ın toplam borcu 40 milyar liraya yaklaşmış durumda. Şirketler borçlarını ödemeyince TEİAŞ 2022 yılında 9,5 milyar lira zarar etmiş durumda, görüyoruz ki yine yandaşlara yapılanlar kamu şirketlerini borç batağına sürüklemeye devam ediyor ve fatura yine halka çıkartılıyor. Yine, buradan bir kez daha anlıyoruz ki şirketlerin kamuya taktığı borç halka yüklenmeye devam ediyor. Bu konuya dair son olarak şunu ifade etmek istiyorum: Elektrik tüketimiyle ilgili AKP iktidarı döneminde yapılan en ucube uygulama kış saati uygulamasının kaldırılması. İşçilerin, emekçilerin, öğrencilerin yalnızca akşamları değil, sabahın erken saatlerinde de elektrik tüketimi yapmak zorunda olmalarına neden olan bu ucubeliği, elektrik şirketlerini daha fazla nasıl ihya edebiliriz mantığıyla harekete geçirmiş durumda iktidar. Bir kez daha bu vesileyle ifade etmiş olayım. Bu son derece halk düşmanı bir politikadır ve bu politikadan derhâl vazgeçilmelidir.
Değerli hazırun, yine, nükleer politikalarına dair vurgu yapmak istiyorum. Öncelikle nükleer politikalara ilişkin şunu ifade etmek isterim: Nükleer enerji günümüzde pek çok ülke tarafından artık vazgeçilmeye başlanan bir enerji kaynağı. Almanya, İsviçre, Belçika gibi ülkeler nükleer santrallerini kapatma kararı almış durumdalar. Nükleer yakıtın çıkartılıp işlenip ömrünün tamamlanmasına kadar geçen yaşam çevriminin her aşamasında biliyorsunuz karbon salınır ve bu aşamalar benzin, mazot kullanılarak yani yine doğa tahrip edilerek, ekosistem tahrip edilerek gerçekleşir. Nükleer santraller çözümlenememiş atık sorunu, aşırı maliyetli süreçlerin yanı sıra tüm yakıt çevrimi içinde değerlendirildiğinde nükleer enerji üretiminin güneş enerjisine göre 6, rüzgâr enerjisine göre 3 kat daha yüksek karbon salınımına yol açtığı bilimsel olarak da ispatlanmış durumda, teyit edilmiş durumda. Tüm bu nedenlerle nükleer santraller dünyanın, gezegenin sağlığı açısından öncelikli bir tehlike faktörü olarak karşımızda duruyor. Kendi seçim bölgem olan Mersin üzerinden ifade etmek isterim. Akkuyu Nükleer Santrali bugün geldiğimiz aşamada tertemiz Akdeniz'in Akkuyu Plajı'nı kirletmiştir, kum zambaklarının kökünü kurutmuştur, fokların yaşam alanlarını yok etmiştir. Üstelik henüz inşaat hâlindeyken 2019 yılında Akkuyu NGS'de meydana gelen reaktör temelinin inşaatı çökmüş ve bir kilometrekare mesafede evlerin, arabaların camlarının kırılmasına neden olmuştur. Yine, 2022 Ekim ayında inşaat alanında yangın çıkmış, trafo patlamıştır. Sadece bunlarla sınırlı değil elbette, Akkuyu Nükleer Santral Projesi gerçekten başlı başına bir canlı yaşamını tehdit eden, ölüm saçan bir ekokırım projesi olarak bugün karşımızda duruyor ve değerli hazırun özellikle şunu ifade etmek isterim ki: Bu santralin inşaasında onlarca işçi kardeşimiz yaşamını yitirmiş durumda, yüzlercesi defalarca biliyorsunuz zehirlendi, kamuoyunda da gündeme geldi, bizler de defalarca ifade ettik ancak ne yazık ki uyarılarımız hiç dikkate alınmadı ve hiçbir önlem alınmadı, denetime tabi tutulmadı. Çünkü ne yazık ki işçi sağlığını ekstra maliyet olarak gören bir zihniyetle karşı karşıyayız. Kazanılacak olan milyonlar ne yazık ki işçinin canından, sağlığından daha değerli görülüyor. Hâl böyle olduğu için de işçilerin göz göre göre ölmelerine göz yumuluyor "fıtrat" deyip ya da "iş kazaları" deyip geçiliyor ancak belirtmeliyim ki bu ölümlerin, bu işçi kardeşlerimizin ölümlerinin vebali sizlerin üzerinde, bunun bizatihi sorumlusu sizsiniz. Buradan yaklaşmak gerekiyor. Bakın, daha geçtiğimiz ay Akkuyu Nükleer Santrali inşaatında çalışırken ölen atanamayan bir öğretmen kardeşimiz var, İlyas Bul; 26 yaşında, İngilizce öğretmeni, gencecik bir kardeşimiz. İlyas Bul kardeşimiz açıkça ifade etmek gerekir ki bir iş cinayetinde katledildi. İlyas Bul'un Mersin'de cenazesine gittim, ailesine taziyeye, başsağlığına gittim ve -değerli hazırun, gerçekten çok acı bir tabloyla karşı karşıyayız- annesi şunları bana söyledi: "Benim oğlum yıllarca okudu, atanamadı, ekmek parası için de Akkuyu'da çalışmaya başladı. Akkuyu'da çalışmaya başlayacağı zaman ben ona yalvardım, 'O ölüm santraline gitme.' dedim. Oğlumsa bana 'Anne işsizim, gideceğim.' dedi." Ve şunu istedi bizlerden, Meclisteki vekillerden, halkın vekillerinden: "Benim yüreğim yandı, başka annelerin yüreği yanmasın. Oğlumun hakkı için, başka işçilerin, başka gençlerin ölmemesi için mücadele edin." dedi. Ben bu vesileyle, bir kez daha bunun için mücadele edeceğimizi ifade etmek istiyorum burada. Bu ölüm santralinin bir boyutu da gerçekten işçi cinayetleridir, iş cinayetleridir; bunu da hatırlatmak istiyorum.
Yine, Sayın Bakanın geçtiğimiz günlerde bir konuşmasını dinledim, sunuşta da özellikle ifade etti: "Yerlilik ve millîlik" üzerinden bir vurgu yaptı. Millî enerji ve maden politikasının en önemli sacayağı olarak Akkuyu Nükleer Santrali'ni, nükleer politikalarını belirtti ve bunu bir enerji devrimi olarak ifade etti. Öte yandan, aslında bizim "Ekolojik değildir." dediğimiz yerden bir "karbonsuz üretim" vurgusunu da yapmış oldu. Biraz önce aslında bilimsel araştırmaları açıkladım, o yüzden burada da tekrar ifade etmek isterim: Nükleer enerji ekolojik değildir, bir ekokırım projesi olduğu kadar, bir savaş teknolojisidir de. Esasında bunu hepimiz biliyoruz, dünyanın tarihinden de biliyoruz. Şimdi nükleer santralin kurulması için uluslararası sözleşme yapmak; bunu yap, sahip ol, işlet formatında Ruslara teslim ediyor olmak yerli ve millî değildir. Aynı zamanda, şeffaflık ve hesap verilebilirlikten de uzaktır ne yazık ki.
Öte yandan nükleer enerjiyle ucuz elektriğe erişim imkânı olacağı ifade ediliyor. Bu da doğru değil ne yazık ki. Biliyorsunuz Akkuyu Nükleer Santrali'nde ilk on beş yıl için dünya standartlarının 3-4 kat fazlasına, 12,35 sentten elektrik satın alacağı taahhüt edilmişti ilkin ancak o dönem dolar 2,35'ti, bugün geldiğimiz aşamada ise yaklaşık 30 TL ve bu fiyata vergiler dâhil değil. Aynı zamanda saate bakıyorum zamanı yetiştirebilmek açısından. Burada bu vesileyle şu soruyu da sormuş olayım: Bunun maliyetini kim karşılayacak; yoksul, emekçi halkımız mı karşılayacak? Halktan toplanan vergilerle bu karşılanacak?
Nükleer santralle ilgili son olarak şunu ifade edeyim: Çernobil nükleer felaketinin ardından biliyorsunuz Avrupa'da on yıl boyunca nükleer santral kurulmadı. En son Fukuşima nükleer felaketi meydana geldiğinde Almanya tüm sanayisini besleyen, elektrik üretiminin yüzde 30'unu sağladığı nükleer santralleri kapatma kararı aldı. Belçika, İspanya, İsviçre 2030 itibarıyla nükleer santrallerini tekrar açmamak üzere kapatacağını ifade etti. Son olarak söylemiş olayım: Akkuyu Nükleer Santral Projesi'nden vazgeçilmelidir. Sinop'taki projenin ise başlatılmasına engel olunmalıdır tam da anlattığım bu gerekçeler dolayısıyla.
Son olarak madencilik faaliyetlerinden söz edeceğim. Bugün geldiğimiz aşamada ülkemiz gerçekten açık hava maden sahasına dönüşmüş durumda. Sadece 2023 verilerine baktığımız zaman 859 maden projesi için onay verildiğini görüyoruz. Doğadaki madenleri devasa doğal katliamlarla, kirleticilerle, ormansızlaştırmayla, tahribatla yağmalayan maden şirketleri bugün geldiğimiz aşamada bir nevi suç örgütlerine dönüşmüş durumda. Devasa kârlar açıklayan maden şirketleri ve maden sanayi işleme şirketlerinin bu devasa rakamlarının arkasında doğa ve insan sömürüsü olduğunu biliyoruz. Şöyle bir ilke vardı biliyorsunuz: "Bir yerde kâr oranları giderek yükseliyorsa orada giderek büyüyen bir katliam vardır." ilkesi. Gerçekten bugün hayat tarafından bu politikalarla teyit ediliyor, bir kez daha doğrulanıyor.
Muğla Milas'taki Akbelen ormanının 760 dönümlük bölümü Limak Holding ve İçtaş'ın ortak projesi olan YK Enerjinin termik santraline kömür sağlanması için katlediliyor, katledilmeye devam ediliyor. Biliyorsunuz, köylüler yıllardır bölgeyi korumak için önemli bir mücadele veriyorlar. Bu mücadele dolayısıyla birçoğuna dava açılmış durumda. Dava süreçleri devam ederken 24 Temmuzdan itibaren alana iş makineleri girdi. Orman, bugün geldiğimiz aşamada talana, yağmaya tümüyle açılmış durumda ve bu katliam devam ettiriliyor.
Yine Koza Altın şirketi bu yıl 32 proje için başvuruda bulundu. Altın, gümüş ve demir gibi maden işletmesi isteyen şirketeyse hiçbir olumsuz cevap verilmemiş durumda. Şirket son olarak gözünü Adana'ya dikti. Pozantı'da altın, gümüş, bakır, kurşun, demir madeni işletmek için kolları sıvamış durumdalar. Eğer onay alırlarsa yaklaşık 220 dönüm tarım ve orman arazilerinden oluşan alanda maden işletilecek.
Yine, Kanadalı Anagold Maden Şirketi de Erzincan İliç'teki 1.746 hektarlık maden sahasını 5,83 hektarlık bir bölüm daha genişletmek için Bakanlıktan onay almış durumda. Biliyorsunuz, daha önce de siyanür havzasının yakınında bulunan Fırat Nehri'ne 20 metreküp siyanürlü karışım akmış, olayın ardından Bakanlık devreye girmişti. Bakanlık, şirkete 16 milyon 441 bin TL para cezası kesmişti, ayrıca tesisin ilave çevresel iyileştirme çalışmaları tamamlanıncaya kadar faaliyetlerini durdurması kararını almıştı ama maden olayın üzerinden üç ay sonra tekrar faaliyetlerine başladı.
Maden havzalarında özelleştirme, ruhsat devri, ruhsatların bölünmesi ve yap-işlet modelleriyle yine piyasacı anlayış devam ettiriliyor, sürdürülüyor. 2005 itibarıyla yer altı işletmelerinin tamamı özelleştirilmiş durumda. Yeni ruhsatlı sahalar da özel şirketlere devredildi. Açık ocak işletmelerinde de 2020 yılında özelleştirme başladı ve bugün Soma bölgesinin yüzde 80-90'ı özel şirketlerde bulunuyor. İşçi emeği sömürüsü, madencilik faaliyetleri için gerçekten çok naif bir ifade olarak kalıyor; insan emeği sömürüsüyle değil, insan kanı içerek büyüyen bir faaliyetle bu anlamıyla karşı karşıyayız.
Yine, AKP döneminde maden sektöründe yüzde 80 olan kamu payı yüzde 8'e kadar gerilemiş durumda. Türkiye Taşkömürü Kurumundaki işçi sayısı 40 binlerden 6 binlere kadar düşmüş durumda. Maden ocaklarının, özelleştirilmesinin önünün açılması amacıyla, gizli özelleştirme de denebilecek olan redevans sistemiyle çalışması için yatırım yapılmıyor. Kamuya bir yük olarak gösteriliyor.
Özelleştirmeyle birlikte gelen kâr hırsı, iş güvenliği önlemlerinin alınmaması, işçi sayısının azaltılması ve fazla iş yükü sonucu sık sık madenlerde, yine göz göre göre gelen cinayetler yaşanıyor. 2019 Sayıştay raporunda patlama riski taşıdığı belirtilen -CHP'li hatip de söz etti- Amasra maden ocağında 14 Ekim 2022'de patlama gerçekleşmişti. Amasra'daki maden patlamasıyla ilgili açılan dava dosyasına giren bir yazıda 43 madencinin ölümüyle ilgili yargılanan sorumlular hakkında disiplin soruşturması bile başlatılmadığı geçtiğimiz günlerde açığa çıktı.
Son olarak, kaçak madenlerle ilgili şunu söyleyeyim: Aslında kaçak maden diye bir şeyin olması çok da mümkün değil, mekânlar belli çünkü, madenin çıkacağı yer belli çünkü, faaliyetler belli; gidilip sadece denetlenecek, takip edilecek ama bilerek kaçak madenlere göz yumulduğunu görüyoruz. Bu vesileyle, Zonguldak'ta geçen hafta ülke tarihinin en vahşi iş cinayetlerinden, katliamlarından biri işlendi. Çalıştığı kaçak...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Koca, süreniz doldu.
Sözlerinizi toparlamak üzere size iki dakika ilave süre vereceğim.
PERİHAN KOCA (Mersin) - Tabii.
BAŞKAN MEHMET MUŞ - Buyurun lütfen.
PERİHAN KOCA (Mersin) - Çalıştığı kaçak maden ocağında fenalaşan 50 yaşındaki Afganistanlı mülteci işçi Mohammad Nourtani ocak sahipleri tarafından ormana götürüldü, orada canlıyken öldürülüp yakıldı. Daha önce başka bir suçtan ceza alan kaçak ocak sahiplerinin "Ortaya çıkarsa infazımız yanar." düşüncesiyle hareket edip Nourtani'yi yaktıkları tespit edildi. Gerçekten akıl almaz bir cinayetle karşı karşıyayız ama bu cinayet, bu katliam, gerçekten, yaratılmış olan emek rejiminin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü verilere de baktığımız zaman, rakamlara da baktığımız zaman, tanıklıklarımıza da baktığımız zaman şunu çok net bir şekilde görüyoruz: Bugün Türkiye tam bir işçi cinayetleri mahalline dönüşmüş durumda, işçi mezarlığına dönüşmüş durumda. Sadece ve sadece ekim ayında 150 işçi yaşamdan koparıldı, iş cinayetleriyle katledildi. 2013'ün ilk on ayında 1.634 işçi çalışırken yaşamını yitirdi. İSİG verilerine göre bu çok daha ayrıntılandırılmış veriler olarak karşımıza çıkıyor. Bu rakamlar istatistik değil, işçiler de sadece rakamlardan, istatistiklerden ibaret değil, hepsinin bir yaşamı var, hepsinin yakınları var, dostları var. Bu vesileyle bir kez daha iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçileri anarak konuşmamı bitirmek istiyorum. İş cinayetlerine karşı da mücadelemizi tüm havzalarda devam ettireceğiz.
Bir kez daha hazırunu saygıyla sevgiyle selamlıyorum.
Teşekkür ederim.