Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
Konu | : | 2024 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi (1/276) ve 2022 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifi (1/274) ile Sayıştay tezkereleri a)Kültür ve Turizm Bakanlığı b)Radyo ve Televizyon Üst Kurulu c)Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ç)Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü d)Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı e)Vakıflar Genel Müdürlüğü f)Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı g)Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ğ)Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu h)Atatürk Araştırma Merkezi ı)Atatürk Kültür Merkezi i)Türk Dil Kurumu j)Türk Tarih Kurumu k)Kapadokya Alan Başkanlığı l)Uludağ Alan Başkanlığı m)Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı |
Dönemi | : | 28 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 15 .11.2023 |
SEVİLAY ÇELENK ÖZEN (Diyarbakır) - Sayın Başkan, Sayın Bakan, Değerli vekiller, Komisyonun Değerli üyeleri; ben de sözlerime başlarken hepinizi kendim ve partim adına saygıyla selamlıyorum.
Kültür Bakanlığı bütçe teklifi üzerine konuşmanın birçok odaklanması olabilir; nitekim şu dakikalara kadar öyle de oldu. Fakat genel bütçe içinde kültür alanına ayrılan paya baktığınız zaman bu sınırlı konuşmayı rakamlara boğmaya gerek olmadığını da en baştan anlıyorsunuz. Devasa bir kültür ve turizm alanı söz konusu ve elimizde de bu yıl için sadece 38 milyar 964 milyonluk bir bütçe var, genel bütçenin sadece binde 3,5'u. Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin bunun 2,5 katı olduğunu hatırlatırsak belki daha iyi anlaşılabilir. Bu nedenle kalemleri ayrı ayrı konuşmaya gerek olmayan bir miktarla karşı karşıyayız, öylesine yetersiz. Esas olarak, ben de rakamları değil kültür, sanat alanını kuşatan anlayışı ve siyaset kültürümüzü konuşmak gerektiğini düşünüyorum.
Kültür -her ne kadar Bakanlık isminde de bu ima varsa da- turistik, doğal ve tarihî varlıklardan, restoranlar, oteller ve dinlenme tesislerinden ibaret değildir. Kültür hemen her şeyi, yaşama tarzlarını, gündelik yaşam pratiklerini, cinsiyet ilişkilerini, gelecek tasavvurunu çepeçevre kuşatan bir anlamlandırma evreni ve bir anlamlandırma siyasetidir, esasen turizm de bunun içinde düşünülmelidir.
Sayın Bakan, binlerce yıllık medeniyetlerin ev sahipliğini yapmış bir ülkenin Kültür ve Turizm Bakanısınız, böyle bir ülkenin Kültür ve Turizm Bakanının en temel sorumluluğu, kültürü bu veçhisiyle tanımak, başka kültürlere, inançlara ve dillere; birlikte, bir arada, eşit yurttaşlar olarak yaşama kabiliyetine bir alan açmaktır. Bakanlığın sınırlı bütçesi bu öncelikler çerçevesinde kullanılmalıdır. Kültür sanat alanına ayrılan bütçenin artırılması da elbette ki sağlanmalıdır.
Türkiye, binlerce yıllık halk kültürlerine ev sahipliği yapmış bir ülkedir. Halk kültürleri zihin dünyasının beslendiği, adaletin, vicdanın, ev, yurt ve dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkinin farkına varıldığı anlatılarla doludur. Bu anlatılar olmaksızın, kuşaklar boyunca aktarılıp durmuş, kimi zaman zenginleşmiş, kimi zaman güçten kesilmiş diller ve bu dillerde ifadesini bulan farklı dünya görüşlerinin birikimi olmaksızın insan nedir?
Bugün karşı karşıya olduğumuz ve birçoğumuza toplum hayatının çökmekte olduğu kaygısını veren, kadınıyla erkeğiyle açgözlü, bozuk ağızlı, mafyatik ağlara dolanmış, çeteleşmiş insan tipinin, bu insan tipinin neredeyse muteber olmasının, rol modeli sunmasının, siyaset alanında en yetkili pozisyonlarda bu özelliklere sahip isimlerin, kabadayıların yer almasının kültür alanındaki ve dil alanındaki çölleşmeyle bir ilişkisi var, çok içsel, çok derin bir ilişki.
Hâkim olandan farklı kimlikler ya da diller bu kadim topraklara bir türlü sığdırılamıyor. Oysa her dil bir dünyadır, koca bir dünyanın ritmini, nefesini, sesini bünyesinde taşır. Türkiye'de de çalışmaları iyi bilinen ünlü Fransız filozof Michel Foucault, İsveç'te yaşadığı yıllarla ilişkili olarak bunu çok güzel ifade eder, küçük bir kısmını paylaşmak isterim: "Kendi dilimin yabancı ülke veya gurbet dediğimiz yersiz yerde kalırken mesken tutabileceğim en gizli ama en emin yer olduğunu anladım. Sonuçta tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir." Ana dili için Kürtlerin on yıllardır verdiği mücadele yani baskı ve tehlike altında olmadan, kendi dilini konuşma ve bu dilde eğitim alma mücadelesi kendisini bu ülkede eşit bir yurttaş olarak evinde hissetme mücadelesidir, başını sokabileceği bir evi olduğunu hissetme mücadelesidir. Bunun bir meydan okuma olarak görülmesinden vazgeçilmesi gerekir. Bugün, 21'inci yüzyılda, sadece bu mücadelesi nedeniyle Kürt yurttaşlar katlediliyor. Kendi aralarında Kürtçe konuşan inşaat işçileri, mevsimlik işçiler, kendi hâlinde sokakta yürürken evladıyla Kürtçe konuşan baba katlediliyor. Cep telefonunda Kürtçe müzik bulunan asker darbediliyor. Batı kentlerinde yaşayan öğrenciler Kürtçe müzik dinledikleri için saldırıya uğruyor, bunların her biri yaşanmış gerçek vakalardır.
Bu kadim topraklar bakımından ve aslında her zaman tekçilik öldürücü bir şeydir. Kimler vardı bu topraklarda? 1914 yılına ait nüfus sayımı verilerine göre, bu topraklarda yaşayan gayrimüslim, etnik, dinî grupların 18 milyon 520 bin toplam nüfus içindeki varlığı yaklaşık yüzde 20'yi oluşturuyordu, yüzde 20. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Keldaniler ve daha niceleri; yüzde 20. Şimdi, işte, yüz yıllık bir süreçte gayrimüslüm nüfus yok olup gitmiş neredeyse isim isim sayabileceğimiz bir avuç yurttaş kalmış; bugün de nefret suçlarına en fazla maruz kalan yurttaşlar.
Bütün yaşananların bu ülkenin kültür hayatıyla, dil ve kültür politikalarıyla bir ilişkisi var. Daha yeni bir veriye erişemedim fakat 2019 yılı itibarıyla ülkemizde sadece kilise, sinagog ve havra olarak gayrimüslüm nüfusa ait toplam 439 ibadethane var. Bunların ve gayrimüslim yurttaşların güvenliği sağlanmalı ve üzerlerine titrenmelidir. Saldırılara maruz kalan az sayıdaki kilisenin ve sinegogun korunması için ne yapıyorsunuz? Cemevi sayısı ise 81 ilin 58'inde toplam 1.586'dır. Alevilerin cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesine ilişkin yürüttüğü hukuk mücadelesi uzun yıllardır sürüyor. AİHM'in "Cemevleri ibadethanedir." kararına rağmen bu statü kabul görmüyor. Bu ülkenin vatandaşları olarak vergi ödüyorlar ve cemevlerinin ibadethane olduğunu bile kabul ettirmekte güçlük çekiyorlar. Aleviler ısrarla karşı çıkmasına rağmen Bakanlık bünyesinde Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı kuruldu; onların yine istekleri hilafına bir atama gerçekleştirildi buraya. Alevilerin hilafına Alevi kültürünü mü tanımlamaya çalışıyorsunuz? Sayın Bakan, Alevilerin ve aslında tüm kamuoyunun isteği olan Madımak hafıza ve utanç müzesinin hayata geçirilmesi için ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Azınlık vakıflarının seçim yönetmeliğinden kaynaklanan ve yıllardır seçim yapamamak yanında toplumsal hayata katılımın güçleşmesi gibi birçok sorun yaşamalarına yol açan seçim yönetmeliği sorunu neden görünüşte değil de gerçekten ve kesin biçimde çözülmüyor?
Sayın Bakan, bu ülkenin kazanımlarını elinden alan, yakın tarihli gelişmelerin önemli bir kısmında ve nefret suçlarında maalesef Bakanlığınızın ve Bakanlığınıza bağlı ya da Bakanlığınızla ilişkilendirilmiş kurumların da önemli bir payı var; bunların başında da RTÜK geliyor. RTÜK tümüyle partizanlaşmıştır, yetkisini kurumun tarihinde hiç görülmemiş biçimde agresiflikle, siyaset alanını dizayn etmek üzere kullanmaktadır. RTÜK, LGBTİ+ karşıtı nefret mitinglerine çağıran kamu spotlarının yayınlanmasına onay veriyor, suç işliyor. RTÜK'ün asıl görevi, kendisine tahsis edilen frekans bantları çerçevesinde televizyon kanal ve radyo frekans planlamalarını yapma ve yaptırma; frekans planlarında ulusal, bölgesel ve yerel karasal yayın ağlarının sayıları ve türleri ile sayısal yayınlar için multipleks sayılarını belirlemektir. 2023 Yılı Sayıştay Raporu'na göre RTÜK 1994 yılında başlayan bu çalışmaları -ki ben o tarihlerde genç bir radyo televizyon asistanıydım- 2022 yılı sonu itibarıyla hâlâ gerçekleştirmemiştir. Bu akıl almaz gecikmenin sebebi nedir?
Düzenleme alanında durum böyleyken Kurul, denetleme yetkisi alanını son yıllarda genişletmiş ve "isteğe bağlı yayın hizmetleri" tabiriyle dijital platformları da yetki alanına almıştır. Netflix, Disney+, Amazon Prime Video, MUBI, beIN ve BluTV gibi internet yayınına özgülenmiş platformlar RTÜK yetki alanına girdiği günden beri uyarılar almakta ve idari para cezalarıyla karşı karşıya kalmaktadır. RTÜK'ün bu platformlara karşı başvurduğu temel müeyyide Türk aile yapısına aykırı yapımlar gerekçesiyle uygulanmaktadır. Televizyon kanalları ve radyolar hakkında verilen idari, mali cezalar ise genel olarak Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu'na dayandırılmaktadır. AKP ve AKP yandaşı yapılar zaten iki sihirli sözcükle, aile ve terörle medyayı da yargıyı da yerel yönetimleri de ve hatta Parlamentoyu da baypas etmenin yolunu bulmuştur. Oysa aile, tarihinin hiçbir döneminde AKP döneminde olduğu kadar ekonomik, sosyal ve psikolojik olarak korunmasız kalmamış ve incitilmemiştir. "Türk aile yapısı" "toplumsal ve kültürel değerler" gibi ifadelerin sık tekrar ettiğine bakmayın, zira bunlar kadına ve LGBTİ+'lara ve hatta çocuklara yönelik ayrımcı ve istismarcı siyasetin patriarkalin ve erkek şiddetinin koruma kalkanı kavramlar hâlini almıştır. Ailenin bizzat kendi içinde yaşanan şiddet ve istismar ise tamamen görmezden geliniyor. Dışarıdan duyulmadığı müddetçe aile yapısına uygun olmayan hiçbir suç yok neredeyse.
Terör suçlamasına gelince... AKP-MHP iktidarı bugün tüm üyelerini kendisinin atadığı AYM üyelerini bile beğenmediği kararları nedeniyle terörist imalarıyla itham ediyor. Ciddiyetsizlik mi diyelim buna, ne diyelim? On, yirmi, yirmi beş yıl aynı kampüslerde eğitim faaliyetinin parçası olmuş, şiddete kesin biçimde mesafeli olmuş yüzlerce barış akademisyeni hukuksuz biçimde işlerinden ve hayatlarından edilirken ve "terörle irtibatlı" ya da "iltisaklı" diye iş birlikçi rektörler eliyle hedef gösterilirken ve mahkeme kararlarına rağmen işlerine döndürülmezken cihatçı çete mensupları Ankara'nın, İstanbul'un orta yerinde, IŞİD hücre evlerinde kız çocuklarını derin internet ağları üzerinden satışa çıkarıyor. "Aile" mi dediniz? "Terör" mü dediniz?
RTÜK denetim gücünün kötüye kullanımıyla bu baş aşağı dünyayı meşrulaştıran kilit kurumlardan biridir. Bilhassa son seçim döneminin sonu itibarıyla bu yılın ilk altı ayında muhalif kanallar hakkında verilen idari para cezalarına bakıldığında bile bu agresif partizanlık açıkça görülür. Altı aylık sürede muhalif olarak tarif edilebilecek Halk TV, KRT, TELE1, Fox TV, Flash Haber'e toplam 20 milyon 649 bin 194 TL para cezası verilmiştir, 20 milyon. Buna karşın iktidara yakın televizyon kanalları arasında sadece bir kanala -bir kanala- Beyaz TV'ye tek seferlik olmak üzere 342.526 TL para cezası verilmiştir. Bir tarafta 20 milyon ve sayısız TV kuruluşu, öte tarafta bir kez uygulanan bir ceza... Herhâlde çok dikkatliler(!)
Türk Ceza Kanunu'na 2022'de eklenen "Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" suçu RTÜK'ün bazı devlet yetkililerinin ve politik figürlerin şikâyetlerine bağlı olarak cezai müeyyide uygulanmasına gerekçe olarak gösterilmiştir. Bir yetkili ya da siyasetçi hakkında yapılan bir haber RTÜK'e yalan haber olarak şikâyet edilebilmekte ve RTÜK kendini bir yargılama merci yerine koyup cezai müeyyide uygulayabilmektedir. Üst Kurul, Kürt meselesi kapsamında yerel ceza mahkemelerinden daha katı kararlar vermekte, bu yöndeki ceza kanunlarını sorgulama makamları gibi dar yorumlamaktadır. Bu konuda sadece çok yakın tarihli TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ'ın İmralı tecridinin hukukta hiçbir yerinin olmadığını söylediği için gözaltına alınması, TELE1'e yedi gün gibi RTÜK tarihinin en uzun yayın kapatma cezasının verilmesi olayları ile yine Ayşenur Arslan'ın gözaltına alınma olayı hatırlanırsa durumun vahameti anlaşılır.
Siyasi parti gruplarının TBMM'deki sandalye sayısına göre RTÜK'te temsil imkânı bulması gibi yasayla apaçık düzenlenmiş bir konuda bile görülmemiş hak gaspları yaşanmıştır. RTÜK'te çoğunluğu elde tutmak için yasa ve yönetmeliklerin etrafından dolanılmış ve hatta buna bile gerek duymadan üyelik gaspları gerçekleştirilmiştir. Faruk Bildirici olayını, üyeliğinin düşürülmesini hatırlayabiliriz ama bu gasplar esas olarak o dönem HDP'yle başlatılmıştı.
RTÜK'ün günahları bitmez ama yerimiz dar. Bu ülkenin ve dünya kadınlarının en büyük kazanımlarından biri olan İstanbul Sözleşmesi'nden bir gecede çekilmeye gidilen süreç de bu gaspçı siyaset kültürünün ürünüdür. Her gün ama her gün en az bir kadının güpegündüz kentlerin ortasında ve herkesin gözü önünde korkunç yöntemlerle katledildiği ve suçluların cezasız kaldığı bir ülkede şimdiyse 6284 sayılı Yasa'nın ve Medeni Kanun'un hedefe koyulmuş olması da kültüre, sanata ve aslında bütün cıvıltısıyla hayata sırtını giderek daha çok dönmekte olan bu kültürün ürünüdür. Bu tekçi, eril, militarist ve din istismarcı kültürün bu topraklarda hayatları mahvederek kök salmasında sanat düşmanlığı, başka kültürlere, kimliklere duyulan düşmanlık vardır. Bu iklimde kültür sanat emekçileri son derece güvensiz koşullarda işlerini sürdürüyor. Pandemi dönemindeki 100'ü aşkın müzisyen intiharından bildiğimiz gibi, gündelik hayatı kesintiye uğratan her krizde bir ölüm kalım savaşı verecek duruma düşüyorlar. Dizi ve film setlerinde korkunç yoğun tempolarda örgütsüz ve güvencesiz biçimde çalışan set emekçileri kadar; figüranlar, yıldız oyuncular dışındaki oyuncular ve birçok sanatçı her tür destekten yoksun ve gerçek bir sömürü düzeninde işlerini yapmaya çalışıyor.
Sanatçılar iktidarı eleştirmek için ağzını açtığında sosyal medya trollerinin desteklediği bir linç akabinde soruşturmalara uğruyor. Gözaltına alınıyor, itibar suikastlarına maruz kalıyor. Gülşen'e ve Sezen Aksu'ya yapılanları hatırlayalım. Bu konudaki en önemli kalemi de Cumhurbaşkanına hakaret suçu oluşturuyor. Sanatçılar sürgünde yaşamak zorunda kalıyor. Gencecik bir oyuncu olan Pınar Öğün, Gezi davasında iki bin dokuz yüz seksen beş yılla yargılanıyor ve sürgünde. Bunca sanatçının ve kültür sanat alanında faaliyeti olan insanın başına gelen bu aşırı saçma durumları nasıl açıklayabilirsiniz? Konser sezonları yasaklarla geçiyor. Gerekçeler vahim. Örneğin, yasakçı Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanı, millî iradeye ve toplum değerlerine saygılı sanatçılarla yola devam edileceğini söylüyor. Medeni dünyada kültürel sanatsal üretim bağlamında asla duyamayacağımız bir kriter. Başına "millî" ve "yerli" getirdiğinizde her garabeti, her suçu işleyebileceğiniz bir distopyada yaşıyoruz. Birisi millî sanatçıdan, öteki millî yargıdan söz ediyor. Bu arada bu atmosfer içinde her ne kadar kültürün bağrına "taş fırın erkek"lik figürüyle bağdaş kurmuş olsa da bunun dışındaki liyakatini hemen hiç bilmediğimiz Tamer Karadağlı Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğüne getiriliyor. Sanat, edebiyat alanında tarihimizin utançlarından olan sürgündeki sanatçıların bu iktidarı hiç mahcup etmediği de anlaşılıyor ki birçok önemli, gerçekten çok önemli uluslararası edebiyat ödülünün ve çok sayıda eserin sahibi Aslı Erdoğan sürgünde ve ciddi sağlık sorunlarının pençesinde, bir yandan tedavi imkânı, bir yandan hayatını ekonomik olarak sürdürebilmenin güçlükleriyle boğuşuyor.
Sanat, kültür alanına verilen destek çok sınırlı, üstelik adil dağıtılmıyor. 2022 yılında sinema alanında desteklenen projelerin toplam projelere oranı sadece yüzde 15'ti, 2023 için de böyle öngörülmüştü. Sinema alanındaki sınırlı desteğe rağmen yasaklar konusunda sonsuz bir cömertlik söz konusu. AKP iktidarının sinema üzerindeki baskısı yeni değil, 2014'te o dönem büyükşehir belediyesini AKP'nin yönettiği Antalya'da bir gezi direnişi belgeseli olan "Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek" filmi belgesel yarışmasından çıkarılmış ve sonra festival yönetimi Ulusal Belgesel Film Yarışması'nı hepten iptal etmeye karar vermişti. 2015'te Kültür ve Turizm Bakanlığının baskıları sonucu "Bakur" isimli filmin 34'üncü İstanbul Film Festivali'nde yapılacak gösterimi ve yine, festivaldeki tüm yarışmalar iptal edilmişti. Örnekler çok; geçtiğimiz yıl Kültür ve Turizm Bakanlığı çekim sürecinde senaryoda değişiklik yapıldığı gerekçesiyle "Kurak Günler" filmine verdiği desteğin geri ödenmesini talep etti. Yakın tarihli, 2 KHK'linin yaşadıklarını anlatan "Kanun Hükmü" adlı belgesel etrafındaki krizi ve 79'dan beri yapılan Antalya Film Festivali'nin ilk kez iptal edilmesini hatırlayalım.
Tiyatro alanında da durum farklı değil. Özel tiyatrolar kendilerinin tüccar gibi görüldüğünü ve buna bağlı vergilendirmelerle yaşadıkları maddi güçlüklerin katlanarak arttığını dile getiriyorlar. Tiyatroların, operaların, senfoni orkestralarının ve devlet korolarının repertuvar seçimleri baskı altına alınıyor. Sanat kurumlarına sistematik bir biçimde, bir işe yaramadıkları, bu ülkenin kültürel yapısına uymadıkları, gereksiz oldukları söyleniyor. Yapılan destekler siyasi tarafgirlikler çerçevesinde veriliyor.
Yine, Kürtçe üzerindeki baskıdan tiyatrolar da nasipleniyor elbette. Dünya klasikleri bile Kürtçe sahnelenemiyor. Örneğin, Teatra Jiyana Nû tarafından Şehir Tiyatroları Gaziosmanpaşa Sahnesi'nde sergilenmesi planlanan Dairo Fo'nun "Yüzsüz" adlı oyunun Kürtçe uyarlaması "Berû" yasaklanıyor. Amed Şehir Tiyatrosunun sahneye koyduğu Moliere'inin "Tartuffe" adlı tiyatro eseri Adana ve Mersin'de yasaklanıyor. Yasaklar saymakla bitmez.
Bu Komisyon görüşmesine hazırlanırken kültür, sanat alanında faaliyet gösteren, Bakanlığınızın bütçesinden etkilenen 100'e yakın ulusal ve bölgesel kuruma yazarak sahanın sorunlarına ulaşmaya çalıştım. Diyarbakır merkezli Kadın Kültür Sanat Edebiyat Derneği (KASED)'in bu baskıcı, yasakçı ve kayyumlar eliyle daraltılmış sanat, edebiyat ortamına ilişkin tespitlerine keşke genişçe yer verebilseydim. Fakat şu kadarını aktarabilirim: "Tiyatroların Kürt coğrafyasında kayyumlar eliyle kapatılmasıyla en çok çocuklar ve kadınlar sanat alanından dışlanıyor." diyorlar ve her türlü gerek üretim gerek tüketim faaliyetinden dışlandıklarını hatırlatıyorlar.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
SEVİLAY ÇELENK ÖZEN (Diyarbakır) - İki dakika isteyebilir miyim?
BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Özen, süreniz doldu, iki dakika veriyoruz.
SEVİLAY ÇELENK ÖZEN (Diyarbakır) - Yine, Uçan Süpürge Film Festivali, tek kadın film festivali, kadınların desteklenmediğini, kadın filmlerinin desteklenmediğini söylüyor.
Yine, Mülkiyeliler Birliği -ki Ankara'daki düşünce ve kültür hayatında önemli bir yeri vardır bu derneğin- de matbuat ve yayıncılık sektörünün zor şartlarına değiniyor ve bu alanlarda sektörü rahatlatacak vergi desteği, muafiyet ve istisnaların olmadığını söylüyor.
Sayın Bakan, tüm bu tespitler dairesinde son ve tek bir soru sorarak sözlerimi bağlamak istiyorum. Çok dilli ve çok kültürlü toplumsal yapıya uygun, farklı inançlara eşit yaklaşımla kültürel miraslara yönelik bütüncül politikalar neden hayata geçirilmiyor? Bunun üzerinde durmaktan niçin bu kadar korkuluyor? Esas olarak, sanattan ve kültürel hayattan neden bu kadar korkuluyor?
Teşekkür ederim.
Bütçenin hepimize uğurlu olmasını diliyorum.