Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
Konu | : | On İkinci Kalkınma Planının (2024-2028) Sunulduğuna Dair Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi (3/770) |
Dönemi | : | 28 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 24 .10.2023 |
RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Şimdi, tabii, kalkınma planının ikinci günündeyiz. Dün genel anlamıyla biraz çerçeveleri konuştuk -kalkınma planı ne getiriyor ve 2053 hedefleri çerçevesinde- birçok bölümü var ve aslında hepsi üzerine bir şeyler söylenebilir ama ben genel anlamda bugün bir ekonomik sistemin neleri gerçekleştirmeyi amaçladığını, hedeflediğini ya da hedeflemesi gerektiği üzerinden bir analiz yapmak istiyorum.
Şimdi, tabii, bir siyasi sistemin, bir ekonomik sistemin -aynı zamanda- bir ülkenin gerçekleştirmesi gereken birtakım amaçlar var. Bunun da biri büyüme hızını arttırmaktır yani ekonomi içinde millî geliri de büyütecek bir politika çerçevesidir. Sonra, ikinci bir amaç, istihdamı arttırmak hatta literatürde de hep tam istihdam seviyesine ulaşmak olarak geçer aslında. Sonra, başka bir amaç; gelir dağılımını düzeltmek, bölüşüm ilişkilerini düzeltmek. Gene başka bir amaç, bölgesel dengesizlikleri gidermek gibi. Yani hem üretime hem bölüşüme ilişkin var olan amaçların gerçekleştirilmesidir. Şimdi, bu çerçevede baktığımız zaman bir kere önce şunu koymak lazım: Türkiye'nin çok ciddi yapısal sorunları var ve yirmi bir yıl süren AKP iktidarları döneminde Türkiye'nin bu yapısal sorunları çözülmedi, aksine ağırlaştı. Zaten sizin planda da bu tespitleriniz var, aslında siz de farkındasınız, Onuncu Plan'daki 25 öncelikli dönüşüm stratejisi, dönüşüm programı da bunun üzerine dayalıydı, aynı şey On Birinci Plan için de geçerliydi. Yurt dışı tasarruflar yetersiz, otomatikman, belli bir yatırım seviyesini sağlayabilmek için bile, ekonominin büyüyebilmesi için dışarıdan tasarruf almamız gerekiyor, bu da "cari işlemler açığı" demek. Fakat bu model, gittikçe artan, âdeta bir kar topu gibi büyüyen dış borç sorununu ortaya çıkarıyor. Bakın, 2002'nin sonunda Türkiye'nin dış borcu 131 milyar dolarmış, şu anda 2023'ün ikinci çeyreği itibarıyla 476 milyar dolar. Yirmi buçuk yıllık dönemde 345 milyar dolar dış borç büyümüş ki bu dönemde de 63 milyar dolarlık özelleştirme yapılmasına rağmen. Yani baktığımız zaman aslında ortada yaklaşık 400 milyar dolara yakın bir borç artışı gözüküyor.
İş gücü piyasasında ciddi sorunlar var; iş gücüne katılım oranları düşük, işsizlik oranları yüksek, yüksek kayıt dışılık var, iş kazalarında -artık onlara "iş kazası" demiyoruz "iş cinayetleri" diyoruz- Türkiye baktığınız zaman dünyanın önde gelen ülkeleri arasında, ücret seviyeleri, reel ücret seviyeleri düşük. Böyle işleyen bir istihdam piyasası, iş gücü piyasası var.
Kamu dengeleri, kamu mali dengeleri sürdürülebilir değil. Dolaylı vergilere dayalı bir yapı, aynı zamanda ekonomik aktivite açısından da olumsuz. Ekonomi büyüdüğü zaman KDV gibi, işte dâhilde alınan ÖTV'ler gibi vergilerle vergiler artıyor, ekonominin büyüme hızı yavaşladığı zaman vergiler düşüyor. Ve dolaylı belgelere dayalı olmasıyla aynı zamanda da gelir dağılımını son derece bozan, Türkiye'deki geliri yüksek seviyedeki insanlar ile düşük seviyedeki insanların aynı vergiye tabi olmasını ortaya çıkaran bir yapı var. Ve son olarak, imalat sanayisinde de teknoloji yoğunluğu son derece düşük. Zaten planda da bu tespiti yapmışsınız ve onun üzerinde aslında imalat sanayi teknoloji yoğunluğunu arttırmak üzerine, orta yüksek ve yüksek teknolojili sektörlerin ağırlığını arttırmak üzerine kurulmuş bir yapı var. Tabii, bunu yapabilmek, dediğim gibi, bizim gibi yurt dışı tasarrufları yetersiz olan yani kaynakları yetersiz olan bir ülke için kaynakların doğru ve yerinde kullanılması gerektiğini bize ifade ediyor.
"Kaynakların doğru kullanılması" demek "kaynakların hiçbir usulsüzlüğe, yolsuzluğa, hukuksuzluğa mahal vermeden kullanılması" demek. "Yerinde kullanılması" demek de "onunla yapılması gereken yatırımların yapılması" demek. Çünkü iktisadın en önemli kavramlarından biri alternatif maliyettir "opportunity cost". Elinizde var olan kaynakla hangi yatırımı yapacaksınız? Bu paraları gidip israf mı edeceksiniz, inşaat sektörüne mi yatıracaksınız, yoksa bunlarla fabrika mı kuracaksınız, yoksa dediğim gibi, başka birtakım alanlara, kamu-özel iş birliği alanlarına mı kullanacaksınız? Bu alanda baktığımız zaman da Türkiye'nin kaynaklarını son derece yanlış kullandığını görüyoruz. Bakın, kamu-özel iş birliği projesi devlet içinde bir kara deliğe dönüşmüştür. Önce yap-işlet ve yap-işlet-devretle başlayıp sonra sağlık hastaneleri çerçevesiyle, modeliyle devletin de dâhil olduğu yap-kirala şeklinde bir model var ortada. Fakat şunu biliyoruz: Fizibilitenin doğru yapılmadığını. Sözleşmeleri göremiyoruz, görmek istediğimiz zaman "ticari sır" deniliyor. İyi ama bunların finansmanı hazineden çıkıyor, hazine demek bizim vergilerimiz demek. 1'e yapılacak işler 10'a yaptırılmış, garantiler verilmiş; otoyollarda, köprülerde geçiş garantileri, havaalanlarında uçuş garantileri ve üstüne üstlük garantiler dolar cinsinden verilmiş, döviz cinsi, euro cinsinden verilmiş.
Bakın, bu sene için önümüze bütçe geldi. Kamu-özel iş birliği projesi ve şehir hastanelerinin bütçeye yükü 2024 yılında 162,4 milyar Türk lirası, 2025'te 240,8 milyar Türk lirası, 2026'da 270,3 milyar Türk lirası. Önümüzdeki üç yılda 673,5 milyar lirayı biz kamu-özel iş birliği modeline vereceğiz ki bunlar belli bir döviz kuru yaklaşımıyla yapılmış, dövizdeki artış biraz daha yüksek olduğu zaman bu rakamların çok daha yukarıya doğru çıktığını görüyoruz. Yani bunlar yapılırken biz bunu hep söyledik, dedik ki: Bugünkü değer hesabı "present value rule" vardır. Biz Planlamada yetiştik, devletin temel programı kamu yatırım programına alınır. Geçmişte devletin köprülerini, otoyollarını, hastanelerini devlet yapıyordu. Bir bakarsınız "Biz bunu devlet olarak yapsak ne kadara mal olur, özel sektöre yaptırdığımız zaman ne kadara mal olacak?" Çünkü ya bir kısım vergilerden, gelirlerden vazgeçiyorsunuz ya da aynı zamanda şehir hastanelerinde olduğu gibi yirmi beş yıl boyunca buna kira ödüyorsunuz. Bunu bugünkü değerle karşılaştırıp bir hesap yapmak lazım, bu hesaplar yok ne yazık ki, devlet bu hesapları yapmamış ve bugün âdeta bir kara deliğe dönüşmüş.
Kur korumalı mevduat sisteminin maliyeti 2022 yılında 165 milyar lira, 2023'ün ilk yarısında da -Merkez Bankası Başkanı geldiği zaman açıkladı- yaklaşık 150 milyar lira, hazine ve Merkez Bankası... Tabii, biliyorsunuz hazinenin kur zararı Merkez Bankasına devredildi; ona da karşı çıktık, aslında bunun yerinin hazine olduğunu söyledik çünkü Merkez Bankasının kârları da sonra hazineye aktarılıyor. Hazineye aktarılmasında, hazinenin izlemesinde şöyle bir avantaj vardı: Kamuoyu bunu ay ay görüyordu, şu anda biz görmüyoruz. Ne zaman göreceğiz? Belki yıl sonunda. Ama tahminî olarak yapılan, Merkez Bankası analitik bilançosu üzerinde yapılan birtakım hesaplamalarda -ki kamuoyu bunu yapıyor, akademisyenler yapıyor, gazeteciler yapıyor- rakamların yaklaşık 750 milyar liraya ulaştığı gözüküyor çünkü özellikle yılın ikinci yarısında döviz kurunda çok ciddi artışlar oldu. Şimdi burada baktığımız zaman Türkiye'nin mevduat yapısı son derece çarpık, elinde büyük çapta mevduatı olan insanların sayısı yüzde 1'lerin altında. O zaman aslında milyonlarca insandan alıp bir avuç insana, elinde büyük ölçüde parası olan insanlara bir transfer. Yani bunlar önemli, bu kaynaklar bizim ülkemizin büyümesi için, gelişmesi için, imalat sanayisinin gelişmesi, tarım sektörüne gerekli destekler, fabrikalar kurmak, yeni iş yerleri açmak, istihdam sağlamak için kullanılması gerekirken bu modellere gidiyor. Böyle bir yapının son derece çarpık olduğunu ifade etmek istiyorum.
Diğer taraftan tabii birçok bölüm var içinde, ben özellikle bölüşüm üzerinde odaklanmak istiyorum. Şimdi, tabii, istihdam piyasası... Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı, bakın, işsizlik oranı. İşsizlik oranını biz burada konuşuyoruz, burada da konuştuk. Ne işsizlik oranı? Ağustos 2023 itibarıyla söyleyeyim, yüzde 9,2; 3,2 milyon kişi ama gerçek işsizlik oranı bu değil çünkü eksik ve yetersiz istihdam var ve potansiyel iş gücü var, iş bulma ümidi olmadığı için iş aramayan ya da çalışma isteğinde olan ama aynı zamanda resmî iş arama kanallarını kullanmayanları da koyduğunuz zaman yüzde 9,2 yüzde 22,8'e çıkıyor; son rakamı verdim. Burada mevsimsellik var tabii ki, onu da biliyoruz yani yaz dönemi aslında, bu ağustos dönemi genel anlamda istihdamın yüksek olduğu bir dönem, işsizliğin az olduğu, turizm sektörünün, inşaat sektörünün devreye girdiği bir yapı. Ama gerçek, biraz önce de söylediğim gibi, atıl iş gücü yüzde 28,8; 8,8 milyon kişiye işaret ediyor, çok yüksek rakamlar bunlar. Kayıt dışılık oranı yüzde 27. Sendikalaşma oranı Bakanlık rakamlarına göre yüzde 14,76; DİSK gibi birtakım sendikalara göre de yüzde 12'ler seviyesinde, özellikle inşaat sektöründe, turizm sektöründe çok yaygın. Sendikalı işçilerin bir kısmının toplu sözleşme hakkı yok. Daha vahimi, reel ücretler düşüyor, yükselmiyor. Bakın, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının hazırladığı "Ekonomik ve Sosyal Gelişmeler" kitabının bir tablosu vardır; İmalat Sanayinde Reel Birim Ücret Endeksi. Oraya baktığımız zaman çok açık ve net olarak görüyoruz, 2009 yılında -ki endeksin başları, daha geriye de gidebiliriz, tabii 1'den çok olan seriyi birleştirmemiz gerekiyor- endeks 102,1'miş, 2022'de 105,3 olmuş TL cinsinden, on üç yıllık artış sadece yüzde 3,1; dolar cinsinden 112,5'muş, 63,9'a düşmüş, reel ücretlerde eksi 43'lük bir erime var; reel ücretler artmıyor, ücret seviyeleri düşüyor.
Asgari ücret açısından baktığımızda dünyanın hiçbir ülkesiyle kıyaslanamayan bir durum var ortada. Asgari ücretli çalışanların oranının en yüksek olduğu ülke Türkiye, yaklaşık yüzde 50. Asgari ücretin biraz üstü, biraz altı civarındaki ücretle baktığımızda çalışanların yarısı asgari ücretle çalışıyor. Türkiye Avrupa Birliği ülkeleri içinde en düşük asgari ücrete sahip ülkelerden biri, şu anda 2'nci sırada. Ve ilginç olan, asgari ücret ile ortalama ücret arasındaki fark gittikçe kapanıyor, ortalama ücret asgari ücrete yakınsıyor yani ücret seviyeleri açısından Türkiye çok vahim bir durumda. Asgari Ücret Tespit Komisyonu -aslında bunu da söyledik, her zaman söylüyoruz- çalışan bir kişinin, sadece kişinin asgari ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir tanım yapmış ama dünyanın her yerinde öyle değil. Dünyanın her yerinde çalışanın ve ailesinin insan onuruna yaraşır bir yaşam sürmesi için asgari ücretin var olması gerektiği söyleniyor ve oranı da yüzde 4, yüzde 5.
Bakın, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin 23'üncü maddesi diyor ki: "Çalışan herkesin kendisine ve ailesine insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlama..." Avrupa Sosyal Şartı diyor ki: "Çalışanların kendilerine ve ailelerine saygın bir yaşam düzeyi sağlayacak ücret hakları vardır." ILO aynı şekilde. Bütün bunların hepsini yaparken Türkiye'de çalışana ve ailesine insan onuruna yaraşır bir ücret seviyesi yok ne yazık ki. Asgari ihtiyaçlar...
Bugün sendikalar düzenli olarak açlık ve yoksulluk sınırını belirliyor; asgari ücret 11.402 lira, şu anda sadece açlık sınırı 13.300'ler civarında. 4 kişilik bir ailenin dengeli ve sağlıklı beslenmek için yapması gereken gıda harcaması 11 binin 2 bin lira üstüne çıkmış durumda. Bunun içinde kira yok, elektrik, su, doğal gaz yok, eğitim, sağlık, ulaştırma, giyim, hiçbir şey yok. E böyle bir şey aslında bölüşüm ilişkilerinin gittikçe bozulduğunu gösteriyor. Nitekim devletin resmî rakamlarında da zaten bu ortaya çıkıyor. Bildiğiniz üzere, millî gelir 3 şekilde hesaplanıyor; üretim yöntemi, harcama yöntemi, gelir yöntemi. Gelir yönteminde 2 üretim faktörünün millî gelirden aldığı pay var. Orada iş gücü ödemelerinin yani emeğin millî gelirden aldığı pay 2016 yılında yüzde 36,3'müş, 2022 yılında yüzde 26,5'e düşmüş; 36,3'ten 26,5'e, 10 puanlık bir azalış var. Bu, TÜİK'in millî gelir istatistikleri. Bütün bunların hepsine baktığımız zaman aslında emeğiyle geçinenlerin gittikçe yoksullaştığı, gelir dağılımının gittikçe bozulduğu bir yapı var.
Tabii, bu tespitlerimiz var ama Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı, ilginç olan şu: Bu planda bunlara ilişkin ciddi hiçbir tedbir yok. Bu planda istihdam piyasasını, çalışma hayatını düzeltmeye ilişkin ciddi bir tedbir ben görmedim. Bu planda ben gelir dağılımının düzeltilmesine ilişkin ciddi bir plan görmedim, ne ciddi bir vergi reformu ne ciddi anlamda reel ücretlerin artırılması, buna ilişkin bir politika seti yok. Sanki bu konular yok sayılmış. Üretim kısmına itirazımız yok, tabii ki önemli, Türkiye'nin üretimi, rekabet gücünü sağlaması, imalat sanayisi sektörünün öncülük ettiği bir model, yeşil dönüşüm, dijital dönüşüm, bunların hepsine tabii ki "evet" diyeceğiz, üretim boyutu bunlar ama bölüşüm boyutunda bu plan ciddi eksiklikler içeriyor.
Bakın, çok ilginç, planın 778'inci maddesinde -bunu da başka bir şeyi vurgulamak için söyleyeceğim- diyor ki: "Ekonomik politikaların gelir dağılımı üzerinde etkili sosyal politikalarla bütüncül bir anlayış içinde oluşturulması amacıyla Ekonomik ve Sosyal Konsey etkin hâle getirilecektir." Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı, buna ne diyebiliriz? 2009 yılının Şubat ayından beri anayasal bir kurum olan Ekonomik ve Sosyal Konseyi toplamıyorsunuz. Neden toplamıyorsunuz? Şimdi gelir dağılımı için mi toplayacaksınız? Bunu toplamanız gerekiyordu, düzenli olarak yılda üç dört kere toplanacak. Burası baktığınız zaman, Türkiye için de bir ortak uzlaşma mekânıdır, uzlaşma ortamıdır.
Şimdi orta vadeli programı açıklarken sizin yaptığınız sunuşta dediniz ki: "Bunun iki şeyi var; bir taraftan bürokrasi bu çalışmalara katıldı, bir taraftan da paydaşlar var, değişik kurumlarla konuştuk." Onların isimlerini zikrettiniz. Güzel bir şey tabii bu ama esas bu konuyla ilgili olarak anayasal bir kurum olan Ekonomik ve Sosyal Konseyi toplamıyorsunuz. Ekonomik ve Sosyal Konseyin toplanması sizin orta vadeli program ya da plan hazırlarken bir kısım paydaşlardan, konuyla ilgili meslek örgütlerinden, işçi-işveren örgütlerinden görüş almanız gibi değil çünkü onun bir bağlayıcılığı var, onun bir sekretaryası var; orada alınan kararlar uygulanıyor, sonrasında izleniyor, hayata geçiriliyor. Şimdi, burada "Ekonomik ve Sosyal Konsey etkin hâle getirilecek." Başka da bir yerde Ekonomik ve Sosyal Konsey geçmiyor. Lütfen Ekonomik ve Sosyal Konseyi toplayın, bu anayasal bir kurumdur aynı zamanda ve Türkiye'nin uzlaşma mekânıdır.
Yoksullukla mücadele, sosyal yardım sistemi... Bakın, sosyal yardım sistemi... Burada 771'inci maddede şöyle bir ifade var: "Sosyal yardım sistemi gözden geçirilecek, iş gücüne mâni olmayacak şekilde bütünleşik bir yapıda aile odaklı ve fert başına asgari bir geliri garanti edecek şekilde yeniden karşılanacaktır." Biz uzun zamandır bu modeli savunuyoruz. Aile destekleri sigortası dediğimiz de buydu zaten, bütün sistemlerin bir arada toplanması. Bakın, bugün hâlâ -2023 Yılı Programı'nda var, yeni program henüz çıkmadı- 6 ayrı kurum sosyal yardım veriyor. Doğru olan, sosyal güvenlik sisteminde sosyal sigorta, sosyal yardım ve sosyal hizmetin hepsini bir çatı altında toplamaktır. Doğru ve ideal olan primli ve primsiz sistemlerin beraber çalıştığı bir yapıyı kurmaktır. Burada son derece ciddi, farklı farklı kurumların verdiği ve etkinlik açısından tartışılabilir bir sosyal yardım mekanizması var. Bu doğru değil, Türkiye bunu aşmak zorunda çünkü Türkiye'deki yoksulluk sorununu hem bu yaşadığımız olaylara, reel ücretlerdeki gerilemeye -enflasyon her gün artıyor, bütün insanların cebindeki para eriyor- ilişkin olarak çözecek hem yoksulluğun artmasını, yaygınlaşmasını hem de derinleşmesini engelleyecek politikalara ihtiyaç var.
Dün bir konuyu sormuştum ben, siz de cevap verdiniz; kurla ilgili "Biz kur hesabı yapmıyoruz." dediniz. Yani ben de zaten kuru zımni olarak aldım sonuç itibarıyla ama bakın, kur şunun için önemli: Sonuçta biz ne yapıyoruz? TL cinsinden millî geliri belirliyoruz, ondan sonra onu dolara bölüp dolar cinsinden millî geliri hesaplıyoruz, sonra da nüfusa bölüp kişi başına millî geliri hesaplıyoruz. Şimdi On İkinci Kalkınma Planı'nda dolar kuru 2028'de 49,64'tü -hatta söyledim "İki yıl içindeki artış sadece 2 lira." diye- ve ona dayalı olarak gayrisafi yurt içi hasıla 1,6 milyar dolar, kişi başına millî gelir de 17.554 dolardı. Kur şunun için önemli: Dolar kuru -biraz gerçekçi bir tahmin yaptım- 60 lira olmuş olsaydı ne olacaktı? O 1,589 milyar dolar dediğimiz gayrisafi yurt içi hasıla 1,314 milyar dolara düşecekti, kişi başına gelir de 14.519 dolar olacaktı. İyi ama burada hedef veriyorsunuz ya, kişi başına 25 bin, burada 17.500 diyorsunuz. Sonuç itibarıyla, döviz kurları bu açıdan önemli. Sonuçta buradaki bu rakamı koyuyorsunuz, o zaman bunu koymasaydınız. Bilemiyoruz doların ne olacağını, dolar cinsinden yapmayın hesabı ama yapmak zorundasınız çünkü sonuçta uluslararası karşılaştırmalar için de önemli. O yüzden döviz kuru önemli, döviz kurundaki yaklaşım; yoksa kendi başına dövizi nasıl tahmin ettiğiniz değil.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Ama şöyle bir yaklaşım olabilir, diyebilirsiniz ki: "Biz reel kurda bir değişme öngörmüyoruz; ne değerlenecek ne de değer kaybedecek reel kur yani yurt içi, yurt dışı enflasyon farkı kadar artacak nominal kur." Böyle bir şey söylenebilir, bu bir yaklaşım ama burada öyle bir şey yok.
Son olarak, tabii şunu da söylemek lazım: Aslında bütün bu konuştuğumuz şeylerin hepsi demokrasi, hukuk devletiyle iç içe. Ekonomi sadece arz talep, piyasa, orada verilen, ekonomik aktörlerin verdiği karardan ibaret değil. Ülkede gerçek bir demokrasi ve hukuk devleti yoksa o ülkenin ekonomisinin de iyi gitmesi mümkün değil çünkü demokrasi ortak akıl demek. Bakın, bugünkü sistem, Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemi bütün yetkileri 1 kişiye veren bir sistem; bu, doğru bir sistem değil. Bu sistem içinde bütün kararlar bu şekilde alınıyor. Cumhurbaşkanının "Faiz sebep, enflasyon sonuç." tezi bugün Türkiye'yi içinde bulunduğumuz, bu son iki yıl içinde yaşadığımız çalkantılara çok ciddi anlamda soktu ve bakıyorum, siz -işte, dün de konuştuk- dış etkenleri saydıktan sonra içeride de şöyle geçiyorsunuz orada: "Döviz kurundaki dalgalanmaların da etkisiyle..." İyi ama döviz kurundaki dalgalanmalar kendi kendine oluşmadı ki, döviz kurundaki dalgalanmalar enflasyonun arttığı bir ortamda faizlerin düşürülmesi nedeniyle oluştu. Bu yüzden olması gereken... Bu, doğru bir sistem değil -her zaman söylüyoruz- aslında Türkiye'nin ihtiyacı olan, yetkilerin paylaşıldığı ciddi bir güçlendirilmiş parlamenter sistemdir. Bugünkü mevcut sistem içinde geçmişte bu ülkede bakanlar nasıl seçilirdi? Biliyorsunuz, ağırlıklı olarak -istisnalar dışında- seçilmiş milletvekilleri içinden bakanlar oluşurdu, bir Bakanlar Kurulu olurdu ve hem Parlamentoya karşı, Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı hem de kendilerini seçmiş vatandaşlara karşı sorumlu olurlardı; bugün öyle bir sistem yok, bugün mevcut sistem içindeki bakanlara baktığımız zaman tek sorumlu oldukları kişi Cumhurbaşkanı. Geçmişte üçlü kararname vardı, ilgili bakan önerir, başbakan olur verir, Cumhurbaşkanı onaylardı; şimdi öyle bir sistem yok, her şey bir kişinin iki dudağının arasında. Böyle bir sistemde ekonominin iyi gitmesi mümkün değil, böyle bir sistemde bir tutarlılık olması, kurallı bir ekonomi olması mümkün değil. Gene Cumhurbaşkanı kararnamesinde sayılmış "TÜİK Başkanı dört yıllığına görev yapar." "Merkez Bankası Başkanı dört yıllığına görev yapar." Oradaki ilgili tablolarda var. İyi ama dört yıllığına değil, baktığımız zaman ortalama bir-bir buçuk yıl görev yapıyorlar. Şimdi, bu sistem bu şekilde baktığımız zaman Türkiye'nin ihtiyacı olan...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN MEHMET MUŞ - Sayın Türeli, ilave süreniz de tükendi, tekrar süre veriyorum; toparlayın lütfen.
RAHMİ AŞKIN TÜRELİ (İzmir) - Bitireceğim, teşekkür ederim Sayın Başkan.
Gerçekten Türkiye'nin ciddi, gerçek bir demokrasiye ihtiyacı var; her anlamıyla, tüm kurum ve kurallarıyla hukuk devletinin işlediği, yargının bağımsız olduğu, ortak akla dayanan, kurumların yetkilerinin arttığı bir yapıya ihtiyaç var. Bakın, burada, bunun içinde, On İkinci Plan'da hep kurumdan, kurumların, kurumsal yapıların kuvvetinden de bahsediliyor; iyi ama işte -dün de konuştuk- artık Devlet Planlama Teşkilatı yok, Devlet Personel Başkanlığı yok; bir sürü kurum, var olan hafızalarıyla birlikte yok edildi. Bunları alıp başka bir kurumun bünyesi içine koymak bu sorunu çözmüyor. Siz dün de dediniz "Bunlar ikincil." diye. Tabii, ki doğal olarak bir plan yapılacak, bir kurum yapacak ama çok güzide bir kurum vardı ortada, o güzide kurumu ortadan kaldırmanın bir anlamı yok ki. Önemli olan, kurumları yaşatmak; o kurumlar ne kadar uzun süreli olursa o kadar iyi olur, hafıza bu şekilde oluşur. Oralarda oluşan kültürü, birlikte çalışma kültürünü bugün başka bir ortamda, başka bir yerde yaratmak mümkün değil. Son söz olarak bunu söylemek istiyorum.
Yani tabii, plana baktığımız zaman, bizim planlama deneyimimize ve Anayasa içinde var olan anlamına da baktığımızda, ekonomik, sosyal, kültürel kalkınmanın sağlanması... Ama elbette bunu siyasal ayağıyla birlikte düşünmeye ihtiyaç var. Hem bu konularda On İkinci Kalkınma Planı, tabii, dediğim gibi, önümüzdeki beş yıl için bir yol gösterecek ama bunun içinde var olan... Biraz önce de söyledim, gene birçok alan var aslında söyleyebileceğim, belki bir kısmını yeniden sorularla söyleriz; hepsine birden girmek zamansal açıdan mümkün değil ama özellikle bölüşüm açısından şimdi ele aldığım konularda ciddi eksiklikler içerdiğini düşünüyorum.
Teşekkür ediyorum.