| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | On Birinci Kalkınma Planının (2019-2023) Sunulduğuna Dair Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi (3/777) |
| Dönemi | : | 27 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 16 .07.2019 |
DURMUŞ YILMAZ (Ankara) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.
Plan ve Bütçe Komisyonunun değerli üyeleri, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımız ve değerli bürokratlar; tekrar hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Dün soru-cevap kısmında, 2018 yılı sonu itibarıyla ulaştığımız nominal olarak Türk lirası cinsinden 3 trilyon 701 milyar dolarlık millî gelirin dönem sonunda, tartıştığımız beş yıllık plan sonunda 7 trilyon 453 milyar TL'ye çıkacağını, burada ortalama yüzde 4,3 büyüme olduğunu, dolayısıyla bu rakama ulaşabilmemiz için deflatörün ne olduğunu sordum ama arkadan bir arkadaş bu soruya "Başkan bu işi yanlış biliyor." dedi, bunun üzerine Sayın Cumhurbaşkanı Vekilim de aynı cümleyi tekrar etti. Yanlış biliyor olabilirim, eksik bildiğini bilmek de bir fazilet, dolayısıyla her şeyi bildiğim iddiasında da değilim ama maalesef sizin heyetiniz her şeyi bildiği iddiasında, o da ayrı bir şey. Bana kullandığınız deflatörü verseniz ne kaybedersiniz? Ve ben oradan da hareketle, ortaya koyduğunuz büyüme hızını ve oradan ortaya çıkan enflasyonu ve nominal millî geliri piyasa değerleriyle bir kontrol etsem ne zararı olur bunun? Verirseniz de verin, vermezseniz de vermeyin ama ben ne sorduğumun ve ne bilgi istediğimin farkındayım.
İkinci bir husus: Bence, sayı ve rakamlara en iyi hâkim olan kurumlardan biri olan eski Devlet Planlama Teşkilatımızın değerli mensupları bu konuyu en iyi bilenler. Bir konuyu tartışırken bunun bir bazının olması lazım. Baz nedir? "Biz, şu kadar yol yaptık, şu harcamayı şuradan şuraya getirdik." Bu rakamlar doğru fakat bunun anlaşılır bir anlamının olabilmesi için bir zaman diliminin olması lazım. "Şu seneden şu seneye kadar, şu kadar yılda, şu kadar kaynak kullanarak, şu bazdan aldık ve buraya getirdik." Dolayısıyla da bu bize bir mukayese imkânı verir. Dersiniz ki: "Türkiye'de millî gelir yüzde 1.500 büyüdü." Ne zaman? 1950'den bu tarafa. Peki, onun bazı neydi? Bunu vermeniz lazım ki bunu neyle kıyasladığımı, iyi mi yaptınız, kötü mü yaptınız, doğru mu, fazla mı, daha iyisi yapılabilir miydi... Yapılabilmesi için 3 şartın olması lazım; bir zaman boyutunun olması lazım, harcadığınız kaynağın ne olduğunun ve bir de bunu nasıl etkin kullandığınızın ortaya çıkması lazım.
"26 bin kilometre yol yaptık, tünel yaptık." Siz bunları yapacaksınız. Dediğim gibi, 1994'te belediye olarak iktidara geldiniz, 2001'de de hükûmet olarak iktidara geldiniz, neredeyse yarım asır; bu yarım asırda siz bu hizmetleri yaparken bu milletin 2,2 trilyon dolar bütçe kaynağını kullandınız, vergisini kullandınız, üstüne, 70 milyar dolarlık özelleştirme kullandınız, bunun üzerine 130 milyar dolarla devraldığınız kamu-özel borcunun üzerine bir 350 milyar da borçlanarak para harcadınız. Evet, yol yaptınız, hastane yaptınız, köprü yaptınız, tünel yaptınız; bunları bize söylemenizin bir anlamı yok. Bizim millet olarak size bir teşekkür borcumuz da yok. Siz, bizim paramızla bize bu hizmetleri vermek için iktidara geldiniz, bizim size minnet duyma borcumuz yok. Bizim kaynaklarımızı etkin kullandınız mı, doğru kullandınız mı, verimli kullandınız mı; sizin bize vermeniz gereken hesap bu, yoksa "Yol yaptım." demek değil. Biz pozisyon değiştirsek, sizin oturduğunuz yerde biz otursak, bizim oturduğumuz yerde siz otursanız ve bu soruları bize siz sorsanız vallahi ben "Siz haklısınız." derim, başka söylenecek bir şey yok. Dolayısıyla, bu kadar kaynağı kullandınız, siz bize her zaman şunu söyleyin: "Evet, biz, önceki yönetimlere göre bunu daha etkin kullandık, daha fazla hizmet ürettik, bu kıt kayakları daha etkin kullandık." Ama böyle bir şey yok. "26 bin kilometre yol yaptık." Kaç yılda? Ne kadar kaynak kullandınız? Biraz önce verdiğim rakamları siz milletin yararına kullanmayıp da -çok defa söyledim, bir kere daha söylüyorum- yahu siz Kanarya Adaları'na tatile mi gideceksiniz? Elbette yol yapacaksınız ve bizim size hiç teşekkür borcumuz yok. Size soru sormak, sizi denetlemek, sizi kontrol etmek bizim vazifemiz; vatandaş olarak görevimiz bu.
Bu plana baktığımızda, 246'ncı paragrafta İstanbul finans merkezinin olmasıyla ilgili 2 satırlık bir düzenleme var. Şimdi, İstanbul finans merkezinin olmasını tabii herkes istiyor ve İstanbul da bunu hak ediyor. Geçmişte bununla ilgili olarak da zamanın Devlet Planlama Teşkilatı bir yönetmelik çıkardı ve epey de üzerinde düşünüldü fakat geldiğimiz nokta itibarıyla, bir yörenin, bir şehrin, bir "hub"ın finans merkezi olabilmesi için temel hukuk kuralları lazım, vergi kanunlarında düzenleme yapılması lazım ki yabancı buraya gelebilsin. Bunun kültürel boyutu var, yabancı buraya banka şubesi açacak, şirketinin merkezini buraya taşıyacak, buradan işlemlerini, operasyonlarını yürütecek, onun başına genel müdür getirecek, daire başkanı getirecek; bu adamın çoluğu çocuğu var, burada kaliteli eğitimin olması lazım, kültürel hayatın olması lazım. Londra niye finans merkezi? Londra'da bir tiyatro dört sene gidiyor, hiç aralıksız tiyatro dört yıl oynuyor. Frankfurt niye öyle? Paris niye öyle? Bunun için. Bütün bunların olması lazım. Bütün bunları da bir kenara bırakalım, bir de ekonomik gerçeklikleri var bunların. Eğer İstanbul'u biz finans merkezi yapıyorsak bu ekonominin kendi parasını üzerinden işlem yapılabilir hâle getirmesi lazım. Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla Türk ekonomisi 2001 krizinin seviyesinde dolarize olmuştur, biz kendi elimizle kendi paramızın itibarını ortadan kaldırdık, bankacılık sistemindeki toplam mevduatın neredeyse yarısından fazlası yabancının parası; Amerika'nın doları, Avrupa'nın eurosu, İngiliz'in sterlini üzerinden işlem yapıyoruz, tasarruf yapıyoruz ve böylelikle de İstanbul'u finans merkezi yapmaya çalışıyoruz. Geldiğimiz nokta şu: İstanbul Ataşehir bir inşaat merkezi hâline geldi ve inşaatçılıktan başka da bir şey değil. Yani buradan İstanbul'un Türkiye'nin bir finans merkezi olması mümkün değil. En son yayınlanan dünya finans merkezleri sıralamasında da zannedersem İstanbul 6 basamak geri gitti. Bunları dikkate almamız lazım.
Diğer bir husus: Planın ikinci bölümünde, büyümeyle ilgili 170'inci paragrafta, benim de beğendiğim ve takdir ettiğim ve dolayısıyla da doğru bulduğum bir kalkınma modeli var. Bu model şu ana kadar uygulanmakta olan modeli zannedersem değiştirecek eğer başarılı olursak. Eğer bunda başarılı olursak gideceğimiz nokta şu: İthalat bağımlılığımız azalacak çünkü sanayileşmeyi öne çıkarıyor ve ihracatı öne çıkarıyor dolayısıyla sıcak paraya da ihtiyacımız kalmayacak. Bunu da nereden çıkarıyoruz? Takip eden 176'ncı maddeden. 176'ncı maddede de tasarrufların artırılacağı söyleniyor. Bildiğiniz gibi, tasarruflar 2 şeyin fonksiyonu; bir, getirinin fonksiyonu; iki, millî gelirin fonksiyonu. Eğer bireylerin millî geliri artıyorsa, bireylerin de harcanabilir "disposable" imkânları, gelirleri artıyorsa o zaman daha fazla tasarruf edebilirler. Diğeri de harcama yapmayıp da geleceğe ertelediklerinde elde edecekleri gelir. Peki, bu neyle belli olacak? Bu gelir, faiz oranlarıyla, faiz oranlarının belirlediği genel getiriyle olacak. İleride, 288'inci paragrafa baktığımızda, orada faizle ilgili bir düzenleme var. Bu faizle ilgili düzenleme, şu anda, üç yüz elli, dört yüz yıllık ekonomi biliminin kabul ettiği ve üniversitelerde öğretilen, ders kitaplarında geçen genel kabul görmüş konseptlerin tam tersi. Eğer iki değişken arasında bir korelasyon varsa bu, otomatik olarak bunların sebep sonuç ilişkisini de ortaya koymaz. Ama bu 288'inci paragraf şu varsayımdan hareket ediyor, diyor ki: "Faiz, enflasyonun ve dolayısıyla da diğer bütün ekonomik hastalıkların sebebidir." Bunu düşürdüğümüz zaman Türkiye ekonomisinde tasarruflar artacaktır, tasarruflar arttığı zaman biz kendi öz kaynaklarımızla yatırımlarımızı finanse edeceğiz, buna bağlı olarak enflasyon düşecek ve dolayısıyla da daha yukarıda bir millî gelir sahibi olacağız ve buradan da refahımız artacak.
Dediğim gibi, bu varsayım veyahut da bu inanış, şu andaki bizim uygulamakta olduğumuz ve içinde parçası olduğumuz, uluslararası piyasalarda kabul gören kapitalist ekonomiye uygun değil. Normatif olarak uygun değil anlamında söylemiyorum, pratiğe de ters. Eğer bunun başka bir alternatifi varsa, olabiliyor ise... Sayın Cumhurbaşkanı dedi ki: "Faiz bütün kötülüklerin anasıdır." Hazreti Peygamber'in "İçki bütün kötülüklerin anasıdır." varsayımından hareketle aynı yükü faize de yükledi. Evet, faiz bütün kötülüklerin anasıdır. Bakara 275'inci ayetin ne olduğunu da biliyoruz. Bununla ilgili olarak ben okudum, daha önce de söyledim bunu, bir kere daha söyleyeyim: Seyyid Kutub'un Fî Zılâl'il Kur'an'ında 275'inci ayetle ilgili 27 sayfa açıklama var. Efendim, Elmalılı Hamdi Yazır'ın Tefsir'inde var 21 sayfa. Hayreddin Karaman ve arkadaşlarının var aynı, işte 11-12 sayfa. Keynes bile Hayreddin Karaman'ın Tefsir'ine girmiş. Eğer böyle bir şey var ise bunu açık, net bir şekilde ortaya koyun ve bunu da toplum öğrensin, bilsin ve dolayısıyla da biz, kapitalist ekonominin içerisinde işlem görmüyoruz, operasyon yapmıyoruz, biz bambaşka bir dünyadayız diyelim. Ona göre de gerçekten enflasyonu düşürecek, büyümeyi hızlandıracak, işsizliği azaltacak, gelir dağılımında adalet gelecekse buna kimin itirazı olabilir? Ama böyle bir şey söz konusu değil. Bu da beni şu noktaya getiriyor: Enflasyon ve para politikasıyla ilgili, bölümde yapılan düzenleme var. O düzenlemede, Merkez Bankası-Hükûmet ilişkisi konusunda şu anda var olandan farklı bir düzenleme yok, aynı düzenleme devam ediyor. Nedir bu düzenleme? Merkez Bankası fiyat istikrarından sorumlu dolayısıyla Merkez Bankası bu görevini yerine getirirken önüne bir hedef koymak durumunda, koyduğu bu hedefi de Hükûmetle birlikte belirleyecek -şu an durum bu- dolayısıyla bu program bunu değiştirmiyor. Merkez Bankasının -söylenmiyor burada ama- şu andaki uygulamadan hareketle araç bağımsızlığı var. Merkez Bankası bu araç bağımsızlığını kullanarak Hükûmetle birlikte belirlediği bu amacı gerçekleştirecek. Fakat Sayın Merkez Bankası Başkanının görevden alınmasından sonra toplumda ortaya çıkan tartışmanın geldiği nokta şu: Bundan sonra Merkez Bankasının sadece araç ve operasyon bağımsızlığı mı olacak, yoksa amaç bağımsızlığı ortadan kaldırılacak mı? Sayın Cumhurbaşkanının sarf ettiği sözlerden hareketle anlıyoruz ki Merkez Bankasının amaç bağımsızlığı şu anda tehlike altında.
Şimdi, Merkez Bankasının bağımsızlığı ne demek, ona bir bakalım. Merkez Bankasını yönetenler bizim gibi insanlar, ortalama IQ'su olan insanlar, onlar da bu toplumun içerisinden çıktı; onlar da bizim gibi yerler içerler, bizim yaptığımız hataları onlar da yaparlar. Dolayısıyla onlar layüsel değiller ve onlar çok üstün zekâlı vesaire de değiller. Bu, şahıslarla vesaireyle ilgili değil fakat bir sistem meselesi bu. Sistemi niçin Merkez Bankası bağımsızlığında konuşuyoruz? Şunun için konuşuyoruz: Ta David Ricardo'nun zamanında, 1830'lardan, 1840'lardan beri toplumun sorduğu bir soru var: Harcamayı yapan ile likiditeyi temin eden -parayı harcayan- ikisi aynı olursa acaba harcayan sürekli harcarsa bu toplum nereye gider? Bu soru sorulmuş ve dolayısıyla da ortaya çıkan sorunun cevabı: Mümkün olduğu kadar harcamayı yapan ile bu likiditeyi temin edenin ayrı olması gerektiği konusunda zaman içerisinde bir gelişme olmuş. Bu, Amerika'da da böyle. Bu para basma işinden dolayı Amerika 3 tane bankayı kapatmak zorunda kaldı ve şu anda "Federal Reserve" denilen Amerika'nın Merkez Bankası kurulurken o dönemde ortaya çıkan toplumsal tepkiden, Merkez Bankasına olan tepkisinden dolayı da adına "Merkez Bankası" demediler, "Federal Reserve" dediler, toplumu bir bakıma uyuttular ve o zamanın zenginleri gittiler, gizli bir adada toplantı yaptılar ve ondan sonra da Federal Reserve'ü kurdular. Bunu niçin söylüyorum? Şunun için söylüyorum: Bugün para basma ile ekonomi yönetiminin arasında ve likiditenin arasında para basmayı kısıtlayan bir şey yok, bu sadece bir mürekkep ve kâğıt işi. Kağıdınız ve mürekkebiniz olduğu sürece, siz istediğiniz kadar para basabilirsiniz ve bunun sonucunda da ülkenizi mamur da edebilirsiniz, harap da edebilirsiniz. Ama geçmişte kontrolsüz olarak basılan bu paraların ülkeleri harap ettiği ortaya çıktı ve Amerika Birleşik Devletleri'nde 3 başkan da bundan dolayı hayatından oldu, suikasta uğradı.
Eğer izin verirseniz şöyle devam edeyim: Ekonomideki toplam mal ve hizmet üretimini dolandırabilmek, el değiştirebilmek için ihtiyaç duyulan bir likidite var. Buna bugünkü konseptle "M3" dersek yani "M3 tanımlı para" dersek bunun bileşenleri şunlar: Dolaşımdaki banknotlar var, bu dolaşımdaki banknotların üstüne bir de madenî paralar var. Dolaşımdaki banknotların bir kısmı bizim cebimizde, bir kısmı bankaların kasasında. Bunun toplamına biz emisyon diyoruz. Dolayısıyla, emisyon hacmi, şu anda, zannedersem, 140-150 milyar TL civarında, 5-10 milyar TL de bankaların kasasında var. Onu toplamdan çıkardığımızda net emisyon kalıyor. Bunun üzerine bankaların vadesiz mevduatını, vadeli mevduatı, repoyu, para piyasası fonlarını, bankalarla ihraç edilen menkul kıymetleri vesaireyi koyduğumuzda toplam M3'e ulaşıyoruz. Dolayısıyla, bu bize toplamda ekonomide üretilen büyümeyi de dikkate alarak mal ve hizmetlerin dolaşımını sağlayacak olan parayı, likiditeyi veriyor. Fakat bununla ilgili olarak Merkez Bankasının ilk iki hususta yani madenî paralar ve dolaşımdaki banknotlar -banka kasalarındaki hariç- üzerinde otomatik kontrolü var, eğer kendi gişesinden dışarıya para vermezse likiditeyi kontrol eder. Ama zaman içerisinde görüldü ki finansal inovasyondan dolayı, icatçılıktan dolayı Merkez Bankasının bu tür enstrümanların tamamını kontrol etmesi imkânsız hâle geldi, çok zor hâle geldi. Çek yazıyorsunuz, çek aslında bir ödeme aracı ama şu anda çek Türkiye'de kredi aracı olarak kullanılıyor. Ben 10 milyon TL'lik çek yazıyorum, çek 7 kere el değiştiriyor, 70 milyon TL'lik bir işlem hacmi ortaya çıkıyor. Merkez Bankası da bunu kontrol edemeyince... Önceden parasal büyüklüğü kontrol ederdi Merkez Bankası, biraz önce söyledik, M1, M2, M0'ı kontrol ederken bunun kontrol edilemezliği ortaya çıktı ve bunun için de elinde ne vardı? Kısa vadeli faiz oranları vardı, son kırk yılda ortaya çıkan makro ihtiyati tedbirler... Yani şu anda çoğunluğunu BDDK'nin, bir kısmını da Merkez Bankasının kullandığı yasal düzenlemeler. Bunların da yeterli olmadığı ortaya çıktı ve dolayısıyla Merkez Bankasının beklentileri yönetmesi, toplam likiditeyi yönetmesi için son derece elzem olduğu için "enflasyon hedeflemesi" diye bir kavram ortaya çıktı. Bu enflasyon hedeflemesinin özü, esası ekonominin ihtiyaç duyduğu kadar para basılması...
(Oturum Başkanlığına Başkan Lütfi Elvan geçti)
BAŞKAN - Sayın Yılmaz, son iki dakikanız...
DURMUŞ YILMAZ (Ankara) - O zaman bu şeyi bırakıyorum, şu noktaya geliyorum: Sayın Cumhurbaşkanı Vekilim, şu anda ekonominin üzerinde çok büyük bir yük var. Bizim şu anda üretimi konuşmamız, yatırımı konuşmamız gerekirken biz faizi, kuru vesaireyi konuşuyoruz ve bunun için de yapılması gereken şey... Ben size şunu soruyorum: Eğer Merkez Bankasının bağımsızlığı konusuna inanıyorsanız ve bu konuda da samimiyseniz, o zaman bunun gereğini yapın çünkü Merkez Bankası bağımsızlığı denilen şey Kur'an'da yazan, İncil'de yazan, Tevrat'ta yazan, Budizm'de yazan bir şey değil; beşerin ortaya çıkan ihtiyaçları çerçevesinde aklın ortaya koyduğu ve bilim dünyasının ortaya koyduğu bir şey. Eğer buna inanıyorsanız, kabul ediyorsanız ve bunun için de Merkez Bankası bağımsızlığının gerekli olduğuna inanıyorsanız bunun gereğini yapın lütfen ama buna inanmıyorsanız "Merkez Bankasının bağımsızlığı doğru değildir, Merkez Bankasının Hükûmetin bir teknik birimi olması lazım, diğer bakanlıklardan farkı yoktur." diyorsanız o zaman lütfen bunun da gereğini yapın. Çünkü Sayın Cumhurbaşkanının bir teorisi var, diyor ki: "Faiz enflasyonun sebebidir." Eğer bu doğruysa buna yüzde yüz inanıyorsa ve buna rağmen siz bunu yapmıyorsanız vebal altındasınız. Şu anda elinizde siyaseten imkân var. Gidin Merkez Bankası Kanunu'nu değiştirin, Merkez Bankasını teknik bir birim hâline getirin, toplumu bu belirsizlikten kurtarın ve deyin ki: Bundan sonra eldeki veriye göre, Merkez Bankası verileri inceleyecek, araştıracak, Hükûmete, Sayın Cumhurbaşkanına bir öneride bulunacak, faizin ne olacağına, kurun ne olacağına Cumhurbaşkanı karar verecektir. Bu son derece önemli. Bakın, bu On Birinci Kalkınma Planı'nda öngörülenlerin olabilmesi -doğrudur, yanlıştır, eksiktir, fazladır- bunların yapılabilmesi için Türkiye'nin bu tartışmadan çıkması lazım.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayın lütfen.
DURMUŞ YILMAZ (Ankara) - Tekrar ediyorum, eğer Merkez Bankasının bağımsızlığına inanıyorsanız, doğru buluyorsanız bunun gereğini yapın ve Merkez Bankasının bağımsızlığına saygı duyun ve bunu içselleştirin. Eğer bunu yanlış buluyorsanız, dediğim gibi bu, buranın ayeti değil, beşer aklının ortaya koyduğu bir şey, ekonomi dünyasının, ekonomi biliminin ortaya koyduğu bir şey, farklı düşünüyoruz deyin. Nitekim Cumhurbaşkanımız "Ben farklı düşünüyorum." diyor, Londra'da 15 trilyon fonu yönetenlerin önünde gitti bunu söyledi, ertesi gün de ne olduğunu gördük ama hâlâ aynı düşüncede. O zaman lütfen bunun gereğini yapın. Şu anda bu plana koyun ve deyin ki: Bundan sonra Merkez Bankası teknik bir birimdir, Para Politikası Kurulu lağvedilmiştir, bundan sonra faiz politikasına Cumhurbaşkanı karar verecektir. Bunu deyin ve bu belirsizliği ortadan kaldırın.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
DURMUŞ YILMAZ (Ankara) - Bu programın başarısı buradan geçiyor. Bakın, 82 milyonun vebali var üzerinizde, şu anda bunu yapmamamız, ikircikli... Yani ben kelime bulmakta zorlanıyorum, buna riyakârlık desem hakaret olacak, ikiyüzlülük desem o da doğru değil ama ne diyeyim buna? Eğer gerçekten samimi olarak inanıyorsanız, lütfen bunu yapın. Milletin omzundan da mesaj vermeye falan kalkmayın. Bunun maliyeti son derece yüksek.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
DURMUŞ YILMAZ (Ankara) - Biz üretmek istiyoruz, biz millî geliri artırmak istiyoruz, işsizliği azaltmak istiyoruz, biz faiz, kur vesaire konuşmak istemiyoruz. Eğer konuşacaksak o zaman Merkez Bankasını serbest bırakın. Kendi siyaset kurumu olarak verdiğiniz bağımsızlığa saygı duyun.