KOMİSYON KONUŞMASI

KAMİL AYDIN (Erzurum) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Sayın Bakanım, değerli Komisyon üyeleri, basınımızın güzide temsilcileri, bürokratlarımız; hepinizi saygıyla selamlayarak konuşmama başlamak istiyorum.

Tabii, burada ortak bir kimliğimiz var. Evet, Komisyon üyeliğimizin yanı sıra, siyasi kimliklerimizin yanı sıra bir akademik kimliğimizin de var olduğunu çok net bir şekilde görüyoruz. Bu da toplantının gerçekten seviyesine bir tat katmakta. Biz bunu daha önce de yaptık ve bu bağlamda katkılarından dolayı herkese de teşekkür etmek istiyorum.

Şimdi, efendim, üniversiteler, evrensel bilginin üretildiği ve paylaşıldığı, daha sonra insanlığa hizmet olarak sunulan kurumların adıdır. Dolayısıyla bizim bireysel bir kazanım ya da bireysel bir katkı bağlamında çok fazla müdahil olduğumuz bir alandan bahsetmiyoruz. Böyle bir kurumda bizim öncelikli odaklanmamız gereken şey -gerçekten bunu bazen çok söylüyoruz, Türkiye Büyük Millet Meclisinde her bağlamda söylüyoruz- ehliyet ve liyakat. Yani bakın, ticarette, şurada burada tamam, elbette ki insanın her bağlamda, her türlü faaliyetinde ehliyet ve liyakat çok önemli ama gerçekten bizden sonraki kuşakları da çok yakından etkileyecek bir eğitim sürecinde bizim birinci dereceden odaklanmamız gereken, liyakatin ve ehliyetin ön plana alınmasıdır. Bunu da nasıl yapacağız? Bunu da olabildiğince objektif kriterlere dayanarak... Yani elbette ki insanız. Gerçekten, insan bir yönüyle eksikleri olan, bir yönüyle güzellikleri olan bir varlığın adıdır aynı zamanda. Dolayısıyla bizi subjektifliğe itecek herhangi insan faktörüyle baş başa bırakacak kriterlerden ziyade, olabildiğince objektif, herkese olabildiğince -tamamen- liyakat ve ehliyet noktasında yaklaşabilecek birtakım kriterler üzerinde odaklanmamız lazım. Niye? Sayın Bakanım söyledi. Gerçekten şu anda 7 milyon 700 bin civarında bir öğrenci kitlesi ve 150 bin civarında bir öğretim üyesi kitlesini ilgilendiren ve 184-185 üniversiteyi ilgilendiren birtakım hususları görüşüyoruz burada. Dolayısıyla bizim ince eleyip sık dokumamız lazım çünkü bu bir vebaldir aynı zamanda, büyük bir sorumluluktur gelecekte. Biz bu tür günübirlik alınan kararlardan dolayı gerçekten o otuz küsur yıllık akademik geçmişimizde birtakım mağduriyetler yaşadığımızı da biliyoruz. Sayın Başkan kendisiyle ilgili güzel bir şey söylemişti ve biz de katılmıştık ve onun düzeltildiğine de burada tanıklık etmekteyiz.

Bizim YÖK'teki toplantımız çok verimli olmuştur. Bu tevafuken olmuştur belki, planlı değildi ama bir hayra vesile oldu. Orada bazı eleştirilerimizin, gündeme getirdiğimiz bazı sıkıntıların, sorunların dikkate alındığına tanıklık etmekteyiz burada. Bu anlamda ben gerçekten teşekkür ediyorum. Neydi bunlar? Somut, ete kemiğe büründürelim. Yani yardımcı öğretici elemanlarda -işte bunlar okutman, uzman, çevirmen gibi- böyle çok yönlü bir keşmekeşlik vardı. Burada gerçekten hepsinin üç aşağı beş yukarı aynı misyonla görevli olduklarına tanıklık ediyoruz ama isimleri farklıydı. Şimdi onların tek çatı altında toplanması, öğretim görevlisi olmaları çok yerinde bir karardı.

Öte yandan, yine sınavla ilgili biz birtakım eleştiriler getirdik. Bütün arkadaşlar yani diğer siyasi parti temsilcileri arkadaşlarımız da dedi ki: "Doçentlik unvanını böyle bir belgeye dayandırıp topu üniversitelere atmak çok yerinde bir şey olmayacak." Çünkü gerçekten, biraz önce söylediğim o objektif kriterler noktasında; yöneticilerimizin, hepimizin o ehliyet ve liyakat noktasında yeterli olgunluğu taşıdığımıza kanaat getirmiyorum. Bu anlamda da yine dikkate alınmış ve unvanın Üniversitelerarası Kurul tarafından verilmesi gerçekten kabul edilebilir ama detaylar, içerikler tabii ki tartışılabilir.

Şimdi, burada bize gelen bu yasa tasarısının odaklandığı birkaç konu var. Sanıyorum görüşmelerimiz de orada yoğunlaşacak. Bunlardan bir tanesi, tabii, efendim, yardımcı doçentliğin kaldırılması. Şimdi, resmen artık "yardımcı doçentlik" ismi yok yani "doçentin yardımcısı" kavramına biz hep karşı çıktık, öyle de algılamadık zaten. Yani ben hiçbir zaman kendimi yardımcı hissetmedim beş altı yıllık bir süreçte. Dolayısıyla, e ne diyelim o zaman bunun yanı sıra? Doktoranın da uzmanlık olduğunu söyledik, bütün arkadaşlar mutabık. Gerçekten ehliyetin alındığı, tescil edildiği nokta doktoradır ya da sanatta yeterliliktir ya da tıpta uzmanlıktır. Bu, üçü için de geçerli. Bunu alan bir insan artık bilimsel olarak yetkindir. Bunun yetkinliğinin adı, bizim üniversite sistemimizde öğretim üyesidir yani biz, özellikle ben bunu somut olarak önermiştim, dedim ki: Öğretim üyeliğine artık adım atmıştır bu arkadaşımız. Öğretim üyesi doktor olmuştur, öğretim üyesi doçent olacaktır, öğretim üyesi profesör olacaktır. Yani bunu bir tenzilirütbeye tabi tutmayalım. Hani, subayken astsubaylığa geçiştirmek gibi bir şey olacaktı eğer "doktor öğretim görevlisi" deseydik. Bu yanlış bir algılama olacaktı.

Peki, sınavın mahiyeti noktasında, evet yani sözlü... Şimdi, bakın, sözlünün olması gerektiğini söyleyen arkadaşlarımız da olmaması gerektiğini söyleyen arkadaşlarımız da çok somut, çok yerinde birtakım deliller sunuyorlar ve kendi yaşadıklarından anladığım kadarıyla. Yani sözlüde mağdur olan arkadaşlarımız da var ama sözlünün gerçekten böyle anlaşmalı, sözleşmeli yapılıp, geçiştirilip liyakatin dejenere edildiği örnekler de var. Şimdi, mağdur olanlardan birisi olarak ben de bunu yaşadım. Gerçekten, böyle, bakıyorsunuz, allameicihan olsanız, yazdıklarınız gerçekten uluslararası nitelikte de olsa siz kendinizi onlara beğendirmek zorundasınız tipinizle, cinsiyetinizle, memleketinizle, siyasi düşüncenizle, her şeyinizle. Bunları yaşadık, bunlar da var, Türkiye'nin gerçekleri. Ama maalesef burada dedik ki: Buna rağmen yine de yetkinin Üniversitelerarası Kurulda olmasında önem vardır. Niye? Çünkü orası somut bir kurum. Benim muhatabım var. Ben o kuruma her türlü itirazı yapabilirim ama bunu rektörlere indirgediğiniz zaman, eyvah, ben bir kurumu değil, artık 184-185 kurumu muhatap alıyorum.

Tabii, Ceyhun Bey somut örnek şöyle verdi: Bazen yani bu mühendislik alanında, tıp alanında, uygulamalı bilimlerde, bazı deneysel çalışmaları gerektiren bilim dallarında becerisini de görmekte yarar var diye düşünebiliyoruz ama öbür taraftan, özellikle sosyal bilimlerden -mensubu olduğum için söylüyorum- gerçekten, bakıyorsunuz, hiç ilgisi olmayan sorularla muhatap oluyorsunuz yani artık olmaması için o kadar zorlamalar yaşıyoruz ki bu noktada yani arkadaşlarımız bir de... Bilmiyorum, bu anket sonuçları size gelmiştir. Şimdi, burada, muhatap olan bir kesim var. Başkanım, yanılmıyorsam, sanıyorum 40 bin civarında yardımcı doçent kitlemiz var. Bunların da istatistiği -geçen YÖK'teki toplantıda konuşmuştuk- yüzde 86 civarındaydı. Değil mi Başkanım, öyle hatırlıyorum? Yüzde 86'sı istemiyor yani sözlü sınav istemiyor ama doktora unvanı alma noktasında "Bizi üniversitelerle muhatap etmeyin. Bizi birilerinin insiyatifine bırakmayın..." Ne olur? Aynen şimdi uygulamada olduğu gibi, kadroya atama noktasında isterse bir iki ilave kriter de koyabilir. Burada da yine YÖK'ün kontrolünde, yine Üniversitelerarası Kurulun kontrolünde. Öyle kraldan çok kralcı kesilip de alınmaması noktasında kriterleri çok yüksek bir rakamda ve seviyede tutmaya da gidilmemesi gerekir, onun da önlenmesi gerekir.

Yine bugün de gündemimizde olan diğer önemli bir husus bu dil meselesi. Şimdi, ben bir dilciyim, ben bir filoloğum aynı zamanda ve iki dilden sınava girmiş, 70'le doçentliğe başvurmuş bir kardeşiniz olarak, hakikaten bu da sıkıntılı bir alan. Yani, olmalı mı? Olmalı ama nasıl olmalı? Bir kere, özüne inmeliyiz. Sayın Başkanım, burada özellikle size hitap etmek istiyorum. Yani, YÖK'te nedir dilin amacı, bir akademisyenden dili niye isteriz? Evrensel bir kurumdan bahsediyoruz, üniversite evrensel bir kurum. Dünyayla iletişim hâlinde olacak, ürettiğini oraya aktaracak, orada üretileni de kendisi alıp paylaşacak, dağıtacak. Nedir, bunu nasıl yapacak? Bunu etkileşimle yapacak, iletişimle yapacak. Nerede yapacak? Dilde yapacak. Burada, üniversitelerdeki bizim dil, yeterlilik isteme nedenimiz şu olmalı, aslında öyle de yani: Bir akademisyen okuduğunu anlayacak, anladığını ifade edecek. O zaman üniversitelerin ya da YÖK'ün buna odaklanması lazım. Nasıl bir sistemle? Maalesef, birazcık bunu çözmeye çalışmıştık ama Yusuf Ziya Özcan döneminde bu kasıtlı olarak sekteye uğratıldı. Yani, bunu hazırlık sınıflarını gerçekten revize ederek, disipline ederek belirli bir aşamaya getirmiştik, bu konuda sorunlar neredeyse sıfır noktasındaydı ama bir anda nedense "İsteğe bağlı, olmasın." böyle "Suya sabuna dokunmayalım." manasında bu sekteye uğratıldı.

Değerli arkadaşlar, bakın, basit bir tanım; YÖK gerçekten akademisyenlere okuduğunu anlayacak, anladığını ifade etme yeteneği kazandıracak dil kazanımları sağlamakla mükelleftir. Bunu teste tabi tutarak, efendim "100 sorudan 70'ini yap, 65'ini yap, 55'ini yap." Bu nereye götürür? Bu ne ona makale yazdırır ne akademik bir platformda düşüncelerini ifade ettirir ne de okuduğunu anlar. Dolayısıyla biz özellikle bu dil meselesini radikal bir çözüme tabi tutmak zorundayız. Burada da yine uzman arkadaşlarımız var, paydaşlarımız var, üniversitelerimiz var, bunu derinlemesine düşünelim ama önümüze geldi, burada çözüm olması hasebiyle söylüyoruz. Yani, birçokları "Kaldırılsın." diyor, birileri evet, seviyenin düşürülmesini eh, kabul ediyor; bir kısım da "Hayır, gerekirse daha yüksek olsun çünkü ben de 70'le girmiştim, ben de 80'le girmiştim." Özellikle bu 1980'li yıllarda profesörlüğe atanan doçentlerin, bu eylemsizlerin, eylemsiz profesörlerin çok talepleri olmuştur bu bağlamda, değil mi?

Şimdi, burada gerçekten çok derinlemesine düşünüp karar vermemiz lazım. Mesela, 55 evet, olmalı mı yani benim dediğim o. Dil kazanımını sağlayacaksa olmalı ama öyle bir kazanım sağlayacak mı? Hayır, bu tamamen çok şansa bağlı bir şey ama bu konuda muzdarip bir sürü kitle var. Gerçekten, şimdi "Anadolu üniversiteleri" ya da "doğu, güneydoğu" kavramına ben geçen de kahvaltıda birazcık muhalefet etmiştim. Yani, bu üniversiteler böyle bir bölgesel ayrımcılığa tabi tutularak sanki gelişmemiş, sanki geri kalmış, sanki böyle bilgisel üretime katkısı olmayan üniversiteler gibi algılanıyor, ben buna çok karşıyım. Gerçekten, tam tersine, Anadolu üniversiteleri bir bakıma ocak fonksiyonu görüyor, yetiştirme yerleri görülüyor. Ama maalesef yetiştirip gencecik beyinleri, yetişmiş elemanları batıdaki üniversitelere gönderiyoruz. Onların da tuzu kuru, hazır elemanları alıyorlar, kendi bilimsel yeteneklerini, laboratuvar çalışmalarını sanki tabanda hiç Anadolu üniversitelerinin katkısı yokmuş gibi lanse ediliyor. Şimdi, bakınız, Anadolu üniversiteleri ya da doğu, güneydoğudaki üniversitelerimiz şunu istiyor, aynen diğer sektörlerde istedikleri gibi: Oranın şartları ağır, yaşam koşulları ağır. Oraya eğitim girdilerinin eşit bir şekilde gelmesini istiyorlar. Yani, batıdaki üniversitede hangi eğitim imkânları varsa onu da bize verin, biz de üretelim, rekabet eşit olsun. Bakalım ondan sonra çıktıya, hangi çıktı daha değerliyse bunu zaten Türkiye kamuoyu takdir edecektir. Bu anlamda gerçekten şartlar noktasında eksiklerin olduğunu söyleyebiliriz.

Bir diğer mesele, son olarak, özellikle şimdi dille ilgilenen arkadaşlardan ikinci bir dilde sınav isteniyor. Şimdi, hocalarım var. Bu doğu dilleri var Türkiye'de, ilahiyat fakülteleri var, Batı dilleri var, yani şimdi, burada "dil" kelimesi geçen her şeyi böyle hemen yapıştırıyoruz "Ya, siz zaten biliyorsunuz, siz dilcisiniz kardeşim, o sayılmaz, ikinci bir dil istiyoruz." Hâlbuki adam meslek olarak dille hiç ilgilenmiyor. Yani, Mustafa Hocam burada. Yani, herkes Türkoloji'de Türk diliyle mi ilgileniyor, sadece Türkçeyi mi anlatıyor, ya da Arap dilinde sadece Arapçanın dilbilgisel özelliklerine mi bakıyor? Hayır, edebiyatına odaklanıyor, değil mi, işte, fıkıhına odaklanıyor, hadisine odaklanıyor bir şekliyle. Şimdi, bunların evet, dile yakınlıkları var ama bunu sanki tamamen o dilin tamamen uzmanı, kompetanı; e ne diyelim? "Senin bu sayılmaz, ikinci bir dile gir." Bu noktada da bir haksızlığın giderilmesi... Ya o yetkin olduğu dilde biraz ona puan yükseltelim, evet, diyelim ki: "Sen ikinci bir dile girme ama bu dilde yüksek bir puan al, herkes 55'se seninki 70 olsun, 80 olsun." Neyse, ne diyeceksek ya da buna ikinci bir dil şartı koşuyorsak -çünkü diğerlerine kıyasla dezavantajlı başlıyor- biraz daha düşürülebilir, bu konuda talepler var diyorum.

Ben heyetinizi saygıyla selamlıyorum.

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Aydın.