KOMİSYON KONUŞMASI

MUSA ÇAM (İzmir) - Sayın Başkan, Sayın Bakan, kamu kurum ve kuruluşlarının çok değerli temsilcileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum. Sayın Bakan, başarılar diliyorum.

Eski Mülkiyeli ve 1974 CHP-MSP koalisyonunda Enerji ve Tabii Kaynakları Bakanı Cahit Kayra'ya "Sayın Kayra, sanayileşecektik, büyüyecektik, ne oldu bize?" diye soruluyor. Sayın Kayra, şunları söylüyor: "Osmanlı'nın son döneminde sanayileşmeye başlayan Avrupa ülkelerine özendik. Üretime geçme arayışı başladı, beceremedik. Osmanlı sona erdiğinde üç beş ufak sanayi tesisimiz vardı. Mustafa Kemal sanayileşmenin önemini gören, sanayileşmeye inanan bir liderdi. İzmir iktisat Kongresi'ni toplayarak sanayileşme arayışlarını ve çabalarını başlattı. Halkın sermaye birikimi olmadığı için sanayileşme işini devlet üstlendi. Türkiye 1923-1938 döneminde sanayileşmede önemli gelişmeler sağladı. İkinci Dünya Savaşı döneminde kendi sanayimizle kendimize yeter bir ülke hâline geldik. 1950 sonrası Türkiye dışa açılma arayışında sanayileşmenin altyapısına önemli derecede destek ve önem verdi. Sanayileşmeye başlıyorduk ki 1953 yılında GATT ve Dünya Ticaret Örgütüne katıldık, gümrük korumalarını kaybettik. Bir ülkenin gümrük korumaları olmadan sanayileşmeyi başlatması, gümrük koruması olmadan ithal mallarının rekabetine dayanması imkânsızdır ve bunu dünyada başarmış bir başka ülke de yoktur. 1960 sonrası planlı dönem, kamu iktisadi teşebbüslerinin çekidüzene girmelerini sağladı, özel sektörün sanayi yatırımlarının başlamasının önünü açtı."

Devlet teşvikleriyle özel sektörün sanayi yatırımı yapmasına, gümrük korumasıyla sanayinin iç pazarda büyümesine ve de destek primi ile ihracatın artırılmasına çalışıldı. Sanayileşme olmadan ekonominin büyüyemeyeceği inancı yayılırken sanayileşmiş ülkelerden esen sert rüzgârlar hızımızı kesti. 1978 yılında Washington Konsensüsü şemsiyesi altında toplanan sanayileşmiş ülkeler Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin sanayileşmesini önleyecek politikalar uygulamaya başladılar. 1980 yılından sonra finansal destek bulma pahasına IMF ve Dünya Bankasının sanayileşmeyi caydırıcı politikalarını kabul etmek zorunda kaldık ne yazık ki. Yüksek faiz, düşük kur politikaları ve de Turgut Özal'ın ekonomiyi dış rekabete hesapsız açması ne yazık ki sanayileşmeyi durdurdu. Ucuz döviz, sanayide ve tarım üretiminde ithal girdilerinin artmasına, ithal harcamalarının artmasına yol açtı. 1996 yılında gümrük birliğiyle gümrükleri sıfırladık. 1999-2000 yıllarında Kemal Derviş istikrar programları ve IMF ve Dünya Bankasının sanayileşmeyi caydırıcı, tarımda gelişmeyi sınırlayıcı politikalarını uygulamaya koyduk. 2002 yılından sonra IMF ve Dünya Bankasına verilen sözlerin gereği hızlı özelleştirmeyle Cumhuriyet Döneminde kurulan sanayi tesislerinin tamamı satıldı. Bu sanayi tesislerini alanlar makinelerini sattı, binalarını yıktı, arsalarına konut veya AVM yaptı. Uygulanan ekonomi politikaları üretim yerine tüketim ve ithalatı desteklemeye başlayınca özel sektör de sanayileşmeden vazgeçer oldu, sanayiciler konut yapıp satar hâle geldi. Sanayileşmeyi, tarımı unutan Türkiye'de ekonomi sanayi yerine inşaat ve konut yapımı hâline geldi. Türkiye'nin büyümesi, kalkınması, gelişmesi, tekrar sanayinin öneminin anlaşılmasına, sanayileşmesine bağlıdır. Üretmeyen, üretemeyen bir ekonominin ayakta kalma şansı yoktur. Yanlışlarımızı unutursak, kaybettiklerimizi hatırlamazsak doğru politikaları geliştiremeyiz, doğru uygulamalarla sanayileşmenin tekrar önünü açamayız.

Dünyada dördüncü sanayi devriminin başladığı şu günlerde biz hâlâ don gömlek, musluk, su borusu, hela taşı üretimine dayalı bir üretim yapısına mahkûm olamayız. Bu, zaman harcamaktır, kendi kendimizi kandırmaktır. Sanayileşmeye, dünya pazarında talebi olan malları, dünya kalitesi ve fiyatıyla üreten bir sanayileşmeye mecburuz. Ancak yapısal sorunlar sanayileşmeyi ve büyümeyi engelliyor.

Hukuka, mülkiyet hakkına güven yoksa girişimciler, sermaye sahipleri ülkede uzun süreli ekonomik ölçekli yatırımlara ne yazık ki yönelmiyorlar. Ülkedeki ekonomik ve sosyal sorunlar, eğitimin insan gücünün eksikliği, yatırımların artmasını ve büyümeyi engelliyor. Hukuk yoksa yatırımcı riske girmez. Doğru adı "serbest girişim" olan ve "galat" olarak kapitalist veya piyasa ekonomisi diye adlandırılan sistemin temelinde sözleşme serbestliği yatar. Sözleşme ise hukuktur. Dolayısıyla iktisadi sistemin temeli hukuk denilebilir. Temel çürükse iktisadi sistem de çürüktür. Sözleşme sadece taraflar arasında yapılan sözlü ya da yazılı akit değildir. İktisadi hayatı çevreleyen iş, ticaret, borçlar, medeni, icra ve iflas başta olmak üzere tüm kanunlar ve kararnameler birer sözleşmedir. Her işçi, her işveren, her üretici ve her tüketici bu sözleşmelere kendiliğinden tarafgirdir. İnsanların kanunlardan doğan hak ve vecibeleri vardır.

"Hukuk yoksa kumarhane bile işletilemez." diyor İktisatçı, Gazeteci, Yazar Ege Cansen. Ege Cansen diyor ki: "Hukuk yoksa kumarhane bile işletilemez." Ege Cansen'in söylediklerinin önemini vurgulamak için "Hukukun olmadığı yerde kumarhane yatırımı bile yapılamaz." diyen bir yatırımcının hikâyesini kısaca size aktarmak istiyorum.

Amerikalı Steve Wynn, bir kumarbazın oğlu, hukuk okumuş. Hukukun önemine inanan Las Vegas'ı kumar şehri olmaktan kurtarıp tatil, alışveriş ve oyun şehri hâline getiren adam. Kanunsuzluğun hüküm sürdüğü Las Vegas'ın kaderi kanun şehri olunca değişiyor. Las Vegas'ta her alanda kanun hakimiyeti var, her şey kanuna bağlı ve de kanun müsamahasız uygulanıyor. Kanuna uymayanın kaşına gözüne bakılmıyor, kanuna uymayanlar batıyor, varını yoğunu kaybediyor, hapse giriyor. İşte, bu kanun hakimiyeti müteşebbisi ve sermayeyi Las Vegas'a çekiyor. Müteşebbis ve sermaye sahibi kanuna güvenerek riske giriyor, büyük yatırımlar yapıyor. Türkiye'de kumarın serbest olduğu, çok sayıda kumarhanenin açıldığı dönemde Las Vegas'taki tesislerin çoğunu kuran ünlü yatırımcı Steve Wynn, Türkiye'de Akdeniz kıyısında kumarhane ve eğlence tesisleri yapmaya niyetleniyor. Turgut Özal döneminde projeler hazırlatıyor. Uzun çalışmalardan sonra "Türkiye'de yatırım yapılamaz çünkü Türkiye'de hukuk sistemi işlemiyor. Kanunların sık sık değiştiği, kanunların uygulanmadığı yerde insan namusuyla para kazanamaz" dedi. Dikkat buyurunuz arkadaşlar, bir kumarbazın oğlu diyor ki: "Türkiye'de hukuk sistemi olmadığı için insanlar namusuyla para kazanamaz." Las Vegas'ın kumarhaneler kralı bunu söylüyor. Türkiye'de yapacağı yatırımı, Hong-Kong'un karşısında Macau Adası'na taşıyor. Şimdilerde Macau, otelleri, eğlence yerleri, alışveriş merkezleri ve oyun salonlarıyla Uzak Doğu ve Asya'nın en büyük turizm merkezi hâline gelmiş.

Adalete güveneceğiz ama adalet ne yazık ki bugünlerde yerlerde sürünüyor. Kanunların sık sık değiştiği, kanunların uygulanmadığı, hukuk sisteminin işlemediği, kişiye özel uygulamaların olağan hâle geldiği ülkede kanuna uyan namuslu insanların iş yapması olanaksızdır. Namuslu iş adamı kanuna uymayan rakipleri karşısında yaşayamaz.

Arkadaşlar, 16 Nisan referandumundan önce kendi seçim bölgemde, serbest bölgede gezdiğim iş yerlerinde, sanayi sitelerinde şöyle bir olayla karşılaştım: Kimi iş adamları ortakları bulundukları Avrupa'da, Avrupa'daki ortağın Türkiye'ye gelebilmesi için bir sigorta şirketine gidip kendini sigortalı yapmak istediğinde Avrupa'da bulunan sigorta şirketleri "Türkiye güvenli bir ülke değildir, sizi sigorta yapma şansımız yoktur." deyip buradaki partnerinin ortağı olduğu fabrikasına giremeyen iş adamlarını gördük.

Yetmez, başka bir şey arkadaşlar: Türkiye'ye sipariş vermek isteyen kimi iş adamlarının "Türkiye'deki fabrikalara el konulacağını, benim önümüzdeki siparişlerimi karşılayacak mısın, bir garanti verir misin?" diye korku ve kaygı yaşadığını söylemek isterim.

Hukuka güvenmeyen yatırım yapmıyor arkadaşlar. Büyük bir Japon firması Türkiye için özel bir yatırım projesi geliştirmiş. Proje son safhaya gelmiş ancak bu son safhada Japonya'daki nihai karar organının yeşil ışık yakabilmesi için şirket stratejisini, politikalarını belirleyen danışmanların da müspet bir rapor hazırlayıp nihai karar organına sunmaları adettenmiş. Bu danışmanlar heyeti, Türkiye'ye gelmiş Japon Konsolosluğundan iktisatçı, gazeteci, yazar Güngör Uras'ı aramışlar. "Bir iktisatçı olarak heyet üyelerine Türkiye ekonomisi konusunda bilgi verir misin?" demişler Güngör Uras'a. Heyet üyeleri Güngör Uras'ın ofisine giderler. Hoca bekliyor, ekonominin gidişi, geçmişi, geleceği hakkında soru sorsunlar ve Japon heyetini bilgilendirsin diye ama bunların hiçbiri sorulmuyor ve ekonomiyle ilgili diyorlar ki: "Biz ekonomiyle ilgili rakamları, bilgileri buluruz, biliriz. İşin en basiti onlar. Biz onları değil, başka şeyleri öğrenmeye geldik. Türkiye'ye yatırım yapabilmemiz için uzun vadeli stratejimizi, politikamızı belirleyecek başka bilgiler elde etmek istiyoruz." derler Güngör Uras'a. Hocanın masasının üzerine önceden hazırlanmış bir soru listesi koyarlar ve bu sorulardan birkaçı: "Türkiye'de ileride iktidarı demokratik yoldan veya silahla ele geçirecek biri kalkıp da devletleştirmeye, millileştirmeye gider mi? Türkiye, uluslararası mahkemelerin kararlarını, hakem kararlarını uygulamaktan kaçınabilir mi ve Türkiye'de mülkiyet hakkının teminatı nedir?"

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MUSA ÇAM (İzmir) - Toparlıyorum.

BAŞKAN - Buyurun Sayın Çam.

MUSA ÇAM (İzmir) - "Birisi çıkıp herhangi bir Türk mahkemesinden bir yabancı firmanın mülkiyet hakkını zedeleyici, uluslararası hukuk ilkelerine ters bir karar çıkarırsa yabancı sermayeli kuruluş hakkını nasıl koruyabilir? Türkiye'de devlet güvenlik mahkemeleri gibi normal hukuk mahkemeleri sistemi dışındaki özel mahkemelerin yetkilerinin sınırı nedir? Devlet güvenlik mahkemeleri ve diğer hukuk mahkemeleri yabancı sermayeli kuruluşun yabancı uyruklu yöneticilerini kanunda yazılı suçlar dışında bir sebeple tutuklayabilir mi?" Arkadaşlar, geldiğimiz nokta böyle vahim bir durum.

Türkiye'de 1960'Iı yıllarda güdümlü bir ekonomik düzen vardı. Devlet Planlama Teşkilatı, güdümlü bir ekonomik düzende kamuya ve özel sektöre yön vermek için kuruldu. 30 Eylül 1960 tarihli Kuruluş Kanunu'nda DPT için öngörülen kadro 90 kişi. Bu 90 kişinin 10'u uzman, 20'si uzman yardımcısı, 15'i diğer teknik eleman, kalanı da odacı, şoför ve hizmet personeli. 1960'lı yıllarda Türkiye'de ortalığı toz duman eden plancılar kadrosu işte bu kadroydu. Türkiye'nin tekrar planlama dönemine geçmesi ve Türkiye'yi kalkındıracak yeniden bir yapılanmaya girmesi gerekiyor. Sayın Müsteşarın da DPT kökenli olduğunu biliyoruz. İstiyoruz ki Bakanlıkta da böyle ciddi bir örgütlenmeyi yapsınlar ama ne yazık ki en önemli değişikliği DPT'de Turgut Özal yaptı. Teşvik ve Uygulama Dairesini, Yabancı Sermaye Dairesini DPT bünyesine alarak DPT'yi uygulamaya bulaştırdı. DPT bir kararıyla bir firmayı zengin edebilen, bir kararıyla batırabilen bir kuruluş hâline geldi. Dolayısıyla, DPT'nin tekrar eski görkemli günlerine döndürülmesi ve Bakanlıkta böyle bir kadronun kurulması gerekiyor.

Son sözlerim: Böylesi karanlık bir ortamda -özellikle TÜBİTAK'la ilgili- akademinin ve bilimsel kurumların içine düşürüldüğü ortam da diğerlerinden farklı değil. Mart 2017'de Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu Başkanlığı tarafından Türkiye'de yayınlanan bütün bilimsel dergilerin editörlerine bir yazı yollanmış. Ulusal veri tabanlarından yararlanan tüm dergilerin sorumlu editör, editör yardımcıları, hakem kurulu gibi görevleri bulunan kişilere, dergilerde görevleri bulunanlar arasında kamu görevinden ihraç edilen veya açığa alınanların bulunması hâlinde durumlarının yeniden değerlendirilmesi, hakkında yaptırım bulunanlarla ilgili gerekli tedbirlerin alınması konularında sorumluluk dergiye ait olup, yapılacak değişikliklerle ilgili Cahit Arf Bilgi Merkezi Müdür Yardımcılığının bilgilendirilmesi gerektiği iletilmiştir bu yazıyla.

Bu resmî yazının yanı sıra, çok sayıda bilim insanından alınan yazılı, sözlü şikâyetler de göstermiştir ki TÜBİTAK projelerinde yer alan ve desteklenen veyahut da burs almış olan akademisyenler fişlenmekte ve olumsuz kanaat bildirilenlerin ya bursları hiçbir açıklama olmaksızın kesilmekte ya da projelerden el çekmeleri sözlü talep edilmektedirler, çalışmaları konusunda uyarılmaktadırlar. Bu tür bildirimlerin yazılı olarak yapılması konusundaki talepler ise reddedilmektedir. Yöntemlerden birisi ise şöyle: TÜBİTAK bir süredir proje yürütücülerine telefon ediyor. Eğer projelerinde muhalif akademisyenler varsa çıkarmalarını istiyor. Yalnız telefondaki kişi ismini vermiyor, veremiyor çünkü böyle bir hukuksuzluk kayda geçerse başının derde gireceğini iyi biliyor. Tam da aynı sebepten yazılı bir belge de ortada yok. Üst kademedekiler daha stratejik davranarak en kötü durumda "Münferit bir olay." deyip "Suçu telefon eden garibana yıkarız." diye düşünüyor olmalılar.

TÜBİTAK, Türkiye'nin bütün bilim insanlarına eş mesafede durması ve haklarında herhangi bir kesinleşmiş yargı kararı olmayan bilim insanlarına evrensel ve anayasal bir ilke olan masumiyet karinesi çerçevesinde yaklaşması gereken bir bilim kurumudur. Temel bir ilke olarak hukukun ihlal edilmesi karşısında uygulanacak yaptırımlar da sadece hukuki olabilir. Bir bilim kurumu, ancak bilim etiği ihlallerine bağlı olarak yaptırımlar uygulayabilir. Bilim etiği ihlali olmaksızın bilim insanlarının araştırma kanallarının kapatılması, desteklerinin kesilmesi, dergi yayıncılığının engellenmesi kabul edilebilir değildir.

Sayın Bakan, son sözüm şudur: Konuşmanızın şu sayfasında özellikle şunu söylüyorsunuz, diyorsunuz ki: "Çok önemsediğimiz bir başka projemiz de birinci etabı tamamlanan bilinen ismiyle 'bilişim vadisi' diğer adıyla 'Muallimköy Teknoloji Geliştirme Bölgesi'dir. Bilişim vadisi tüm etapları tamamlandığında 5 bin AR-GE ve yazılım firmasını bünyesinde barındıracak, 100 bin nitelikli insana istihdam sağlayacaktır." Bir başka sayfada "Bunların yanı sıra TÜBİTAK gençleri girişimciliğe ve araştırmaya yöneltecek destek programları da yürütmektedir. AR-GE ve teknolojik yenilik alanında iş fikirleri olan girişimcilerimizi özendirmeye yönelik programımızı bu yıl yenileyerek uygulamaya devam ettik.", hemen altındaki paragrafta da "Bilim insanlarımıza verdiğimiz destekleri de önemli ölçüde artırdık." diyorsunuz. Sizin bu söyledikleriniz gibi olsa keşke. Bu yüzden, bunlardan dolayı da sizi destekliyoruz ama bir taraftan da Genel Başkanınınız diyor ki: "Biz dindar ve kindar bir nesil yaratacağız." Bir taraftan bu, bir taraftan sizin söyledikleriniz. Dindar ve kindar bir nesil yaratılınca Türkiye nasıl sanayileşecek, nasıl bilimi yakalayacağız, nasıl rekabet edeceğiz, bunu da sizin takdirlerinize bırakıyorum.

2018 yılı bütçesinin hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum.