KOMİSYON KONUŞMASI

İBRAHİM AYHAN (Şanlıurfa) - Teşekkürler Sayın Başkan.

Sayın Bakan, değerli bürokratlar ve değerli arkadaşlar; ben de öncelikle hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Şimdi, ben Savunma Bakanlığı bütçesinde Sayın Bakanın sunuşunu dikkatlice izledim, dinledim. Sayın Bakan sunumunu yaparken 3 temel tehdit algısından bahsetti ve kurgusunu bunun üzerine kurdu. 3 temel tehdit algısını sıralarsak 1'incisini DAEŞ tehdidi, 2'ncisini FETÖ tehdidi, 3'üncünü ise PKK ve PYD tehdidi olarak nitelendirdi, öyle isimlendirdi. Şimdi, buradan hareketle, özellikle Bakanlığınız, diğer bakanlıkların bütçesi gözetilerek kıyaslandığında, bütçesinde en fazla artışın olduğu bakanlıklardan biri. Yani bir nevi denilebilir ki bu, mevcut tehdit algıları üzerinden bir savaş bütçesi olarak gerçekleşmektedir. Yani bu kadar tehdit, bu kadar korku ve tedbir içerikli bir değerlendirmenin merkezine oturan şey de hâliyle bütçenin savaşa endeksli bir şekilde gerçekleştirilme ihtiyacını ve zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Şimdi, biz de siyaset yürüten insanlar olarak, partiler olarak, kurumlar olarak hâliyle savaşın karşısında durmak ve savaşın koşullarını ortadan kaldırıcı birtakım tutum ve pratikler içerisinde bulunmak gibi bir sorumluluğa sahibiz. Yani demokratik siyasetin parçası olmak, aynı zamanda savaşın karşısında olmaktır, savaş hâlinin yaşanmasının ve savaş hâlinin gerçekleşmesinin önünde durmaktır.

Şimdi, savaşla ilgili felsefik olarak söylenecek olan birkaç şey var, tanımları çok fazla, ben kısaca... "Savaş"ı, barışın sorunlarından kaçış olarak -en fazla akla uygun gelen ve benim de kabul ettiğim bir tanım- değerlendirmek en uygunu olur. Yani barışla sorunları eğer siz çözemiyorsanız, barışla, problemlerinizi diyalogla çözemiyorsanız hâliyle kestirme bir yöntem olan savaşa başvurursunuz. Bu iki kişi arasındaki kavgadan, iki topluluk arasındaki kavgadan, devletler arası ve işte, farklı yapılar arası kavgaya varıncaya kadar gerçekleşen bir olgudur. Yani barışı gerçekleştiremediğiniz anda savaşa başvurursunuz.

Bir diğer konu: Savaş üzerine yapılan tanımlamalardan biri de savaşın bir zorunluluk olduğudur. Bu tanım da bence, kanaatimce çok yapay, çok kurgulanmış bir tanımdır. Yani ta 16'ncı yüzyılda Hobbes'un insan üzerine yapmış olduğu tanımlama gereği... Hobbes der ki: "İnsan, insanın kurdudur." İnsanı insanın kurdu olarak betimleyen, tanımlayan bir zihniyet hâliyle savaşı da meşrulaştıran, savaşı da normalleştiren bir anlayışı beraberinde getirir. Dolayısıyla savaş kesinlikle bir doğa yasası değildir, savaşın yaşanmamasını, savaşın gerçekleşmemesini sağlamak insanların elindedir. Hele hele demokrasiyi, demokratik bir toplum iddiasını kendisine perspektif edinen yapıların da bunu gerçekleştirme olasılığı çok yüksektir; bunu belirtmek istiyorum.

Bir diğer nokta: Şimdi, bu savaş bütçesi, savaşın topluma vermiş olduğu zararlar, savaşın bir bütün olarak yarattığı tahribatları bilmem hatırlatmaya gerek var mıdır? Türkiye üzerinden ifade etmek gerekirse şu anda eğer bir savaş tehdidi söz konusuysa bu savaşın toplumun yüzde 90'ını çok rahat bir şekilde etkileyeceğini söylemek mümkündür; yediden yetmişe, Türk'ü, Kürt'ü, Arap'ı, Çerkez'i, Alevi'si, Sünni'si, kim yaşıyorsa, toplumun bütün kesimini etkileyebilecek bir şeydir; dolayısıyla çok küçük bir azınlığı sadece savaş ekonomisi ve rantı üzerinden mutlu edebilecek ama büyük bir çoğunluğu da rahatsız edecek bir şeydir. Yani mal, can kaybı da dâhil olmak üzere, yediğimiz ekmekten içtiğimiz suya kadar birçok zararı söz konusudur. Öyleyse bütün bunlar söz konusu iken yapmamız gereken şey ne? Savaşa karşı net bir tutum almaktır. Bunun da Türkiye gerçekliği üzerinden okuması ve değerlendirmesi ne? Bunu yaratan nedenleri daha sağlıklı bir şekilde, daha gerçekçi, daha reel bir şekilde ele almaktır.

Şimdi, arkadaşlar da ifade etti. Biliyorsunuz, özellikle Türkiye'deki savaş, çatışma, şiddet potansiyelinin en büyük dinamiklerinden biri Kürt sorunudur. Şu anda PYD-YPG olarak ifade edilen, bir tehdit algısı olarak gösterilen Suriye'nin Rojava kısmında yaşanan şey de bu Kürt sorunundan kaynaklı bir tehdittir. Dolayısıyla bakış açınız, bu sorunu salt tehdit olarak gören ve bu sorunu savaşla çözme gibi bir bakış açısı ise bu ayrı bir konudur. Az önce bir arkadaş da ifade etti, "Üzerlerine beton dökelim." dedi. Bu bir düşünce yani beton dökmek, yok etmek. Az önce tanımını yapmaya çalıştığım savaş olgusuna karşı getirilecek çözümlerden biridir, bu da dünyada çok fazla tercih edilmeyen bir şeydir, arkadaşımızın düşüncesidir. Ama bir olguyu hakikatleriyle, bütün objektifleriyle ele alıp onun üzerinden bir çözüm, bir diyalog, bir müzakere sürecini başlatmak ve barış yöntemini esas almak da daha insani, daha demokratik bir yöntemdir. Dolayısıyla Kürt sorunu da başta olmak üzere, bütün toplumsal sorunlarımızı özellikle barış yöntemiyle, diyalog yöntemiyle çözmek hepimizin faydasınadır. Ne o az önce sözünü etmeye çalıştığım savaşın yaratmış olduğu tahribatlara maruz kalırız ne de sürgit bir kısır çatışmanın, bir kaosun, bir krizin içerisine gömülürüz.

Bakın, 2013-2015 sürecini biz hep anlatıyoruz. 2013-2015 süreci, aynı şu anda Hükûmetinizin ifade ettiği yerli ve millî karaktere sahip bir süreçti aslında. Hep sıkça vurgulanıyordu. Herhangi bir emperyal gücün, herhangi farklı bölgesel bir gücün içerisinde olmadığı, tamamen Kürt ve Türkiye cephesindeki güçlerin, devletin, Hükûmetin, tarafların içerisinde olduğu bir süreçti ve o süreç içerisinde daha emperyal müdahalelere kapalı, daha kendi içerisinde özgün ve orijinal çözümleri barındıran bir süreçti ve biz bu süreci iyi değerlendiremedik, nedeni ne olursa olsun. Kimi arkadaşların değerlendirmesi farklıdır, kimi arkadaşların farklı nedenler öne sürerek değerlendirmesi farklıdır ama orada çok kıymetli, çok değerli bir fırsat elimize geçmişti. Az önce bir arkadaşın da ifade ettiği gibi o fırsatı biz değerlendirebilirdik, değerlendiremedik -bu sorunu kendi içimizde- beş yıl aradan geçti, bu sorun Suriye eksenli uluslararasılaşmış bir sorun olarak karşımıza çıktı. Yani denilebilir ki: Bugün Kürt sorunu sadece Türkiye'nin sorunu değildir, Kürt sorunu uluslararasılaşmıştır, bölgesel bir sorun hâline gelmiştir. Bu neye karşılık geliyor? Bir sorunu siz yayarsanız, büyütürseniz onun çözümünü de daha fazla zorlaştırırsınız, daha fazla diyalog ve çözüm zemininden yani konuşarak, tartışarak demokratik zeminden uzaklaşırsınız. Böyle bir tespiti yapmak gerekiyor. Dolayısıyla bu tespit çok önemlidir. Yani biz hâlen de gecikmemişiz, hâlen bu sorunumuzu hem Türkiye'de hem Suriye'de hem Irak'ta hem İran'da, Orta Doğu'nun en önemli iki dinamik gücü olan Türkler ve Kürtlerin asgari müştereklerde bile olsa bir araya gelerek çözebilme zemini vardır, bu zemini...

Bakın, 2013-2105 tarihlerinde şimdi PYD olarak ifade ettiğiniz Salih Müslim, iki defa -ben kendim o süreci çok iyi hatırlıyorum- Ankara'ya davet edildi ve Kobani Kanton Başkanı Enver Müslim'e kadar birçok insan buraya geldi. O dönem bazı şeyler daha iyi gidiyordu, bazı şeyler konuşularak, tartışılarak daha güçlü bir şekilde çözülme mecrasına girmişti. Dolayısıyla o fırsatlarımız oldukça fazlasıyla var. Kaldı ki Kürtler ile Türklerin tarihsel olarak, kültürel olarak, siyasal olarak, inançsal olarak, sosyal olarak çok güçlü birliktelikleri vardır. Hep arkadaşlar ifade ederler, et tırnak misalini verirler; bu, bir realiteyi ifade ediyor. Bugün İstanbul'u göz önüne aldığımız zaman, Çukurova'yı göz önüne aldığımız zaman tek, yekpare, homojen bir Kürt bölgesinden söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla böyle bir sosyolojik gerçekliği de göz ardı etmemek lazım. Bu sosyolojik gerçeklik, sorunu demokratik yöntemlerle çözme gücünü ve zenginliğini bize vermektedir; yeter ki bunu değerlendirebilelim, yeter ki buna ilişkin çok güçlü perspektifler, çok güçlü yaklaşımlar ortaya koyabilelim. Aksi takdirde ölmeyle, öldürmekle, yok etmekle bir sorunu çözmeniz, hele hele böylesi kronikleşmiş, böylesi kökleşmiş bir sorunu çözmeniz de mümkün değildir; ne kadar askerî harcamalar yaparsanız yapın, ne kadar askerî tedbirler alırsanız alın bu sorunu çözmek mümkün değildir. Daha fazla bağımlılık getirecektir, daha fazla işte, S-400 füzeleriyle, belirttiğimiz işte, NATO'yla yaşanan gerginlik, işte, AB'yle yaşanan gerginlik, İran'la kimi zaman, yer yer yaşanan gerginlik de dâhil olmak üzere birçok bağımlılık ilişkisini beraberinde getirecektir ve siz bu sorunu çözmediğiniz takdirde birileri bu sorunu çözme gücüyle, birileri bu sorunu çözme fırsatını kendisine devşirerek buradan çıkar elde etmeye çalışacaktır. Dolayısıyla ben bu konuda Bakanlığınızın özellikle çok hassas, çok duyarlı olması gerektiğini söylüyorum.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Ayhan, toparlar mısınız lütfen?

İBRAHİM AYHAN (Şanlıurfa) - Toparlıyorum.

Bir diğer nokta: Şimdi, geçmişimizin korkularını ve geleceğimizin endişelerini büyütmek bir bakış açısıdır. Yani geçmişi çok, korkuları çok abartırsanız, geleceği de endişe yüklü bir bakışla ele alırsanız siz kendinizi kullanılmaya elverişli bir hâle getirirsiniz. Dolayısıyla biz birbirimize güvenelim, birbirimizden korkmak yerine, birbirimizden endişelenmek yerine birbirimize güç veren, birbirimize destek sunan bir zemini, psikososyal zemini yaratmaya çalışalım; bunu yapmak da elimizdedir, fazlasıyla elimizdedir. Arkadaşlar, bunun zemini var mıdır, yok mudur? Yaratacağız şimdi. "Barış" denilen şey, zaten kendisi başlı başlına meşakkatli bir şey, başlı başına sorunlu bir şey. Şimdi, barış, bugünden yarına gerçekleştirilebilecek bir şey de değildir. Bunun yaratmış olduğu negatif semptomlar, negatif belirtiler üzerinden kendimizi tamamen savaşa endekslemek, savaş üzerinden sonuç alma gibi bir beklenti içerisine girmek bence bir marifet değildir, bir yetenek değildir, bir yaşamı okuma tarzı ve tekniği de değildir. Yaşamı okuma ve yaşam üzerinde gerçekten biz güç ve irade olmak istiyorsak zoru başaracağız, imkânsızı başarma gibi bir tutum içerisine gireceğiz. Birbirimizi tehdit eden bir noktadan ziyade, birbirimizi motive eden bir süreci beraber, birlikte öreceğiz. Şimdi, ne Sri-Lanka modeli ne tamamen topyekûn imha modeli bizim coğrafik gerçekliğimize, sosyolojik gerçekliğimize uymayan bir şeydir. Zaten büyük travmalar yaşayan bir toplumsal gerçekliğimiz var. Doksan yıldır korkular üzerine inşa edilmiş bir toplumsal gerçekliğimiz var ve bunun psikolojik sorunlarını, travmalarını yaşıyoruz. Yeni travmalar yaratmak, yeni korkular yaratmak toplumun hiçbir kesimine fayda getirecek bir şey değildir. Yani silahlara yapılacak yatırımın insanın geleceğine, barışa yapılması kadar kutsal ve kıymetli bir şey yoktur. Bugün tarımsal sorunlarımızdan tutalım da eğitim, sağlık ve benzeri ekonomik problemlerimize kadar birçok problemle karşı karşıyayız. Bütçelerimizi bu problemlerimizi, onları daha fazla çözen bir yere ayırmaktan ziyade niye silaha ayırıyoruz, niye askerî yatırımlara daha fazla bütçe ayırıyoruz? Dolayısıyla hani yapılması gereken kendi tarihimizle, kendi Kürtlerimizle, kendi Alevimizle, kendi inanan insanlarımızla ve çalışanımızla, emekçimizle daha barışık bir Türkiye yaratmaktır. Korkuları öne çıkaran, yok etmeyi, öldürmeyi öne çıkaran bir yaklaşımdan ziyade yaşatmayı ve yaşamın kendisini öne çıkaran barış politikalarını esas almamız gerekiyor. Savunma Bakanlığının da üzerinde yoğunlaşması gereken, yapması gereken bu perspektif olmalıdır, buradan doğru bir Orta Doğu okuması olmalıdır. Yani -ben Sayın Bakanın sunumunda da şey yaptım- tamamen endişe üzerine, işte düşmanlık üzerine bir Orta Doğu okuması gerçekleşmiş. Belki askerî bir literatürle, askerî bir bakış açısıyla bu bir yerde olabilir, reel bir şeydir. Ama, her şeyin merkezine bu korkuyu, bu güvensizliği koyarsanız sizin hareket etmeniz, ayakta durmanız da mümkün değildir.

BAŞKAN - Lütfen toparlayabilir misiniz.

İBRAHİM AYHAN (Şanlıurfa) - Toparlıyorum.

Savunma dediğiniz şey insanın doğası gereğidir. Doğada bütün canlıların savunma refleksi vardır; gülünden tutun da bilumum hayvanlara varıncaya kadar herkeste bir savunma refleksi vardır. Ama, savunma refleksini yaşamın merkezine koyduğunuz zaman -yine tekrar olacak ama- korkularla ördüğünüz zaman o yaşam yaşanabilir bir yaşam olmaktan ziyade insana yük gelen, ağır gelen bir yaşama dönüşecektir diyorum.

Bütçeniz hayırlı olsun.