Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
Konu | : | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/887) ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/861) ve Sayıştay tezkereleri a) Dışişleri Bakanlığı b) Kültür ve Turizm Bakanlığı c) Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ç) Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü d) Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı |
Dönemi | : | 26 |
Yasama Yılı | : | 3 |
Tarih | : | 16 .11.2017 |
İBRAHİM AYHAN ( Şanlıurfa) - Teşekkür ederim.
Sayın Bakan ve değerli arkadaşlar, öncelikle hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Şimdi, Türkiye'nin dış politikasının çok normal, çok sağlıklı yürüdüğünü söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla tarihinde belki görülmedik büyük bir krizle karşı karşıya olduğunu belirtmek gerekiyor. Dış politikayı aşırı derecede içeriye endeksli bir şekilde yürüten bir süreçle karşı karşıyayız. Uzun bir süreden beridir bu doğrultu sorununu yaşayan dış politikanın çok ciddi handikaplarının olduğunu ifade etmek gerekiyor. Şimdi, içeride siz nasıl yaşıyorsanız, içeride nasıl bir sistemle kendinizi yürütüyorsanız hâliyle dışarıdaki yüzünüz ve dışarıdaki politikanız da bununla bağlantılı olacaktır. Uzun bir süreden beri, özellikle Suriye'deki savaşın çıkmasıyla beraber kanımca Türkiye'nin dış politikasında önemli bir kriz yaşandı. Yani ne yapacağını bilmeme hâli, oradan doğru bir bocalama ve inişli çıkışlı bir süreci yaşadı. Dolayısıyla Avrupa Birliğiyle, Amerika'yla, işte Orta Doğu'daki komşularla yaşanan krizin en önemli nedenlerinden biri olarak bir yönetme sorununun söz konusu olduğu tespitini ifade etmek gerekiyor.
Şimdi, son yirmi yıldır Orta Doğu eksenli bir üçüncü dünya savaşı yaşanmaktadır. Özellikle Orta Doğu merkezli, Irak'la başlayıp Suriye'yle devam eden ve daha öncesinde Arap Baharı'yla alevlendirilmeye çalışılan bir üçüncü dünya savaşı söz konusu. Özellikle Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Orta Doğu'nun şekillenmesiyle belirlemen statükonun yeniden dizayn edilmesi gibi ağır bir süreçle karşı karşıyayız. Bu karşı karşıya kaldığımız süreçte kurucu güç olmak ve bu sürecin baş aktörü olmak gibi bir pozisyonumuz söz konusu iken ne yazık ki şu anda bu pozisyonumuza sahip olduğumuzu söylemek mümkün değildir. Eğer ciddi bir eleştiri yapılacaksa buradan başlamak lazım.
Hepinizin de bildiği gibi, Orta Doğu'nun çok kadim halkları var. Bu kadim halklardan biri Kürtler olduğu kadar Türklerdir de, Araplardır da, Farslardır da. Özellikle 1071'le beraber çok tarihî bir Kürt-Türk ittifakından söz etmek ve bu ittifakın son yüzyıldaki Kurtuluş Savaşı'ndaki güncelleşmiş hâlinin akamete uğradığı ve şu an içerisinde bulunduğumuz süreçte de bunun çok ciddi bir şekilde sekteye uğratıldığını söylemek gerekiyor. 2013-2015 tarihi arasında Anadolu, Mezopotamya coğrafyalarını özellikle Orta Doğu eksenli stratejik bir Kürt-Türk ittifakına çevirme gibi bir sürecin yaşandığına hepimiz tanık olduk ve bu sürecin yaşanması aslında büyük bir tarihî fırsatı da bizlere doğurdu. Özellikle Suriye kriziyle beraber bu mevcut sürecin inişli çıkışlı birtakım böyle zafiyetlere uğratılmış olması ciddi anlamda şu anda yaşamış olduğumuz krizin de temel nedenidir. Arkadaşlar da ifade etti ve son zamanların en fazla konuşulan konusu Suriye'de ne olacak? Suriye'de bu oyun kurma işi ve Orta Doğu'yu tahkim etme süreci nasıl işleyecek? Şimdi, bu konuda ne yazık ki Türkiye Suriye'de şimdi oyun kurucu olmaktan ziyade daha çok eklenti pozisyonunda ve sürecin genel gidişatından etkilenen ve ona bağımlı bir pozisyon tutturmaktan öte bir rolü yoktur. Suriye'de şu anda kabul edersiniz etmezsiniz, orada yaşayan bir Kürt halk gerçekliği var. Şimdi bu Kürt halk gerçekliği sizin salt düşünsel ve salt politik bakışlarınızla şekillenen ve oradan var olan bir şey değildir. Dolayısıyla eğer Suriye'de bir çözüm gerçekleşecekse, eğer Suriye üzerinden Türkiye Orta Doğu'da hâkim bir güç olmak istiyorsa oradaki gerçekliğe daha sağlıklı, daha demokratik bir tutum geliştirmek zorundadır. Ne yapmalıdır? İşte Orta Doğu'da kurulmak istenen -az önce de ifade ettiğim hususlarda- bir birlikteliği, bir ittifaklaşmayı esas almak durumundadır. Onu yaparken de kendi içerisindeki, kendi evindeki Kürtlerle de bir barışma sürecini, Kürtlerle bir ortaklaşma sürecini gerçekleştirmek zorundadır. Yani bir bütün olarak aslında Suriye'yi de içeren; Türkiye, Irak, İran ve Orta Doğu coğrafyasına yayılmış bir Türk-Kürt ittifakını çok güçlü bir şekilde oturtmak gerekiyor. Bu, Türkiye için çok önemli bir noktadır. Dolayısıyla buradan kurulan bir stratejik ilişki, buradan kurulan bir birliktelik çok ciddi büyümeyi, çok ciddi güçlenmeyi beraberinde getirecektir. Yani önümüzdeki yüzyılı, yüz yılları da kurtarabilecek bir süreci beraberinde getirecektir. Ama ne yazık ki bunu şu sürece kadar görmek mümkün olmamıştır. Niye olmamıştır? İşte Birinci Dünya Savaşı'nın başlarından itibaren aslında ve öncesinden itibaren Türkiye siyasetine hâkim olan bir damar sürekli paranoyaları, sürekli korkuları aşılayarak ve komplolarla kendisini domine ederek siyaseti ve günlük yaşamı doğrudan etkilemektedir. Son birkaç yıldır, özellikle 15 Temmuzdan sonra da bu komplo teorilerinin, bu paranoya psikolojisinin çok yaygın bir şekilde Türkiye'deki iç ve dış siyasete hâkim olduğunu görüyoruz. İnsanların kendini güvenlikli hissetmesi kadar doğal bir şey olamaz, insanlar hep güvenlikli olmak isterler, hep rahat yaşamak ve yarını görmek isterler. Bu insan doğasının gereğidir ama siz yaşamınızı sadece paranoyalar üzerinden, kaygılar üzerinden, korkular üzerinden kurarsanız siz bir adım daha atamazsınız ve yaşamı normalleştiremezsiniz. Şu anda Türk dış siyasetinin en büyük handikaplarından biri de paranoyalara mahkûm olmasıdır, korkulara mahkûm olmasıdır, rahat olmamasıdır. Yani bu komplo teorilerine, bu işte Osmanlı'nın son döneminden beri Türkiye'nin başına bela olan birtakım böyle entrikacı anlayışların etkisine girmesidir. Yani bu Avrasya tartışmalarının da, bu işte anti Kürt politikalarının da, bu anti Avrupa Birliği politikalarının da temel nedeni bu. Korkuyu aşılayarak, kaygıyı ve paranoyaları büyüterek ayakta kalma ruh hâlidir. Dolayısıyla bunun çok yanlış olduğunu ifade etmek gerekiyor. Yani biz Hallacı Mansur'un dediği gibi çokluğun birliğine inanmamız gerekiyor. Tekliğin, tekçiliğin birliğini kesinlikle reddetmek gerekiyor. Şu nokta bence hepimizin üzerinde durması gereken noktadır: Biz çoklukla, çoğulculukla birliğimizi mi yaratacağız yoksa kapanarak, tekleşerek, tekçileşerek kendi kendimizi izolasyona mı tabi tutacağız? Şu anda karşı karşıya kaldığımız süreç budur değerli arkadaşlar. Bundan da korkmamak lazım, büyümekten korkmamak lazım. Şüphesiz bize karşı saldırılar gelişecektir, şüphesiz birtakım hesaplar olacaktır, birtakım emperyal ve birtakım sömürgeci hesaplar olacaktır. Bunu yadsımak, bunu görmemek büyük bir saflık olur ama bunların rehini olmak, her şeyi bunlara bağlamak gibi bir komplovari düşüncenin etkisi altına girip psikolojimizi bununla altüst etmek de çok sağlıklı bir bünye, çok sağlıklı bir siyasetin de sonucu değildir. Dolayısıyla kendimizle barışık, toplumumuzla barışık hele hele kendi Kürtlerimizle, bölgedeki Kürtlerimizle barışık bir siyaset yürütmemiz gerekiyor. Bugün Amerika'ya, Rusya'ya, İran'a ve farklı emperyal güçlere Orta Doğu'yu niye bırakıyoruz? Niye burada biz Kürtlerle o tarihsel ittifakımızı, o tarihsel birlikteliğimizi, kültürel birlikteliğimizi, sosyal birlikteliğimizi niye güncellemiyoruz? Niye bunu büyümemizin, güçlenmemizin, öncü olmamızın esas unsuru hâline getirmiyoruz? Yani dolayısıyla söylemek istediğim şey şu: Korkularımızı büyüten, kaygılarımızı öne çıkaran bir tutumdan ziyade daha kapsayıcı, daha eşitlikçi, daha öz güvenli bir yaklaşım ve tutum içerisinde olmalıyız, dış politikamızı da bunun üzerine kurmalıyız diyorum.
Bütçeniz hayırlı olsun.
Saygılar sunuyorum.