KOMİSYON KONUŞMASI

SELİN SAYEK BÖKE (İzmir) - Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.

Sayın Bakan, değerli bürokratlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Tabii, bugün konuşmaya başlamadan önce Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü anmadan olmaz 79'uncu ölüm yıl dönümünde. Bunu özellikle bu cumhuriyetin eşit yurttaşı kıldığı kadınlardan biri olarak, bunu özellikle bilimsel akla verdiği değeri yarınlara taşımayı dert edinmiş bir bilim insanı olarak yapıyorum. Yani Atatürk'ü anmak sadece Anıtkabir ziyaretleriyle olmaz, onun ortaya koyduğu devrimsel değerleri yaşatmakla ve o devrimsel değerlerin esasında Türkiye kalkınmasının da temelini oluşturduğu bilinciyle bir kalkınma stratejisi kurmaktan geçer. Onun için burada yapacağım bütün konuşma esasında tam da o devrim değerlerini yeniden anımsama ihtiyacımızı hatırlatan bir sohbete dönüşmüş olacak.

Şimdi, tabii, Kalkınma Bakanlığına dair herhangi bir tartışma yapacaksak önce kalkınmayı bir tarif etmek gerektiğini düşünüyorum çünkü şöyle bir endişem var: Türkiye'de ekonomi anlayışı salt büyüme üzerine odaklanmış ve artık kalkınmayı da "Büyürsek geri kalanını görmezden gelebiliriz." diyen bir anlayışla sınırlamış bir çerçeveyle boğuştuğumuz kanaatindeyim. Evet, ekonomik büyüme kalkınma için şarttır, bir ön koşuldur ama ekonomik büyüme kalkınma için tek koşul değildir ve büyüyerek kalkınamayacağımızın örneğini de korkarım ki Türkiye özellikle son birkaç yıldır bir somut örnek olarak ortaya koyuyor. Yani şunu baştan bir açıklıkla ifade edip ondan sonra Kalkınma Bakanlığının yapması gereken işlere dair bir eleştiriyi tarif etmek gerekliliği olduğunu düşünüyorum. Kalkınmayı biz, yaşam kalitemizi düzeltecek, kapsayıcılığı artıracak, bu ülkenin her vatandaşının eşit hissetmesini sağlayacak fırsatları veren, bu eşit fırsatlara eriştikten sonra da içine dâhil olacağı piyasadan eşit koşullarla çıkmasını sağlayacak bir düzen kurmak olduğunun altını çizme ihtiyacı duyuyorum. Maalesef bugün Türkiye'de yaşanan büyüme, bizler açısından yani 80 milyon açısından böyle bir kalkınmaya imkân veren bir büyüme değil. Bunu rakamlar zaten gösteriyor.

İhtiyacımız olan, Türkiye'nin kısa vadede konjonktürel büyümesini artıracak nefesler veren bir strateji değil, ihtiyacımız olan potansiyel büyümeyi artıracak reformları yapmaktan geçiyor. Bunun için de ekonominin yapısındaki sıkışıklıkları giderecek yapısal reformları artık kelimenin içini boşaltmadan tartışacak, reform paketleri açıklayarak değil, hakikaten burada yapıdaki sıkıntıyı tarif edip onu değiştirecek adımları atmaktan geçiyor. Yani bu kadar borçlu bir ekonominin sürdürülebilir büyüme yaratması mümkün değil, demek ki borca dayalı ekonomik modeli değiştirecek yeni bir modele ihtiyacımız var. Bu kadar eşitsizliğin olduğu bir ekonomik düzenin kendisini sürdürülebilir kılması mümkün değil, demek ki eşitsizliği çözecek bir kalkınma stratejisine ihtiyacımız var. Ve bugün artık kısa vadeli risklerin uzun vadeye dair büyük endişeler yarattığı risklerin de görmezden gelinmesinin önüne geçilmesi gerekiyor. İkiz açıklar bir Türkiye gerçeğine dönüşmüş vaziyette, mali disiplini çöpe atan bir torba yasa şu anda Genel Kurulda görüşülüyor, e, bu yetmiyor zaten cari açık her listede Türkiye'yi kırılgan ekonomiler arasına koyuyor. İkiz açıkların olduğu bir ekonomik düzenin sürdürülebilir kalkınma yaratmayacağını bu ülke kendi geçmiş deneyimleriyle biliyor, uzağa bakmaya gerek yok. Bununla beraber, tabii, dövizde ve faizde yaşananlar da, her ne kadar benim ekonomik anlayışımı çok sığ bulduğum bir çerçeve olsa da döviz ve faiz de, bir şey söylüyor çünkü onlar da birer sonuç olarak karşımızda duruyorlar. Ama bütün bu kısa vadeli riskleri bırakacağım, zira, sizin bakanlığınız için bunlar risk ama sizin yapmanız gereken işler bunlarla ilgili değil.

Ben buraya gelmeden önce geri dönüp biraz Daron Acemoğlu'nun "Modern Ekonomik Büyümeye Giriş" kitabına döndüm. Bir akademisyen olarak da çok güzel bir tarif yapıyor büyüme ve kalkınmanın nasıl farklı olduğuna dair. Biraz önce söyledim yani Türkiye buna örnek olarak gösterilebilir hâle gelmiş. En önemli tartışma da şu: "Kalkınma için yapısal değişim ve yapısal dönüşüme dair bir çerçeve ortaya koymak gerek." diyor. Yapısal değişimden anladığımız ne? Vallaha, üretimin kompozisyonunun değişmesi. Türkiye tarımdan sanayisizleşerek hizmetlere geçti. Bir sanayi stratejisi ihtiyacı ve yeniden Türkiye'yi sanayiye kavuşturacak... "Yeniden" diyorum ama güçlü bir biçimde sanayileştirecek bir stratejiye ihtiyacımız var. Korkarım ki ne bütçede ne de burada yapılan yasalarda ve de uygulamalarda böyle bir gerçeği görmüyoruz.

Yapısal dönüşüm de üretimin yapılma biçimi ve verimlilikle ilgili reformlar gerektiriyor. E, bunlar da çok yoklar. Yine veriyle konuşalım. Yapısal dönüşümün olmadığını ve potansiyel büyümeyi artıracak adımların bugün atılmadığını gayrisafi millî hasılanın hesapları bize gösteriyor. Bugün Türkiye son dört çeyrektir makine teçhizat yatırımının düştüğü bir gerçekle karşı karşıya. Bunun karşısına baktığınızda inşaat yatırımlarının da daha hızlı bir oranda büyüdüğünü görüyoruz yani betona para koyarak yarınki potansiyel büyümemizi yakalayacağımızı düşünmek hiç gerçekçi değil. Bizim makine teçhizata yatırım yapmayı istetecek bir düzeni kurmamız gerekiyor, bu da çok açıkça verilen teşviklerle yapılamıyor. Demek ki daha genel bir sıkıntı var bu ekonomide. Bu düzelir mi diye baktığınızda da bazı ön bulgular bunun düzelmesinin zor olduğunu gösteriyor. Yani, işte, ara malı ithalatına baktığınızda da bu yönde bir gerileme var. Bir de, esasında, makine teçhizatın içinde ticari araçlar var, motorlu taşıt vergisini artırıp ticari araç alımının artacağını öngörmek mümkün değil, galiba buna çare olarak da KOBİ'lere "Ya, siz alın da biz sıfır faizli kredi veririz size." dendi. Yani vergiyi artırıyoruz, sıfır faizli kredi veriyoruz. Borçlanacaksınız ama ileride hayatınız zor olacak... Yani bir kafa karışıklığıyla yapısal dönüşümden bahsetmek korkarım ki mümkün değil.

Eğitim bütçesi de burada ciddi bir sıkıntıya işaret ediyor. Eğitim bütçesinin içinde yatırımın payı yüzde 10'a bile gelmiyor yani geleceğine, potansiyeline yatırım yapan bir bütçe yok karşımızda. O yüzden, kalkınmadan nasıl bahsedeceğiz emin değilim.

Şimdi, kalkınma modelleri iki türlü kalkınmanın olabileceğini söylüyor. Bir talep temelli olabilir yani vatandaş geliri arttıkça bu gelirinin içerisinde daha çok sanayi ürünü ve hizmet talep eder hâle gelir, o üretimde bir dönüşüme yol açabilir. Türkiye'de böyle bir tüketim veyahut da talep temelli bir kalkınma öngörebilir miyiz? Göremeyiz. Yine rakamlar söylüyor, son gelir ve yaşam koşulları anketi diyor ki: Türkiye'de her 3 vatandaştan 1'i maddi yoksunluk çekiyor; çamaşır makinesi alamıyor, iyi bir konutta oturamıyor, sofrasına et koyamıyor, bir tatile gitmeyi düşünemiyor bile. Şimdi, böyle bir toplumsal yapının talep temelli bir değişimle Türkiye'yi kalkınmaya itmesini beklemek gerçekçi değil. Peki, bunun yanı sıra başka bir eşitsizlik de var, bunu da çok önemsiyorum. Türkiye'de orta gelir tuzağından bahsediyoruz ama bundan birkaç yıl önce TÜRKONFED'in yaptırdığı bir çalışma vardı. Mesele, Türkiye'de 3 farklı, esasında, bölgenin olduğu meselesi. Orta gelir tuzağına takılmış olan bölge sayımız 12 bölge için geçerli. En gelişmiş 6 bölge kolayca zengin kategorisine giriyor, en yoksul 8 bölge, bırakın zenginleşmeyi, yoksulluk kapanına kısılıp kalmış. Bölgesel eşitsizlikler var bu ülkede ama bunları çalışacak veri yok TÜİK'te. Neden saklanıyor? Yani, bir şey saklanmıyorsa bu veri niçin yayınlanmıyor? Ben bunu araştırmacı olarak da hiç anlamış değildim, hâlâ da siyasetçi olarak da anlayamıyorum.

Peki, kalkınma arz temelli nereden geliyor? Vallahi, eğitimden ve teknolojiden geliyor. Bugün hangi eğitim ve teknolojide Türkiye'de arz temelli bir kalkınma olacağını öngörüyorsunuz? "Proje okullarını yıktık, vazgeçtik, hepsini dağıttık." dediniz. Şimdi, bugün "Ya, yanlış yapmışız, proje okulu kuracağız." diyorsunuz. TEOG kalkıyor, yerine kaos geliyor. Nasıl bir eğitim verdiğimiz belli değil. İlk 500'e üniversitelerimiz girerken bizler de mezun olmaktan gurur duyarken bugün ilk 500'de bir Türkiye üniversitesi bırakmadınız. Şimdi, düşünemeyen, soru soramayan, bilim öğrenmeyen çocuklardan "Siz teknoloji üretin de yarın Türkiye kalkınsın." diye bir beklentimiz olacak. Lütfen, kalkınma stratejisinin önemli bir ayağının eğitim olduğu, eğitimin ideolojik bir oyun bahçesi olmadığı, bugün Sanayi 4.0 devriminde rekabet gücü kazanmak için çocuklarımıza bilim, Atatürk'ün bize gösterdiği bilim, rasyonel düşünce, laik ve fırsat eşitliği üzerine dayanan bir müfredatı hemen işleme koyun. Koymayacaksanız çekilin, koyacaklar gelsin de bu ülke bir facianın eşiğinden dönsün.

Şimdi, burada da rakamlar konuşuyor. PISA'yı herkes söylüyor ama OECD üyesi 38 ülkenin değerlendirdiği yıllık eğitim endeksinde Türkiye sondan üçüncü ve bu eğitimle kalkınmayı bekliyoruz. Eğitim kalkınmanın temelidir. Dolayısıyla sizin Bakanlığınızın teşviklerden önce düşünmesi gereken şey bu eğitim düzenidir.

Şimdi, dün konuşmuştuk Ekonomi Bakanlığında, teknoloji zaten üretilemiyor Türkiye'de. İhracatımızın içinde yüksek teknolojinin payı yüzde 3'lere kadar geriledi. 2000'lerde yüzde 7'lere çıktığı bir dönem olmuştu, şimdi geriliyor. Girişimcilerimiz arasında yüksek...

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Böke, iki dakika ek süre veriyorum.

Buyurun.

SELİN SAYEK BÖKE (İzmir) - Yapılan işler iki dakikadan daha çok konuşmayı gerektiriyor ama toparlayacağım.

335 bin girişimcinin sadece 1.129'u yüksek teknoloji üretiyor bu ülkede. "Neden?" sorusunu sormamız gerekiyor. Bu insanlara "Düşünmeyin, sormayın." diyen bir yaklaşımın sonra da dönüp "Düşünüp sorgulayarak teknoloji üret." demesini beklemek korkarım ki mümkün değil.

Yani, orta beşerî sermaye tuzağı orta teknoloji tuzağına yol açıyor, o da orta gelir tuzağına yol açıyor. Bunlardan kurtulmanın tek yolu var, iyi bir eğitim sistemini Türkiye'ye getirmek.

Şimdi, başka çalışmalar iki unsura daha değiniyor kalkınmayla ilgili, biri coğrafya, biri de kurumlar. Coğrafya... Bir kısmını biz seçemiyoruz ama coğrafyanın bize sağladığı koşulları kalkınmaya dönüştürmeyi biz seçebiliriz. Mesela, çocuklarımızı kör karanlıkta kaldırıp daha gözünü açamamışken sıraya götürecek yaz saati uygulaması mücadelesine ne gerek var, anlamış değilim. Veyahut da bir dış politikayla bölgeye barış getiren değil de savaşların ortağı yapan bir dış politikaya ne ihtiyacımız var, bunun ekonomik ve kalkınma sonuçlarını öngöremiyor muyuz, hakikaten anlayabiliyor değilim. Coğrafya kısmı bir yana, kurumsal yapılar... Daron Acemoğlu ve meslektaşları Nobel Ödülü almaya aday olacaklarına kesin gözüyle bakılan çalışmalar yaptılar. "Kurumlar çökerse kalkınma olmaz, ülkeler de çöker." dediler. Şimdi hangi kurum Türkiye'de ayakta Sayın Bakanım? Yani Merkez Bankası bağımsız mı diye sorsam çekinerek yanıt verileceğinden hiç şüphem yok. Bugün Türkiye'de devlet işler hâlde mi, kurumlar ayakta mı diye sorsam herkesin tedirgin yanıtlayacağına da hiç şüphem yok. Rakamlarla konuşalım, hiç siyaset sokmayalım işin içine.

Yine, Daronlar şunu söylüyor: Kapsayıcı yani herkesi içine alan kurumlar olursa ülkeler kalkınıyor; dışlayıcı kurumlar olduğunda, bazı grupları yok sayan, bazı sınıfları ve kesimleri dışına iten kurumlar olduğu zaman ülkeler kalkınamıyor. Peki, bu kapsayıcılık için ilk ihtiyaç olan ne? Mülkiyet haklarının korunması, her birimizin eşit olması. 2007'de 126 ülke arasında Türkiye mülkiyet haklarının korunmasında 38'inci sıradayken bugün 78'inci sırada. Yani artık zaten mülkiyet haklarının korunmasında sıkıntı varmış, bugün o sıkıntıyı derinleştiren bir kurumsal çöküşle karşı karşıyayız. Neden? Çünkü iktidara yakın olan güçlü hissediyor, iktidara yakın olmayan sınıflar, kesimler, bu toplumun insanları, vatandaşı, eşit paydaşı olması gerekenlere "Senin mülküne vergiyle veya başka yolla el koyarım." diyen siyaset kalkınmanın önünde engel oluşturuyor.

Bu da yetmiyor, hukukun üstünlüğü... Vallahi, baktığınızda, 99'uncu sırada 113 ülke arasında. Hukuk olmayınca kalkınma olmuyor. İktidar üstünde en az denetim olan 6'ncı ülke Türkiye 113 ülke arasında. Ya, başkanlık -gelecek ya o başkanlık, zaten fiilen bugün onu yaşıyoruz ama- işte bu denetimleri ortadan kaldırıyor. O denetimler olmayınca demokrasi olmayınca kalkınma korkarım ki olmuyor.

Kalkınma Bakanlığının ilk talebinin OHAL'in kalkması olması gerek, hukuk talep etmeniz gerek, eğitim istemeniz gerek. Biz sizden talep ediyoruz çünkü siz iktidarın ortağısınız. Bu bütçe bir OHAL bütçesi, bu bütçe bir eğitimsizlik bütçesi, bu bütçe bir hukuksuzluk bütçesi, bu bütçeden kalkınma çıkmaz. Buna ilk itiraz etmesi gereken de sizin Bakanlığınız.

Çok teşekkür ediyorum.

Umarım ülkemize hayırlı bir bütçe olur.