KOMİSYON KONUŞMASI

SELİN SAYEK BÖKE (İzmir) - Teşekkür ediyorum.

Sayın Bakan, değerli bürokratlar, değerli basın mensupları; esasında bugün konuşuyor olmamız gereken temel mesele, geçmişten bugüne nasıl geldiğimiz değil de nereye gitmek istediğimiz ve gitmek istediğimiz yere doğru hangi doğru adımların atılması gerektiğinin tartışılması ama ileriyle dönük bir yol haritası çizebilmek için tabii, önce, geçmişte de belki varsa birtakım sıkıntılar onları tespit etmek ve var olan sorunların hangi ekonomik ve siyasi sebeplerden kaynaklandığını açıkça ortaya koymak gerekiyor. Bunları rakamla yapmayı önemsiyorum ben de. Onun için, çok makrodan başlayacağım, ondan sonra epey bir mikroya doğru gitmeyi umuyorum.

Şimdi, cari açığa baktığınızda yani Bakanlığınızın dış ticaretle ilgili olması sebebiyle cari açık değerlendirmesi çok elzem. 2016'nın ilk sekiz ayında Türkiye'nin cari açığı 22,9 milyar dolarken 2017'nin aynı süresinde 27,2 milyar dolara çıkmış. Yani Türkiye cari açıksız büyüyemeyen, büyüdüğüyle de yapısal sorunlarına çare olup bu cari açığı azaltacak adımları atamayan bir ekonomik modele hapsedilmiş durumda. Bu durum, tarihsel olarak Türkiye'nin cari açığının yüksekliğinin ötesinde, Türkiye'ye benzeyen yükselen ekonomiler arasında da Türkiye'nin, esasında, kırılganlığının çok artmış olduğunu gösteriyor. 2013, 2017 ve 2019 için uluslararası çalışmaların öngörüleri, bize benzeyen yükselen ekonomiler arasında Türkiye'nin cari açığının millî gelire oranında en yüksek ülke olduğunu söylüyor. Yani hep kırılgan beşliler değişiyor ama Türkiye'nin kırılgan beşlideki yeri hiç değişmiyor. Demek ki ileriye dönük atacağımız adımlarda Türkiye'de bu kırılganlığı oluşturuyor olan cari açığı kapatacak bir yapısal üretim dönüşümüne ihtiyacımız var. Şimdi, Türkiye daha önce böyle bir yapısal üretim dönüşümü yaptı, bunu da ihracat rakamları çok net söylüyor. 1996'da imzalanmış olan AB gümrük birliğiyle Türkiye'nin ihracat kompozisyonu düşük teknolojili ürünlerden orta teknolojili ürünlere kaydı. Yani AB'ye ürün satabilmek imkânı arttığı anda Türkiye'de üretici, rekabet koşullarında yarın ayakta kalabilmek için üretim bantlarını yeniledi, yapısını değiştirdi ve üretimdeki yapısal dönüşüm de kendisini ihracat kompozisyonunda göstermiş oldu. Şimdi, yeniden yapısal bir üretim dönüşümüne ihtiyaç olduğunu bu rakamlar ve ihracatın teknoloji kompozisyonu çok net ortaya koyuyor. Ama korkarım ki ortaya konulan stratejik planlar, Türkiye'de uygulamaya koyduğunuz teşvik sistemi, Türkiye'yi hukuksuzluğa ittiğiniz OHAL düzeni, böyle bir yapısal dönüşüm bir tarafa, 1996 öncesinde Türkiye'yi düşük teknolojiye mahkûm kılmış olan ekonomik düzene Türkiye'yi yeniden itiyor.

Şimdi, girişimci sayılarına baktığınız zaman bence çok çarpıcı rakamlar var. 335 bin girişimcinin sadece 1.129'u yüksek teknoloji üretiyor yani Türkiye'deki girişimcinin yüzde 0,3'ü, binde 3'ü; inanılmaz az, yüksek teknoloji üretilmiyor. "Niye?" diye sormak muhalefetin görevi değil, bu ülkenin paydaşı olan herkesin görevidir. Burada partizanca bir yaklaşım değil, sorunu tespit edip "Bu teknoloji niye üretilmiyor?" diye bakmak gerekiyor. Yine, üretimin sadece yüzde 3'ü yüksek teknoloji alanında oluyor. Tekrar ediyorum, esasında bunlar, 1996'da yapılmış olan dönüşümün benzeri bir dönüşüme ihtiyaç olduğunu tespit eden rakamlar.

TEPAV'ın bir raporu var, benim çok beğendiğim, oradan da birkaç rakamı burada paylaşmak istiyorum. "Türkiye ne oluyor da KOBİ'lerini ihracata itemiyor?" diye baktığınızda, esasında, Türkiye'nin ihracatının yaklaşık yüzde 75'ini sadece bin şirketin yaptığı ortaya çıkıyor. 80 milyonluk bir ülkede ihracatın yüzde 75'ini sadece bin şirket yapıyorsa KOBİ'lerini bu düzene dâhil edemeyen bir sistem olduğu aşikâr. O zaman, yine, yapısal reformun KOBİ'sini bugünün, bu çağın ekonomik koşullarıyla uyumlu bir üretim yapısına kavuşturacak bir dönüşüme ihtiyaç var. Burada baktığınızda, esasında, demokrasiye ihtiyaç olduğu çok belirgin. Bunu salt demokrasi değeri olarak değil de ekonominin demokratikleşmesi açısından çok önemsiyorum. Bugün bir cep telefonu ve bir tane üç boyutlu yazıcıyla her birey bir fabrikaya dönüşebilir. O zaman, demek ki bireyleri bir fabrika gücüne dönüştürecek teknolojiyi kullanabilir hâle getirirsek eğer ekonomiyi demokratikleştirmenin önünde büyük bir adım atmış oluruz. Ama siyaset, var olan siyasi demokrasiyi de yok ettikçe, esasında, bireyin ekonomik demokrasiye katılımının önünde de büyük bir engel oluşturuyor. "OHAL kalksın." derken OHAL'in yarattığı baskıcı düzenin hepimizde yarattığı karamsarlığın dışında, bir de OHAL'in ortaya çıkardığı demokrasiden yoksun ekonomiyi de göz önüne alma ihtiyacını sizin Bakanlığınızın çok net ortaya koyması gerekir.

Şimdi, bu ekonomik demokratikleşmenin olabilmesi için, esasında, Sanayi 4.0'ı bir afaki kavram olarak değil de ne olduğunu gerçekten tespit ederek tartışmak gerekiyor. 2015'te Microsoft'un bir dijital eğilimler anketi var, şunu söylüyor: Bugün dünyada yaşanıyor olan yapısal üretim dönüşümü, bireyin tüketim tercihlerinin demokratikleşme yoluyla kişiselleştiği üretimi de mümkün kılıyor. Yani ben belli bir renk seviyorsam, belli bir malzemeden ürün seviyorsam o cep telefonu ve üç boyutlu yazıcıyla sadece bana has bir ürün bile ürettirmem mümkün. Ama bunun olabilmesi için KOBİ'lerinizin dijitalleşmesi gerekiyor, KOBİ'lerinizin yazılım yapacak beceriye kavuşması gerekiyor. KOBİ'lerinizin sadece otoyollara ve otobanlara değil fiber optik bir otoban ağına kavuşması gerekiyor. Şimdi, Ulaştırma Bakanlığının bize dayattığı kamu-özel iş birliği ortaklığıyla yapılan büyük projeler yerine bütün Türkiye'yi dijitalleştiren bir büyük projeye ihtiyacımız var, aksi takdirde, Türkiye'nin üretim yapısı dönüşemeyecek. Yine bir istatistik: Türkiye'nin kara yolu ağı 1,1 milyon kilometreyken fiber optik kablo ağı 240 bin kilometre. Aynı oran, Kore'de kilometrekare başına 6 kilometre fiber optik kablo varken Türkiye'de 300 metre var. Yani nerede yatırım yapmamız gerektiği, KOBİ'leri ihracatçı yapacak bu dönüşümün hangi yatırımla çıkacağı ve o yatırımın bu bütçeye nasıl gireceğinin reçetesi rakam konuştuğunuzda, partizanca kavga etmediğinizde ortaya çıkıyor. Ama bunun için, önce iktidarın kendi siyasi geleceği için siyaset ve bütçe yapmak yerine Türkiye'nin geleceği için bir siyaset ve bütçe yapmaya başlaması gerekiyor.

İkinci mesele, doğrudan yabancı yatırımlar, yine sizin alanınıza giriyor. Şimdi, Türkiye'de doğrudan yabancı yatırımların kalitesi de düşüyor, payı da düşüyor. Yine rakamlarla söyleyelim -değerli yol arkadaşlarım söyledi ama- 2017'nin ilk sekiz ayında 6,5 milyar dolarlık yabancı yatırım gelmiş, bunun 3,2 milyarı gayrimenkule gelmiş. Gayrimenkul bu ülkeyi büyütmez; bugün büyütür, size nefes aldırır ama bir yarın inşa etmez.

Doğrudan yabancı yatırımlar benim bilimsel olarak da çalıştığım bir alan olduğu için heyecan da duyuyorum. Doğrudan yabancı yatırımların bir ülkeye fayda sağlayabilmesi için önce o ülkede finansal piyasaların derinleşmesi gerekir, finansal piyasanın demokratikleşmesi gerekir. KGF burada çok önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Nasıl olacak da yabancı bir şirkette, doğrudan yabancı yatırım yapmış bir şirkette çalışan bir Türk işçisi öğrendiği bilgiyi kendi fabrikasına taşıyacak borcu alabilecek? Onun için ısrarla soruyoruz, yine soracağım: Bu KGF kime borç vermek için kullanıldı? Hangi sektörleri büyüttü? Kime imkân yarattı; yenilikçi fikirlere mi yoksa borcunu kapatacak olanlara mı?

Bununla birlikte, tabii, beşerî sermaye de gerekiyor. Korkarım ki eğitimde ortaya çıkan facia tablo, Türkiye'nin doğrudan yabancı yatırım çekmesinin önünde engel olacağı gibi doğrudan yabancı yatırımdan faydalanması önünde de bir engel olacak.

Son konu da serbest bölgeler; yine, sizin alanınıza giriyor. Belli ki iktidar, serbest bölgeden serbest bankacılık bölgesini anlamış ki iktidar ve akrabaları offshore bankacılıkla serbest bankacılık bölgelerine parasını taşımayı kendine görev edinmiş. Şimdi, bu mesele önemli bir mesele; NBER, Amerika'nın Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu bir ay önce bir veri yayınladı, bir çalışma yayınladı, şunu gösteriyor: Dünyadaki millî gelir içerisinde yaklaşık yüzde 10'luk bir offshore yatırım var yani vergi cennetlerine yatırım yapıyor insanlar. Yatırım demek de doğru değil ama oralara servetini taşıyor. Türkiye'de bu oran yüzde 20'ye yakın ve şimdi cennetten öğreniyoruz ki bu cennetlere kaçanların, o yüzde 20'nin de çoğunluğu iktidar ve iktidarın yakınları. Yani buna acilen, sadece bir açıklama yapma değil, buna dair bir siyaset üretmeye ihtiyacınız var ve ekonomi olarak.

Şimdi, Türkiye'den yüksek ülkelere bakınca durumun vahameti ortaya çıkıyor. Birleşik Arap Emirlikleri'nin offshore yatırımları veyahut da serveti büyük, Venezuela'nın büyük, Suudi Arabistan'ın büyük, Rusya'nın büyük, Arjantin'in büyük, Tayvan'ın büyük, Portekiz ve Yunanistan'ın büyük.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

SELİN SAYEK BÖKE (İzmir) - Bir cümle söyleyip kapatacağım.

BAŞKAN - Toparlayın lütfen.

SELİN SAYEK BÖKE (İzmir) - Teşekkür ediyorum.

Şimdi, daha da önemlisi, iki tespit var bu çalışmanın bize gösterdiği. Mesele, yüksek vergi meselesi değil. Yani yüksek vergisi olan ülkelerde düşük offshore hesapları örnekleri de var; mesela, Danimarka, Norveç gibi. Buralarda vergiler çok yüksek ama kaçmıyor siyasetçiler oradan, paralarını başka ülkelere kaçırmıyorlar veyahut da Japonya veya Güney Kore'de bu vergiler düşük ama yine, siyasetçiler veya akrabaları paralarını kaçırmıyor. Demek ki mesele, başka bir mesele. Mesele, ülkenize dair ve o ülkenin geleceğine dair duyduğunuz güvenle ilgili bir mesele. Eğer bakanlıklar bu güveni duymuyorsa başkasının duyması beklenemez.

Son veri de yine bu çalışmada, offshore'a daha çok servet kaçıran ülkelerin ekonomik eşitsizliklerinin daha da arttığını gösteriyor. Ya, biz eğer Gini katsayısını düzelteceksek, bu ülkede yoksulluğa çare oluşturacaksak önce biz ama önce siz, iktidar bu ülkeye güvenecek ve parasını bu ülkede tutacak.

Saygılar sunuyorum.

Bütçenin de tabii ki hayırlı olmasını diliyorum ülkemize.