KOMİSYON KONUŞMASI

EROL DORA (Mardin) - Teşekkürler Sayın Başkan.

Öncelikle bütün değerli milletvekillerini, basın emekçilerini, Meclis Başkan Vekilimizi, hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlayarak konuşmama başlamak istiyorum.

Tabii bu tür komisyonlarda bizim yapacağımız değerlendirmeler, görüşler şiddet, ırkçılık içermemek şartıyla insanların her türlü düşüncelerini ifade etmeleri, aslında geleceğe de bir miras olarak bu İç Tüzük tartışmaları aktarılacaktır. Bu açıdan insanların özgürce kendi düşüncelerini ifade etmeleri hepimiz açısından çok önemlidir. Zaten varlık nedenimiz budur. Özellikle biz Parlamentoda görev yapan milletvekilleriyiz. Parlamento Türkiye'nin kalbidir. Yani buradaki düşünce özgürlüğü aslında Türkiye'nin demokratik, laik, sosyal bir devlet olduğunun da aslında turnusol kâğıdı işlevini görecektir. Bu açıdan her türlü düşünceye müsamaha göstermemiz gerektiğine inanıyorum. Şart: Hakaret ve şiddeti teşvik etmemek şartıyla.

Şimdi, aslında üzerinde tartıştığımız madde, milletvekillerinin yasama sorumsuzluğuyla ilgili olan Anayasa'mızın 83'üncü maddesinde düzenlenmiş olan bir konudur.

Şimdi, öncelikle Anayasa'mıza bakmamız gerektiğini vurgulamak istiyorum. Şimdi, teklifin 14, 15 ve 16'ncı maddesi... Anayasa'nın 25'inci maddesinde yer alan "Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz." Bu bir. İkincisi, 26'ncı maddesi "Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir." şeklinde düzenlemeler getirmiştir. Şimdi, bizim bakacağımız, düşüncelerimiz üzerine bina edeceğimiz anayasal maddelerimiz öncelikle düşünce özgürlüğü açısından bu iki maddedir.

Değişiklik teklifinin 14'üncü maddesi yine Anayasa'nın 83'üncü maddesine açıkça bir kere, aykırılık teşkil etmektedir. Anayasa'mızın 83'üncü maddesi birinci fıkrasında yasama sorumsuzluğunu düzenlemektedir, "Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar." şeklinde bir düzenleme getirmiştir. Yani burada Anayasa'mızın 83'üncü maddesi milletvekilinin ifade özgürlüğünü teminat altına almaktadır. İnsanın insanla olan iletişiminde ise ifadenin sadece konuşma biçiminde, söz biçiminde olamayacağını, konuşmaların çeşitli biçimlerde görsel materyallerle desteklenebileceğini sanırım hepimiz biliyoruz. İçerisinde bulunduğumuz çağda insanın kendisini ifade biçimleri oldukça renklilik kazanmış ve çeşitlenmiştir. Dolayısıyla İç Tüzük değişiklik teklifinin 14'üncü maddesinde yer alan, Genel Kurulun çalışma düzenini ve huzurunu bozucu döviz, pankart ve benzeri materyali getiren ve kullananlara kınama cezası verilmesi biçimindeki düzenleme sadece ifade özgürlüğünü engelleyici yanlış bir düzenleme değil, aynı zamanda Türkiye Parlamentosunu aslında komik duruma düşürecek bir düzenlemedir. Biraz önce de vurguladığımız gibi bu tür ifade özgürlüğü Anayasa'mızca 25'inci ve 26'ncı maddelerde düzenlenmiştir. Şimdi, bu maddelere aykırı olarak İç Tüzük'te böyle bir değişikliğe gidilmesi normlar hiyerarşisi açısından aykırılık teşkil etmektedir. Meclis kürsüsünde milletvekillerinin yasa tasarısı, araştırma önergesi ve üzerinde yaptığı konuşmalar kimi zaman teknik ifadelere boğulabilmekte, rakamlarla dolu ve unutulan, etki yaratmayan sözlere dönüşebilmekte veya kürsüye çıkan hatiplerin görüşülen kanun tasarısıyla ilgili tekrarlara düşen, diğer hatiple benzeşen konuşmalar gerçekleştirmesi çoğunlukla ihtimal dâhilindedir. Bu çerçevede zaman zaman farklı ifade biçimlerini de kullanabilen milletvekilleri çeşitli nesnelerle, materyallerle, istatistiki tablolarla Meclis Genel Kurulunda etkili sunumlar yapabilmekte, gerek diğer milletvekillerinin gerekse basın aracılığıyla kamuoyunun dikkatini çekebilmektedirler.

Diğer taraftan, ülkemizde son yıllarda hayli fazla biçimde artan önemli insan hakları ihlalleri, terörist eylemler neticesinde yaşanan katliam niteliğinde olan kıyımları, kolluk güçlerinin sebep olduğu ve cezasız kalan cinayetler, işçi kıyımları, önemli sayıda gözaltı, tutuklama ve benzeri haksız yargı kararları neticesinde oluşan yargıya güvensizlik, doğa kıyımları, kadına şiddet, çocuklara cinsel istismar gibi daha da uzatılabilecek olan son derece negatif ülke gerçeklikleri maalesef kimi zaman sadece sözlerle anlatılabilecek eşikleri çoktan aşmıştır. Meclis kürsüsünde üzerinde konuşulan konuyu en iyi ifade etmeye yarayacak materyaller milletvekilleri tarafından kullanılagelmiştir ve bunun böyle de devam etmesi gerekmektedir.

Şimdi, sayın milletvekilleri, öncelikle, Türkiye'nin Avrupa Konseyinin kurucu bir ülkesi olduğunu hatırlatmamızda yarar var. İkincisi, Türkiye Kopenhag Kriterlerini kabul etmiş olan ve şu anda Avrupa Birliğine tam üyelik için müzakereleri devam ettiren bir ülkedir. Biz buna çok önem atfettiğimizi öncelikle belirtmek istiyoruz. Neden Avrupa Birliği kriterlerine çok önem veriyoruz? Biz Avrupa Birliğini aynı zamanda demokratik bir değerler bütünlüğü olarak değerlendiriyoruz, bu açıdan. Çünkü Kopenhag Kriterleri insan haklarını, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, azınlık haklarını teminat altına almıştır.

Şimdi, ülkemize baktığımızda Mezopotamya ve Anadolu coğrafyasında sizin de bildiğiniz gibi çok farklı halklar, medeniyetler, inançlar yaşamıştır ve hâlâ daha yaşamaya devam etmektedir. Dolayısıyla Anadolu'da coğrafyaya ait olan isimler, idari isimler, köy isimleri, dağ isimleri çok farklı dillerde ifade edilmektedir. Tabii, ülkemizin farklı etnik yapılardan ve inançlardan meydana gelmiş olması aslında bu coğrafyanın en önemli zenginliklerinden birisidir. Bundan korkmamamız gerektiğine inanıyorum ve bu çerçevede düşünmemiz gerekiyor. İnsanlar kendi dillerinde kendilerini ifade edebildikleri zaman ve yaşadıkları köylerde, ilçelerde, şehirlerde kendi bildikleri o eski tarihten kalan isimleri kullandıklarında kendilerini daha çok bu ülkeye ait hissedeceklerdir. Öncelikle, biz, Türkiye'nin üniter yapısı çerçevesinde Türkiye'yi hepimizin 80 milyonun ortak vatanı olarak görüyoruz. Biz burada hiç farklı bir etnik grubu, farklı bir halkı başka birisinden, başka bir etnik gruptan ve inançtan üstün göremeyiz, zaten Anayasa'mızın 2'nci maddesi eşitlik prensibini düzenlemektedir.

Aslında Türkiye bugün, işte biraz önce de vurguladığımız gibi Avrupa Konseyinin bir kurucu üyesidir. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Beyannamesi'ni kabul etmiş bir ülkedir. Aslında bütün bu sözleşmelerde geçen bu evrensel değerleri kabul ettiğinde Türkiye bütün sorunlarını çözebilecek bir yeteneğe, bir politikaya ulaşabilecektir ama maalesef, son yıllarda özellikle Türkiye'nin 1999'da Avrupa Birliğine tam adaylık süreci başladıktan sonra Türkiye'de bildiğiniz gibi çok önemli yasal ve anayasal değişiklikler yapıldı. Bunlar öncelikle Ecevit Hükûmeti, Koalisyon Hükûmeti döneminde başladı ve akabinde AKP Hükûmeti tarafından bunlar devam ettirildi. Öncelikle de belirtmek istiyorum, birçok konuşmamda da belirttim, işte, gayrimüslim cemaatler, gayrimüslim cemaatlerin vakıfları gayrimenkul edinemiyorlardı, 1936 Beyannamesi gerekçe gösterilerek onların vakıfnameleri, tüzükleri kabul edilerek ondan sonra edinilmiş olan bütün gayrimenkulleri de elinden alınmaktaydı ve bunu, bu kararı veren de Yargıtay Hukuk Genel Kuruluydu. 2008 tarihinde bir Vakıflar Yasası yapıldı. Bizim bunları çok önemsediğimizi vurgulamak istiyorum. Öncelikle, özellikle Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinin Türkiye'yi şu anda 2005'te kaldırmış olduğu siyasi ve hukuki denetime tekrar almış olmasından bir kere, büyük bir üzüntü duyuyoruz çünkü biz bu sürecin ilerlemesini istiyoruz ancak Türkiye'nin de bu anlamda kendisine düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmesi gerekir. Çünkü Avrupa Birliğine tam üye olmak için biz de kendimize düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmeliyiz. Bu anlamda Avrupa Birliğinin de ciddi olması gerektiğine inanıyoruz yani ahde vefa ilkesi gereğince atılmış olan imzalar çerçevesinde iki tarafın da kendi görevlerini yerine getirmesi gerekiyor.

Dolayısıyla bu çerçevede düşündüğümüzde biz tarihte tabii ki birçok olumsuz olay, trajik olaylar yaşanmıştır. Biz ülkeler bazında, topluluklar bazında ve kişiler bazında olsun tarihle yüzleşmemiz gerektiğine inanıyoruz çünkü tarihle yüzleşemediğimiz sürece yani gerçeklerle yüzleşemediğimiz sürece biz özgürleşemeyeceğimize inanıyoruz. Bu tür olaylardan bahsederken genellikle aslında biz kin ve nefret inşa etmek için değil, geleceğimizi evrensel değerler üzerine ve 80 milyonun demokratik bir cumhuriyette ve birlikte yaşamasını önceleyen düşüncelerle biz bunu ifade ediyoruz. Bu açıdan getirilmiş olan bu düzenlemeler aslında şu anda meriyette bulunan Anayasa'mızın işte, 25'inci, 26'ıncı, yasama sorumsuzluğunu düzenleyen 83'üncü maddesine de tamamen aykırılık teşkil etmektedir. Özellikle bu Avrupa Birliği süreci başladıktan sonra bütün insanlarımızda artık sorunlarımızın evrensel değerler ölçütlerinde diyalogla, müzakereyle çözümlenebileceğine ilişkin olarak büyük bir umut yaratıldı. Akabinde de biliyorsunuz işte, 2013 tarihinde başlayan demokratik barış süreci bütün Türkiye'deki insanları rahatlatan bir durum olmuştu. Yedi bölgeye ilişkin olarak oluşturulmuş olan akil insanlar ve onların hazırlamış oldukları raporlar çerçevesinde aslında Türkiye toplumu, Türkiye halkları gerçek anlamda diyalogdan, müzakereden ve barıştan yana olduklarını açık ve net olarak ifade etmişlerdir. Şimdi, biz sorunlarımızı diyalogla, evrensel değerler ölçütlerinde, parametreleri çerçevesinde çözümleme yolu varken hâlâ düşünceyi kısıtlamaya yönelik olarak yeni tüzükler, yeni anayasal metinler yapmak üzere çalışmalar yapıyoruz.

İkincisi, 24'üncü Dönemde oluşturulmuş olan Anayasa Uzlaşma Komisyonunu da biz çok önemli bir süreç olarak değerlendiriyoruz. Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa bütün farklı inançlar, farklı kesimler, farklı sivil toplum kuruluşları bu Komisyona davet edildiler ve ilk defa özgür iradeleriyle kendi sorunlarını ve istemlerini bütün partilerden eşit sayıda oluşturulmuş olan Anayasa Uzlaşma Komisyonuna ifade etme özgürlüğünü yaşadılar. Bunun, bütün insanlarda bir güven, ülkeye bağlılık ve yurtseverlik duygusunu daha da artırdığına ben kendim şahit olmuş bulunmaktayım. Bu açıdan, insanlar tarihte vuku bulmuş trajik olayları farklı şekilde değerlendirebilirler, "İlla bu şekilde değerlendireceksin." diye... Bir kere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları içtihatları bir kere buna cevaz vermez. İkincisi de, Parlamentonun bunu kabul etmemesi gerekir; özellikle kürsü dokunulmazlığı, dokunulmazlık kaldırılabilir ama yasama sorumsuzluğu asla kaldırılamaz ve orada insanlar, ırkçılık ve şiddeti teşvik etmemek şartıyla her türlü ifadeyi ve sözü kullanabilirler. Biz bunu yaptığımızda işte o zaman Türkiye'nin itibarı artar ve Türkiye'de gerçek anlamda demokratik, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu, herkesin, 80 milyonun, bütün farklı inançların ve farklı kültürlerin, etnik yapıların kendilerini özgürce bu ülkede ifade edebileceklerine ilişkin olarak da duygular gelişecek ve işte o zaman biz birlikte gerçek anlamda özgür ve kardeşçe birlikte yaşayabileceğiz. Her zaman bahsediyoruz işte, biz binlerce senedir birlikte yaşıyoruz. Eğer biz birbirimizin ana dilini, kültürünü, farklı özelliklerini tanıyamazsak bu nasıl bir kardeşlik olabilir? Bu, retorikten öteye gidemez. Bu açıdan, Türkiye toplumu, 80 milyon bizden çözümleyici politikalar beklemektedir. Bu açıdan, bu tür kısıtlamalardan öncelikle vazgeçmemiz gerektiğini bir kez daha ifade etmek istiyorum.

Biz, tekrara dönmemiz, geriye dönmemiz gerektiğine inanıyoruz. Son yıllarda madem ki bu kadar önemli açılımlar yapıldı, şimdi, Türkiye bu son süreçte biliyorsunuz, bir kutuplaşmaya gitmektedir. Şu anda kimse kendini yargısal anlamda da bir güvence altında hissetmemektedir. Öncelikle hukukun üstünlüğünün, gerçek anlamda bağımsız bir yargının Türkiye'de inşa edilmesi için bu Parlamentoya, bütün siyasi partilere büyük bir görev ve sorumluluk düştüğüne inanıyorum. Devlet mekanizması ne için vardır? Vatandaşların sorunlarını çözmek için vardır. Bu ülkede çok farklı kesimler yaşıyor, biraz önce isimleri bahsedildi; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Boşnak, Ermeni, Süryani, Arap, Kürt; inançsal bakımdan Ezidiler, Hristiyanlar, Müslümanlar, Aleviler; bunlar bu ülkenin gerçekliğidir. Anayasa'mızın 2'nci maddesinde de hüküm altına alınmıştır, Türkiye demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir ve herkesin de bu ülkede eşit olması vurgulanmıştır Anayasa'mızda. Onun için, bunun yalnız teoride anayasalara girmesi önemli değildir; önemli olan bu düşüncelerin pratikte içselleştirilmesidir. Artık Türkiye'nin bir değişim ve dönüşüme gitmesi gerektiğine inanıyoruz. Yeni politikalarla bütün kesimlerin kültürel yapısını, ana dillerini yaşatabilecekleri, bu anlamda kendi köy isimlerini, yerelde coğrafik anlamda kullandıkları isimlere de önem vermemiz, onların bu istemlerini, duygularını biz kabul ettiğimizde herkesin daha çok yurtsever olabileceğine inanıyorum ben. Bakın, Will Kymlicka'nın bir kitabı var, o kitabı okursanız İsviçre'yi örnek olarak gösteriyor. Bakın, İsviçre'de herkesin ana dili, kültürel yapısı olduğu gibi kabul edildiğinden dolayı diyor ki: "İsviçre'de herkes yurtseverdir." Benim bir görüşüm var, bu coğrafyayı, bu ülkeyi hiç kimse bizden fazla sevemez. Bu coğrafya kimsenin inhisarında değildir, 80 milyonun tekelindedir, inhisarındadır. O açıdan, hepimizin birbirimizi anlayarak, kucaklayarak sorunlarımızı diyalogla, müzakereyle çözmemiz gerektiğine inanıyoruz. Yani bizim Avrupa'nın müdahalesini, başkasının müdahalesini beklememize gerek yok, bu evrensel değerler Avrupa'nın da tekelinde değildir. Biliyorsunuz, taa Antik Yunan'dan itibaren bu felsefik evrensel değerler, demokrasi, hukukun üstünlüğü, mahkeme kararı olmadan kimsenin suçlu ilan edilemeyeceği yani masumiyet karinesi, bunlar evrensel değerlerdir ve dolayısıyla, bu anlamda bu değerlere dikkat etmemiz gerekirken ve Anayasa'mızca, imzalamış olduğumuz uluslararası sözleşmeler gereğince de teminat altına alınmış olan ifade özgürlüğünü, özellikle -biraz önce de vurguladığımız gibi- ülkemizin aynası olan, turnusol kâğıdı olması gerekirken demokratik bir cumhuriyet olması açısından yeniden ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı ve Anayasa'ya aykırı olarak İç Tüzük'e koymak Anayasa'ya aykırıdır ve ülkemize de kazandırmayacaktır.

Konuşmamı sonlandırmadan önce önemli bir konuya değinmek istiyorum. Bakın, Sayın Cumhurbaşkanımız 24 Nisan 2014 tarihinde 1915 olaylarına ilişkin şu mesajı yayınlamıştır, önemli birkaç noktasını özet olarak belirtmek istiyorum: "Adil bir insani ve vicdani duruş, din ve etnik köken gözetmeden bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. Türkiye'de 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi; çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir. Ne var ki, tarihî meseleleri hukuki boyutlarıyla birlikte daha iyi anlamamız, kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa, farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer bir anlayışın beklenmesi tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti, hukukun evrensel değerleriyle uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir.

Zamanın ruhu, anlaşmazlıklara rağmen konuşabilmeyi, karşıdakini dinleyerek anlamaya çalışmayı, uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi, nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirmektedir.

Türkiye, geleceğe güvenle bakan bir ülke olarak tarihin de doğru anlaşılması için ilmî ve kapsamlı çalışmaları her zaman desteklemiştir. Etnik ve dinî kökeni ne olursa olsun yüzlerce yıl bir arada yaşamış, sanattan diplomasiye, devlet idaresinden ticarete kadar her alanda ortak değerler üretmiş Anadolu insanları, yeni bir gelecek inşa edebilecek imkân ve kabiliyetlere bugün de sahiptir."

Şimdi, bu düşüncelere bizim çok önem atfettiğimizi öncelikle belirtmek istiyorum. Yalnız, bunların teoride, söylemde de kalmaması gerekir; bunların içselleştirilmesi ve pratikte uygulanması, 80 milyonun, her farklı etnik gurubun, inancın kendini bu ülkeye aidiyet duygularıyla bağlayabilmesi açısından bu düşüncelerin pratiğe geçmesi gerektiğine inanıyoruz.

Şimdi, bütün bu düşüncelerden sonra, bu veciz konuşmalardan sonra kalkıp İç Tüzük'te düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlayan ve Anayasa'mıza aykırı olarak birtakım kınama ve para cezalarını getirmek ülkemizi, Parlamentomuzu düşünce özgürlüğü bağlamından ve şu anda da Avrupa Birliğiyle tam üyelik müzakerelerini sürdüren bir ülke olarak değerlendirdiğimizde ülkemizi zafiyete ve aslında komik bir duruma düşürecektir.

Bir an önce, tekrar Anayasa Komisyonuna hitap ederek, bu düşüncelerden vazgeçilmesi ve evrensel ilkelerin, demokratik ilkelerin, çoğulculuğun bu ülkede egemen olması için biz yeni bir anayasa, sivil, demokratik bir anayasa yapmamız gerektiğine inanıyorum ve süreleri, özgürlükleri kısıtlayan değil olabildiğince, parlamenterlerin özgüven içinde, hakkında herhangi bir soruşturma veya kovuşturma açılabileceği kaygısıyla değil, özgürce, Parlamentoda 80 milyonun, farklı azınlıkların, farklı etnik grupların temsilcileri olarak özgürce kendilerini ifade edebilme imkânlarını onlara tanımamız gerekir diyorum. Bu düşüncelerle yine hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.