Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
Konu | : | Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünde Değişiklik Yapılmasına Dair İçtüzük Teklifi (2/1783) (Alt komisyon metni) |
Dönemi | : | 26 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 18 .07.2017 |
MİTHAT SANCAR (Mardin) - Teşekkürler Sayın Başkan.
Öncelikle, tabii, bu tartışmaya ilişkin birkaç söz söyleme ihtiyacı duyuyorum.
BAŞKAN - Söylemeseniz daha memnun olurum.
MİTHAT SANCAR (Mardin) - Yok, hayır. Sayın Parsak'ın bugün çok fazla müdahale edici, çok fazla gergin bir hava içinde olduğunu gördüm. Sürekli...
MEHMET PARSAK (Afyonkarahisar) - Yani, sataşma hiç olmasın, emin olun hiç sesimi çıkarmam, dinlerim yani.
MİTHAT SANCAR (Mardin) - Bakın, işte, şimdi de onu yapıyorsunuz. Deminden beri...
MEHMET PARSAK (Afyonkarahisar) - Siz 5'inci maddeye dair konuşmanıza "Sayın Parsak" diye başlayınca ister istemez böyle olur.
MİTHAT SANCAR (Mardin) - Çünkü biraz önce konuşmanızda...
MEHMET PARSAK (Afyonkarahisar) - Bir de böyle bakalım Sayın Sancar.
MİTHAT SANCAR (Mardin) - Evet, Sayın Başkan...
BAŞKAN - Devam edin, Sayın Sancar, devam edin siz.
MİTHAT SANCAR (Mardin) - Size de çok açık eleştirim var. Bakın, Sayın Parsak deminden beri bütün tartışmayı belirleyen bir konumda; sürekli ya kendisi konuşuyor ya da konuşanlara bir şekilde müdahale ediyor, böylece en az bir saattir tartışma Sayın Parsak'ın başlattığı yolda ve onun üslubu üzerinden akıyor. Buna müdahale etmeniz gerekir eğer Komisyon çalışmalarının gerçekten sağlıklı yürümesini istiyorsanız. Siz de bunu defalarca söylediniz, evet, "Burada biz konumuzla ilgilenelim ve tartışmaları bu çerçevede tutalım." dediniz ama bununla ilgili müdahalelerinizde de doğrusu bu amaca uygun bir sonuç elde edecek bir tarz ortaya koyamadınız; bunu bir eleştiri olarak buraya not etmenizi isterim Sayın Başkan.
Şimdi, sürekli iktidar partisi temsilcilerinden ya da teklifin imzacılarından şu sözü duyuyoruz: "Efendim, konuyla ilgili konuşmalar yapılsın." Şimdi, konuştuğumuz mesele pek çok boyutu olan, önemli bir konu. Burada, teklifin hazırlanma sürecinden başlayarak kimlerin bu süreçte hangi saiklerle yer aldığına varana kadar değerlendirme yapmak konuyla ilgilidir Sayın Başkan. Yani, "konuyla ilgili konuşmak" dediğiniz şey sadece burada, metinde yazan maddenin lafzı üzerinden veya getirdiği düzenleme üzerinden bir şeyler söylemek değildir. Elbette bu İç Tüzük teklifinin temelinde bir siyasi zihniyet var, bir anlayış var, hatta bir toplumsal tasavvur var. Şimdi, maddeleri konuşurken bu siyasi zihniyete, bu toplumsal tasavvura ilişkin bir şey söylemeden geçmek mümkün mü, doğru olabilir mi bu? Hayır. Elbette buna hakkımız var ve Komisyon çalışmaları da bu tür durumlarda meseleleri enine boyuna tartışmanın bir imkânıdır.
Bakın, bu İç Tüzük teklifi hazırlanırken Cumhurbaşkanlığı başdanışmanlarından birinin bir açıklaması düştü haberlere, şöyle diyor: "Bundan sonra her şey komisyonlarda tartışılacak, Genel Kurulda sadece belli bir çerçevede, sınırlı bir söz hakkı olacak." Aşağı yukarı bu anlama gelen bir açıklama yapmıştı. Madem öyle, hakikaten Genel Kurulda imkânlar, muhalefetin konuşma ve gündem belirleme imkânları çok büyük ölçüde sınırlanacak, madem komisyonlar artık bu işleri görecek; bırakın, asıl bu sonucu doğurmak üzere getirilen teklif üzerine burada enine boyuna konuşalım.
Şimdi, 5'inci maddeyle ilgili konuşmaya başladığımda göreceksiniz, bunun bir tarihsel boyutu var, bir siyasal boyutu var, bir toplumsal boyutu var ve bunlara değinmeden sadece "5'inci madde iyidir, kötüdür." deyip geçme imkânı da yok. Böyle bir konuşma içeriksiz, anlamsız bir konuşma olacaktır.
Öte yandan, partimiz adına söylüyorum: Bu çalışmalar başladığından bu yana çizdiğimiz çerçeve içinde son derece serinkanlı, olgun ve yapıcı bir katkı sunmaya çalışıyoruz. Sabahlara kadar kaldık, görevlendirdiğimiz milletvekili arkadaşlarımızla geliyoruz buraya; zaten 3 kişi Komisyon üyesi, bunun dışında 2 ya da 3 arkadaşımız geliyor, söz alıyor, değerlendirmelerde bulunuyor, açıklamalar yapıyor. Hiçbirimiz de sadece "Süre geçsin, çalışmalar uzasın." gibi bir maksatla boş konuşmuş değiliz. Tutanaklar ortada, bütün değerlendirmeler biraz önce çizdiğim çerçeve içinde yapıcı ve olgun bir tarzda yürütülüyor.
Öte yandan, şunu da mutlaka belirtmem gerekiyor: Sayın Parsak "Facebook siyaseti" dedi; gerçekten bir iktidar dili bu. Yani, sosyal medyadan bugün en çok istifade eden kesim muhaliflerdir çünkü ana akım medya kapalıdır muhaliflere; gazeteler, televizyonlar zaten tek elde toplanmış gibi, tek merkezden yönetiliyormuş gibi yayın yapıyor. Burada bizlerin sosyal medyayı kullanması kadar doğal bir durum yok. Sadece sosyal medyaya mecbur bırakılmış olması muhalefetin ayrıca iktidar sahipleri ve onların müttefikleri tarafından sorgulanması gereken, kendileriyle yüzleşmeleri gereken bir konudur, bir meseledir. Bundan biz herhangi bir sıkıntı duymuyoruz, elbette sosyal medyayı kullanacağız ama isterdik ki, Anayasa görüşmelerinde önerdiğimiz gibi, her bir komisyonun kendine ait internet yayını imkânı olsun; Anayasa çalışmaları sırasında da belirtmiştik bunu. Mesela sadece Anayasa Komisyonu çalışmalarını canlı yayınlamak üzerine bir "web" sitesi oluşturabilir; buna teknik olarak engel yok, hatta sorduk soruşturduk, son derece kolay ve maliyetsiz de bir yol. Bunlar yapılsa bu şimdi gördüğünüz cep telefonlarıyla Periskop yayını yapmaya ihtiyacımız kalmazdı. Şunu da unutmayın: Sosyal medya öyle ucuz ya da maliyetsiz gibi görünse de izleyenler açısından o kadar da külfetsiz bir yöntem değildir. Herkesin internet kotası var ya da pek çok insan belli kotalarla internet aboneliğine sahip. Otuz dakikalık ya da bir saatlik konuşmayı izlemek, cep telefonundan ya da bilgisayarından izleyenler açısından, izleyen çoğu kişi açısından önemli bir maliyet de doğurabiliyor. Buna rağmen pek çok insan, bu Komisyondaki görüşmeler gibi başka alanlardaki olayları da sosyal medyadan izliyor, bedelini de ödüyor, külfetine de katlanıyor. Asıl sorgulanması gereken bu değil, asıl sorgulanması gereken insanları buna niye mecbur ettiğimizdir.
Şimdi, 5'inci maddeyle ilgili de değerlendirmeler yapmak istiyorum. Bu meselenin, kılık kıyafet meselesinin Türkiye modernleşme sürecinden bağımsız konuşulması bana göre son derece eksik olur. Evet, Türkiye modernleşme sürecinin çok farklı boyutları, çeşitli dinamikleri var. Bunlara bulunduğunuz noktadan farklı şekillerde yaklaşabilirsiniz, siyasi anlayışınıza ve kavrayışınıza bağlı olarak değişik yorumlar yapabilirsiniz, tespitlerde bulunabilirsiniz. Çünkü Türkiye'nin modernleşme sürecinin dünyadaki tipolojiler içinde otoriter modernleşme ya da tepeden modernleşme olduğu genel olarak kabul edilir. Yani, bu tür gecikmiş modernlik süreçlerinde bir tepeden ya da otoriter yöntemlerle hızlı bir modernleşme programı hayata geçiren ülkeler vardır. Bunlar arasında -hani örnek olsun diye sayayım- Almanya var, Japonya var, Peru var, kısmen Mısır var ve Türkiye de en tipik tepeden modernleşme ya da otoriter modernleşme örneklerinden biridir.
Şimdi, bu süreçlerin mecburiyetlerle açıklanması da mümkündür, daha doğrusu tepeden modernleşmeyi mecburiyetlerle açıklayan yaklaşımlar vardır, bunu tercih olarak değerlendiren yaklaşımlar da vardır. Söylemek istediğimi biraz daha açayım. Bazı yazarlar, bazı araştırmacılar tepeden modernleşmenin bir mecburiyet olarak yönetenlerin, siyasi kadroların önüne geldiğini söylerler; doğrudur, ben de katılırım. Aslında bir tür tarihsel mecburiyet olarak ortaya çıkan bir durumdur ancak o mecburiyeti hangi yöntem ve ilkelerle yürüteceğimiz sadece dayatma ya da şartların dayatmasıyla açıklanabilecek bir durum değil. Yöntemler aynı zamanda tercihlerle de şekilleniyor. Kılık kıyafet Türkiye modernleşme sürecinin en sancılı noktalarından biri olmuştur. Bu sadece 1900'lerin ilk yarısı için geçerli değildir, son on yıla kadar da kılık kıyafet meselesiyle ciddi bir biçimde uğraştı bu toplum; siyaseten uğraştık, başka açılardan da uğraştık. Başörtüsü meselesi bugüne kadar da hâlâ tazeliğini belli ölçülerde koruyan bir meseledir ki son yirmi beş yılımıza ciddi bir biçimde damga vurmuş tartışma ve sorun alanlarından biri olmuştur. Bu meseleyi de Türkiye'nin modernleşme sürecinden kopuk bir şekilde ele almak mümkün değil.
Şimdi, çok fazla dağıtma niyetinde değilim, toparlayarak devam etmeye çalışayım.
Belli bir kıyafet tercihi, toplum açısından da belli kurumlar özellikle devlet organları açısından da modernleşme sürecinde oluşturulmuştur, bunu biliyoruz. Özellikle Şapka Kanunu gibi kanunlar, Mecliste işte şimdi konuştuğumuz kıyafet meselesi, kamusal alanda görünürlükle ilgili belli kurallar, bütün bunlar Türkiye modernleşme sürecinin ilk döneminde, 1920'lerden sonra Türkiye'nin karşılaştığı ya da uğraştığı meseleler olmuştur.
Ben, modernleşme süreçlerinin mecburiyet ve tepeden inme bir biçimde başlamasının aynı şekilde yürümesi gerektiği kanısında değilim yani bu görüşte değilim. Şöyle belirteyim ya da biraz daha açık şöyle söyleyeyim: Evet, bir modernleşme süreci otoriter bir çerçevede ve otoriter yöntemlerle başlamış olabilir ama bunun demokratikleşmesi mümkündür. Demokratikleşme de sancılı bir süreç olur yani otoriter modernleşmeden demokratik modernleşmeye geçiş kolay olmuyor, sancılı oluyor. Maalesef, bu konuda en ileri örnekler olarak gösterilen toplumların, ülkelerin tecrübeleri de bu söylediğim tespiti doğruluyor. Yani, geçiş ya büyük sancılarla ya ciddi kırılmalarla yaşanmıştır.
Madem başlamışız, o zaman biraz daha devam edelim. Mesela Almanya bu modernleşme sürecine 1800'lerin başlarında girdi. Kritik kavşakları 1848, 1871'dir fakat Almanya, tepeden modernleşmenin en güçlü örneği olarak Almanya bir türlü cumhuriyeti ve demokrasiyi büyük kırılmalar olmadan gerçekleştiremedi. Bütün çabalar döndü dolaştı, otoriter askerî militarist modernleşme savunucularının hâkimiyetinde bu sürecin yürümesine zemin hazırladı. Mesela Almanya'da ilk cumhuriyet deneyimi 1918'dir yani Birinci Dünya Savaşı'ndan sonradır. Cumhuriyeti demokrasiyle birlikte kurmaya çalıştılar fakat orada pek çok sebeple başarılı olamadılar. Almanya'nın otoriter demokratikleşme hattından ayrılması maalesef çok büyük bir felaketten sonra olmuştur yani İkinci Dünya Savaşı ama ondan önce korkunç bir faşist, Nazist iktidar altında geçen on iki yıl, toplamda on iki yıl. Bu büyük felaketlerden sonra Almanya 1949'da Anayasası'nı kabul etti; 1945'te savaş bitti, 1949'da Anayasası'nı kabul etti ve demokratik modernleşme yoluna girdi. Şimdi, Japonya için de aynı şey geçerli, Japonya da beceremedi. Ancak yine İkinci Dünya Savaşı'ndaki büyük felaketlerin yaşanmasında başlıca aktör olarak katıldı, ayrı bir bedel olarak ödedi bunun karşılığını ve ancak ondan sonra, 1945'ten sonra demokrasiyi oturtabildi.
Şimdi, Türkiye'nin otoriter modernleşmeden demokratik modernleşmeye geçmek için çeşitli denemeleri oldu, Türkiye'de çeşitli denemeler yaşandı. Çok partili siyasi hayata geçiş bunun son derece önemli bir tecrübesiydi, bir girişimdi bu yönde. Önemli bir girişimdi ancak bu girişim maalesef başarılı olamadı. Neden başarılı olamadı? Yani, çok partili hayat yerleşti, bu açıdan başarılı oldu ama ondan sonra gelen darbeler de o ilk denemeyi izleyen on yıldaki politikalar ve çeşitli çatışmalar yüzünden gerçekleşti. Şunu demek istiyorum: 1950'den itibaren bir on yıllık çok partili hayat tecrübesi yaşanıyor fakat dönemin iktidarı Demokrat Parti otoriter modernleşmeyi yumuşak bir yoldan demokratik modernleşmeye yöneltmek yerine bu sefer başka bir otoriter yönelimi tercih etti. Bu da çoğunlukçuluktu. Çoğunlukçuluk Türkiye'de daha sonra yaşayacağımız çok ciddi çatışmaların, siyaset tarzları arasındaki ezelî kapışmaların önemli bir unsuru, önemli bir faktörü oldu. Eğer 1950-1960 arası farklı yaşansaydı... Biliyorum, tarihsel dönemlerle ilgili bu tür değerlendirmeler çok tercih edilir değildir. Şundan "Tarih başka türlü akardı." demek iddialı bir sözdür. O dönemin pek çok faktörünü değerlendirmeyi gerektirir. Yine de söyleyeyim, burada tabii akademik bir kolokyumda değiliz, bir Anayasa Komisyonu görüşmesindeyiz. Dolayısıyla bütün tezleri, akademik tezleri ayrıntılı tartışmaya ne imkânımız var ne de ihtiyacımız. Ben şunu söyleyeyim: 1950-1960 arası eğer çoğunlukculuk ile çoğulculuk arasında denge kurulabilseydi, eğer özgürlük ile düzen arasında, özgürlük ile iktidar gücü arasında bir denge kurulabilseydi, eğer keyfîlik ile hukukun üstünlüğü ilkesi arasında bir denge kurma çalışmaları derinleştirilebilseydi çok büyük ihtimalle 27 Mayıs 1960 darbesi de olmayacaktı ve Türkiye modernleşme süreci darbeler ile çoğunlukçu tahakküm hevesleri arasında gidip gelmeyecekti. Şimdi, yapamadık ama bir imkân daha yakaladık bunu yapmak için, bana göre bu konuda yakaladığımız en büyük imkân 1999 sonları yani Türkiye'nin Avrupa Birliğine tam üye adayı olarak kabul edilmediği tarihtir. Sembolik olarak söylüyorum ama 2000'li yıllar bu açıdan büyük bir fırsat sundu bizlere, hepimize. Ben bunu siyaseten değil, akademik olarak da savundum, bu konularda çeşitli yazılar yazdım. Bana göre ikinci büyük demokratik modernleşme yolu, imkânı 2000'lerin başında önümüze geldi ve bu konuda da bir süre iyi mesafe alındı. Avrupa Birliğine uyum süreci çerçevesinde reformlar yapıldı, resmî ideoloji ve buna bağlı baskı düzenlemeleri, düzenlemelere göre işleyen devlet aygıtları geleneğinden uzaklaşma şansı ortaya çıktı. Bu şans belli ölçülerde değerlendirildi. Nereye kadar? Maalesef yine Türk sağının ezelî takıntısı çoğunlukculuk anlayışının AKP'de de en açık şekilde ortaya çıktığı ana kadar ve birinci fırsatı nasıl heba ettiysek şimdi ikinci fırsatı da heba etmekteyiz. Daha doğrusu AKP bu konuda kendi dayandığı sosyolojiyi, temsil ettiği toplum kesimlerini bir demokratikleşme öznesi hâline getirme imkânı yakalamışken bundan vazgeçti, bu imkânı tepti açıkçası. Ondan sonra da yaşadığımız sürecin çeşitli aşamalarıyla karşılaşmak durumunda kaldık maalesef. Bakın, burada en temel sorun şu: Belli ki AKP'nin kendi modernleşme projesi var. Mesela modernlik deyince bina, yol gibi konuları anlıyor ve bunlarla iftihar ediyor. Bu anlayış son derece içi boş, şeklî bir modernlik anlayışıdır, üstelik son derece de tehlikelidir. Neden? Yollara, binalara, AVM'lere bu tür maddi konulara yoğunlaşan bir modernlik anlayışı diğer değerleri bir kenara bırakır. Şeklî modernleşme ile özgürlük değerlerine dayalı modernleşme arasında büyük uçurum vardır. Üstelik öyle bir düzende yürütülüyor ki bu şeklî modernleşme, bir düzen içine de yerleştirilmiyor. Mesela hukuk devleti kuralları işlemiyor, dolayısıyla çevreyi, şehircilik ilkelerini bir kenara bırakarak devasa bir inşaat alanına dönüştürüyor ülkeyi. Çok isabetli bir manşet, bir kapak konusu başlığı kullanmıştı Birikim dergisi bu konuda. "İnşaat ya Resulallah" diye şimdi her yer inşaat, imar kuralları, şehircilik ilkeleri bu açıdan birlikte yaşamanın medeni ölçütleri bir kenara bırakılınca yaşanan şey bugün İstanbul'da gördüğümüz manzaradır. İstanbul'a bir yağmur yağıyor, belki normalin üstünde yağış düşüyor fakat övünülen bütün eserler bir anda sıfırlanıyor, işlevsiz kalıyor. Metro girişleri iskele önü gibi bir hâl alıyor, caddeler, yollar nehirlere dönüşüyor, övünülen metrolar, övünülen Marmaraylar işlemiyor. Neden? Çünkü iki şey var: Bu kadar vahşi bir inşaat hırsı ve imar hukuku, şehircilik ilkeleri ve ortak medeni yaşam değerleri bir kenara bırakılınca karşımıza .böyle bir felaket çıkıyor.
Aynı şey bu İç Tüzük düzenlemeleri için de geçerlidir, hemen buraya da uyarlayıp bitireyim. Şimdi, kıyafetle ilgili sadece kendi rahatsız olduğu konuları ele alıyor. Mesela başörtüsü yasağı AKP'yi rahatsız ediyordu bununla ilgili düzenlemeler yaptı. Başörtüsü yasağını baştan beri yanlış bulan bir insan olarak konuşuyorum ben. Gündeme geldiği her yerde buna karşı çıktığım zaten bilinir. Fakat bir yere özgürlük tanınırken başkalarının özgürlüğü konusunda son derece hasis hatta ceberut olabiliyor. Kendine özgürlük istiyor, başkalarının özgürlüğü umurunda değil. Şimdi, başörtüsü, o zamanlar çokça söyledik, eğer bütün insan hakları meselesini, özgürlük meselesini başörtüsüne indirgerseniz biliyoruz ki yarın öbür başörtüsü, serbest kaldığında -ki kalmalıdır buna rağmen- insan hakları dilinden de, insan hakları söyleminden de zaten uzaklaşacaksınız, pratiği zaten bana göre çok da umut vaad etmiyordu yani o zaman da AKP insan haklarının pratiğine çok yakın değildi ama dilinden de söyleminden de uzaklaşacaktı, öyle oldu. Devlet kurumlarını ele geçirdikçe otoriter modernleşmeyi en uç noktaya taşıdı. Sadece demek ki şikâyet ettiği şuymuş: Neden benim personelim, benim kadrom bu kurumlarda değil? "Bu kurumlar neden böyle?" sorusunu sormuyor AKP. Neden devlet kurumları baskıcı, neden yargı bağımsız değil, neden polis bu kadar acımasız davranıyor, taraflı davranıyor, neden ordu darbelere bu kadar hevesli? Bunları dert etmiyor. Dert ettiği şu: Yargının içinde ben olayım, bana yakınlar olsun, yargı nasıl olursa olsun. Bağımsız olması kesinlikle ama şart değil, tam tersine, ben işgal edeyim o kadroları, devlet aygıtını ben doldurayım ama kurumlar aynı kalsın, zihniyet aynı kalsın.
Türkiye'de olağanüstü hâlin bu derece vahşi uygulandığı başka bir dönem de yok maalesef, yani bu dönemde bu kadar kötü olması için maalesef diyorum. Dün akşam çıkarılıyor 10 insan hakları savunucusu mahkemeye, gündüz çıkarılmıyor. Neden gündüz çıkarılmıyor? Mahkeme hazır olmayacak mıydı, heyet hazır olmayacak mıydı? Hayır, her yerde eziyet etme kastı var, apaçık eziyet etmek için çıkarıyor. Sabaha karşı sorgular bitiyor ve tutuklama kararı çıkıyor. Peki, tutuklama dışında bir karar çıkmasını kim bekleyebilirdi bu ortamda? Cumhurbaşkanı bunlara "ajan" demiş, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kanun hükmünde kararname çıkarıyor ve bu kanun hükmünde kararnamelere dayanarak iktidar istediği hâkimi, istediği savcıyı şimdi derhâl ya ihraç edebiliyor, isterse yerini değiştirebiliyor, açığa alabiliyor. Şimdi Cumhurbaşkanı çıkıp günlerce "Bunlar ajandır." diyecek, iktidara yakın medya her gün inanılmaz bir çarpıtmayla, bırakın basın etiğini bütün ahlak kurallarını bir kenara bırakarak bu insanları hedef gösterecek ve siz hâkimlerden de tutuklama dışında bir karar çıkmasını bekleyeceksiniz, sonra da yurt dışına gidip ya da yurt dışına konuşurken "Bizde yargı bağımsızdır." diyeceksiniz. Kimseyi inandırmanız mümkün değil çünkü kendiniz inanmıyorsunuz zaten, inanamazsınız da buna.
Ee şimdi, peki bunun otoriter modernleşme pratiklerinden, yöntemlerinden ne farkı var? Bir farkı var, çok daha vahşi uygulanıyor. Türkiye'nin doksan yıllık cumhuriyet tarihinin en keyfî, en vahşi otoriter yöntemlerinin uygulandığı dönemlerdeyiz. Ben sizin yerinizde olsam bu İç Tüzük değişikliğini yaparken özgürlükleri gözetirdim çünkü hepimizin -bu toplumun da, sizlerin de, AKP'nin de- tek kurtuluşu var, iyice yüklenen, enerjisi iyice artan fay hatlarından bu enerjiyi boşaltacak özgürlük ve demokrasi kanallarını açmak.
Şimdi başa dönerek bu konuşmamı bağlamaya çalışayım. Otoriter modernleşme pratiklerinde ısrar toplumsal fay hatlarını sürekli enerjiyle yükledi ve bu modelin en önemli ülkeleri olan Almanya'da da, Japonya'da da -başka örnekler de var- çok acı bir kırılmayla, çok büyük yıkımlar yaratan kırılmayla sona ermesinin temel sebebi de budur. Türkiye'yi böyle bir istikamete mecbur etmeyin. Hep birlikte bu yolun bütün toplum için, hatta ülkemiz için değil, çevremiz için de, sadece belli bir kesim için değil, en başta iktidardakiler için de çok ağır maliyetler doğuracağını, çok büyük yıkımlara sebep olabileceğini aklımızda tutalım. Yüklenen fay hatlarının ne zaman, nasıl kontrolden çıkacağını bilmek mümkün değil ama fay hatları yüklendikçe kontrolün kaybolma ihtimali çok çok yüksektir. Bunu söylediğimizde bazı arkadaşlar tehdit ya da şantaj olarak anlıyor. Hayır, ben bunları şimdi bu somut durum için değil sadece, geçmişte de farklı ülkelerin tecrübeleri için, Türkiye tarihinin çeşitli dönemleri için de söylemiş ve yazmış bir kişi olarak konuşuyorum. Bu maddeye ilişkin önerimiz özgürlükçülüktür, kıyafet sınırlaması ne burada ne başka yerde bulunmamalıdır. Burada özgürlükçü giyim de bu söylediğim çerçevede değerini tartmanızı, dikkate almanızı rica ediyorum, teşekkürler sunuyorum.