KOMİSYON KONUŞMASI

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Teşekkürler Sayın Başkan.

Bir uzun çalışma gününün daha içindeyiz ve belli ki sabaha kadar çalışacağız. Hep söylediğimiz gibi iktidarın acelesi var, anlaşılıyor.

Bu madde -4'üncü madde- Meclisin çalışma gün ve saatlerini düzenliyor, bir de televizyon yayın sürelerini belirliyor. Çalışma gün ve saatleriyle ilgili söylenecek fazla bir şey yok. Zaten bu İç Tüzük'te yazan sürelere uyulduğu da yok, ihtiyaç hâlinde şimdi gördüğümüz gibi komisyonları da Genel Kurulu da sabaha kadar çalıştırma imkânı var iktidar partisinin. Çoğunluğuna dayanarak bu kararı verebiliyor. Sık sık da verdiğini biliyoruz. Kendine göre belirlediği acil ihtiyaçlar söz konusu olduğunda Meclisi istediği kadar çalıştırıyor, eğer kendisi için Meclisin kapalı kalması daha iyi olacaksa o zaman da tatil yapıyor ya da çalıştırmıyor. Böylece aslında yapılmak istenen şey de biraz daha belirginleşiyor. Sadece muhalefeti etkisizleştirmek değil amaç. Parlamentoyu iyice değersizleştirmek gibi çok daha büyük bir hedef var iktidar partisinin ajandasında belli ki ve bunun da bir başka yönetim anlayışını yerleştirmekle başa baş gittiğini, el ele gittiğini söyleyebiliriz. Parlamentoya ihtiyaç yok, siyaset de aslında zararlı bir faaliyet.

Şimdi, siyasetin bizim giriş derslerinde yapılan çeşitli tanımları var. Bizler de bunu yıllarca anlattık. "Siyaset" kelimesi Arapça "seyis"ten geliyor yani tımar işi yani at terbiyeciliği, kısacası bunu bir siyaset anlayışına tercüme ettiğimizde bütün bu siyaset faaliyetini yönetim işine indirgeyen bir anlayış çıkıyor karşımıza yani siyaseti yönetim-itaat denklemine indirgeyen bir anlayış. Siyasetten anladıkları, iktidarlar yönetecek, vatandaşlar itaat edecek ve bütün diğer kurumlar da buna göre ayarlanacak. Oysa Batı dillerinden gelen politikada ise farklı bir anlam var. Orada polise ilişkin olan demektir. Polis de, tabii, yurttaşların yaşadığı birim olarak tanımlanıyor. Kısacası bu anlamıyla, politika sözcüğünden gelen anlamıyla siyaset yurttaşa ilişkin bütün işler ve işlemler şeklinde tanımlanır. Eğer yurttaşa ilişkin bir iş olarak, yurttaşın kendi işi olarak anlaşılırsa siyaset farklı bir düzenleme gerekecektir. Böyle bir durumda yapılması gereken öncelikle yurttaşların kendi işleriyle uğraşabilecekleri, kendi işleri hakkında karar verebilecekleri, kendi hayatlarını yönetebilecekleri özgürlüklere sahip olmalarıdır. Özgürlükler olmadan yurttaşa ilişkin ve yurttaşın kendisi tarafından sorunları çözme ya da karar alma imkânı da olmaz. Politikayla tanımlarsak, politika kökünden gelen anlamıyla tanımlarsak siyasetin özgürlükçü ortamda yurttaşların serbest yarışıyla ve özgür iradeleriyle yaptıkları bir iş olarak anlaşılması gerekiyor ama maalesef AKP'nin siyaset anlayışı bu değil. AKP'nin siyaset anlayışı bir tür toplumu terbiye etme, muhalifleri de terbiye edilecek bir hedef, bir nesne olarak görme anlayışıdır. "Parlamentoyu işlevsizleştiriyor." dediğimizde de bu anlayışın bir sonucunu dile getirmiş oluyoruz.

Burada "İstediği zaman televizyon yayını yapar." deniyor. Mesela, çalışma günü ve saatlerinde televizyon yayını var. Neden Meclisin çalıştığı bütün süreler içinde televizyon yayını imkânı getirilmiyor? Teknik olarak buna bir engel yok. Mali olarak da bu karşılanamayacak bir şey değil. Peki neden sadece belli sürelere sıkıştırılıyor? Nedeni açık aslında. Zaten muhalefetin kamuoyuna seslenme araçları ve imkânları iyice kısıtlanmış. Hele bizim, muhalefet içinde bizim bütün kanallarımız tıkanmış, kesilmiş durumda. Şu an kamuoyuna seslenebildiğimiz araçlar sosyal medyadan ibaret, bir de birkaç özgür basın kuruluşundan. Onlar da sürekli baskı altındalar. Oysa iktidar temsilcileri iktidarın kendisi bütün sözcüleri ve bütün aktörleriyle istediği zaman istediği kanalda canlı yayına çıkabiliyor. Şimdi döküm yapmaya gerek yok. Zaten TRT'nin kime, hangi partiye, kimlere ne kadar süre ayırdığına dair ayrıntılı dökümler Meclis Genel Kurulunda da gündeme taşındı.

Şimdi, zaten bir yerden, basından kamuoyuna hitap etme, kendimizi anlatma imkânlarımız yok. Pek çok basın kuruluşu kapatıldı. Sivil toplum kuruluşları ya da dernekler üzerinden siyaset imkânları da iyice ortadan kaldırıldı. Geriye sokak kaldı. Sokağa çıkan eğer iktidara karşıysa ya hemen gaz yiyor ya coplanıyor ve zaten rutin bir uygulama olarak gözaltına alınıyor.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Veya "terörist" deniyor.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Çok kolay tutuklanıyor. Kim sokağa çıkarsa iktidarı protesto etmek için, evet, Mahmut Tanal'ın hatırlatmasıyla, terörist ilan ediliyor. Sadece iktidar iyi, karşısındaki herkes kötü.

Şimdi, bu siyaset anlayışının bir başka kökü var arkadaşlar. Bu siyaset anlayışı yeri geldiğinde değindiğim bir Alman düşünürün de teorisine uygun düşüyor. Bu Alman düşünür de Carl Schmitt'tir. Carl Schmitt Nazi siyaset teorisinin ve Nazi hukuk kuramının da kurucularından kabul ediliyor. Ona göre siyaset dost ile düşmanı birbirinden ayırma sanatıdır ve siyasetin hedefi de düşmanı yok etmektir. Dolayısıyla siyasette muhalif denen bir kesim yok ya da karşıtlar ne muhaliftir ne de hasımdır, doğrudan düşmandır. Sizin işiniz de bu düşmanı susturmak, yok etmek; gerekirse fiziksel olarak da yok etmeye kalkarsınız. Yani hapishanelere tıkarsınız, hatta faili meçhul cinayetlere kurban gidebilirler. Bazen kitlesel katliamlara da maruz kalabilirler. Önemli değil. Önemli olan sizin muhalif olarak nitelenmesi gereken kesimleri düşman olarak görmenizdir. Şimdi, bunun bir kutuplaştırma siyaseti, bir kutuplaştırma yöntemi üzerinden işlemesi zorunludur; toplumu ikiye böleceksiniz, bir yanda düşmanlar diğer yanda dost kuvvetler. Düşman da herhâlde öyle iyi bir davranışı hak edecek bir muhatap değildir. Eğer bir kesimi düşman olarak ilan etmişseniz ona yapmanız gereken de yok etme, susturma, hatta mümkünse ortadan kaldırmadır. Bütün bu siyaset anlayışı adım adım hayata geçiriliyor, çeşitli düzenlemelerle çeşitli kurumların yeniden dizayn edilmesiyle hayata geçiriliyor. En azından, şöyle diyelim, hayata geçirilmek isteniyor. İç Tüzük'teki düzenlemeler de bunun bir parçasıdır. Parlamentoyu iyice işlevsizleştirdiğinizde insanların buradan beklentilerinin de ortadan kalkmasını sağlayacaksınız ve bütün dikkatleri, bütün enerjiyi tek kişinin bütün iktidarı kullanacağı seçimlere yoğunlaştıracaksınız. Yani bir tek seçim olacak, Başkanlık seçimi. O seçimde kazanan her şeyi alacak, kaybeden her şeyi kaybedecek. Kaybeden de bir sonraki döneme kadar susacak, bir sonraki döneme kadar da bekleyecek. Tabii, bu bekleme süresi içinde öyle rahat bir hayat süreceğini de elbette düşünmüyoruz. O tek kişinin yönetimi ele aldığı seçimden sonra, eğer bu tek kişi biraz önce tanımladığım siyaset anlayışıyla hareket edecek olursa, muhtemelen gelecek seçimlerin de sürekli kendi lehine sonuçlanmasını sağlayacak her türlü yöntemi devreye sokacaktır.

Bu, sadece belli bir dönemde despotizm ya da belli unsurlarıyla faşizmden ibaret bir düzen değil arkadaşlar. Bu, kalıcı despotizmdir ve şu an uygulanmakta olan olağanüstü hâlin de kalıcı hâle getirilmesidir. Bütün bu düzenlemelerin gerçekten temelinde yatan hedef kalıcı bir olağanüstü hâl düzeninin bu ülkeye hâkim kılınmasıdır. Kalıcı olağanüstü hâl düzeninde, sürekli, tek kişi istediği gibi ülkeyi yönetebilecek, ülkede iyinin, doğrunun ne olduğuna karar verecek, buna karşı çıkan herkesi de düşman ilan edecek.

Bakın, yargı işlemiyor, dolayısıyla, oradan da adalet beklentisi giderek ortadan kalkıyor. Sokaklar zaten tehlikeli, muhalifler için son derece tehlikeli, sokağa çıkan, dediğim gibi, çok çeşitli baskılara maruz kalıyor, basın susturuluyor ve Parlamento işlevsizleştiriliyor. Nereye gidecek bunun sonu? Bunun sonu, sürekli kalıcı bir kutuplaşma, sürekli kalıcı bir çatışma enerjisi birikimi. Bütün bunların bu ülkeye, bu topluma ne gibi zararlar verebileceğini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Bunları anlatmaya başladığımızda da iktidar çevrelerinden bazen "Şantaj mı yapıyorsunuz?" gibi sataşmalara maruz kalıyoruz. Hayır, bunlar şantaj değil arkadaşlar. Bunlar sadece uyarıdır. Bu uyarıyı yaparken de elbette öncelikle bütün toplumu ve bütün ülkeyi düşünüyoruz. Ama emin olun, sadece ülkeyi ve toplumu değil, aynı zamanda sizlerin iyiliğinizi de düşünüyoruz. Yani bu şekilde devam ederseniz bu kutuplaşmanın, bu gerilimin, bu çatışma enerjisi birikiminin tam ortasında kalarak çok büyük zararlara maruz kalmanız, büyük bedeller yaşama ihtimaliniz de yükselir. O nedenle, bu yoldan vazgeçmenizi sürekli söylerken bu samimi uyarıyı dile getirmiş oluyoruz.

Bugün İHD'nin kuruluşunun 31'inci yıl dönümüydü. 17 Temmuz 1986'da kuruldu İHD (İnsan Hakları Derneği). İnsan Hakları Derneğinin kuruluş sürecinde de kendimizce bir katkımız olmuştur ama sonraki dönemlerde yoğunca çalıştığımız oldu İHD bünyesinde, İHD faaliyetleri kapsamında. O dönemi yaşayan arkadaşlarla konuştuğumuzda söyledikleri şu: "1986'da bu İHD'yi kurmaya kalkıştığımızda durum şimdikinden daha iyiydi." Böyle kıyaslamaların çok gerekli olmadığının bilincindeyim, farkındayım. Her kıyasın, her karşılaştırmanın da bir eksiği olabileceğini biliyorum ama bunun bir şeyler ifade etmesi gerekiyor iktidar çevrelerine. 1986, henüz 12 Eylülün üzerinden altı yılın geçtiği, ilk seçimlerin üzerinden üç yılın geçtiği bir tarihtir. Askerî yönetimin, o faşist darbe yönetiminin bütün izleri ve yöntemleri canlıdır hâlâ. Yine de bugünkü kadar keyfî, bugünkü kadar acımasız, bugünkü kadar yıkıcı bir ortam değildi diye biliyor İHD'yi kuran arkadaşlar. Bunun da AKP için hakikaten sorgulanması gereken bir durum olduğunu bir kez daha hatırlatalım. Dünya tarihine bu tür rekorlarla, insan hakları ihlalleri, özgürlük kısıtlamaları gibi ihlallerle geçmek AKP'de olan herhangi birine, AKP'de görev yapan herhangi bir milletvekiline mutluluk veriyor mu bilmiyorum. Gerisi rahatsızlık vermiyor mu bunu da bilmek istiyorum açıkçası.

Son olarak şunu söyleyeyim Parlamentoyla ilgili: 1982 Anayasası'nın yürürlüğe girdiği tarihten sonra, yasama yıllarına göre dokunulmazlığın kaldırılması talebiyle gelen fezlekelerin sayısına bakıyoruz. 17'nci Yasama Dönemi yani darbeden sonraki ilk seçimler, 1983-1987 arasında 115 fezleke gelmiş toplam, 18'inci Yasama Döneminde 249 fezleke toplam, 19'uncu Yasama Döneminde 301 -bir kısmı bir önceki dönemden devirdir- 20'nci Yasama Döneminde 264, 21'inci Yasama Döneminde 247, 22'nci Yasama Döneminde 231 fezleke gelmiş. Sonrakilerin dökümleri önümdeki kaynaklarda şimdi yok, çıkarmaya da vaktim olmadı fakat bunlardan çok daha fazla değil. Peki, bu son dönem yani 2015'ten bugüne gelen fezlekeler, sadece son üç ayda gelenler bütün bu yıllardaki ortalama toplamın üstündedir arkadaşlar. Yani 1983-1987, 1987-1992, bütün bunlara baktığımızda en karanlık, en kötü dönemlerde bile milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin bu kadar fezleke yok, zaten bu kadar tutuklu milletvekili de olmadı.

BAŞKAN - Hocam, toparlayabilir misiniz bir zahmet.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Vallahi eğer çalışmaya karar verdiyseniz dinleyeceksiniz. Biz de madem buradayız konuşacağız Sayın Başkan. O nedenle, hiç öyle "Toparlayın." demeyin, ben bitirmek istediğimde bitireceğim, ben bitti demeden bitmeyecek. Madem siz "Biz 'Bitti.' demeden Komisyon toplantısı bitmeyecek." diyorsunuz, biz de biz bitti demeden konuşma bitmeyecek diyoruz.

Senin uyarın üzerine değil zaten sona gelmiştim.

Bütün bu tablolar bir sorgulamayı gerektirmiyor mu? Ne oldu da bu hâle geldi ülke ve AKP bütün bunların nasıl baş aktörü, sorumlusu hâline geldi? Neden? Şimdi, bu "neden" sorusuna mutlaka şöyle cevap vereceklerdir: "Tehditler arttı, bize karşı her türlü dolap çevriliyor, sürekli tehdit altındayız ve ülke de büyük tehlikelerle karşı karşıya, biz de mecbur kaldık." diyorlar. Tersini düşünün, acaba sizlerin yönetim anlayışı ve izlediği yol ve yöntemler mi ülkeyi bu hâle getirdi, yoksa ülke başka nedenlerle bu hâle geldi de siz şimdi kendinizi bunları yapmak zorunda hissediyorsunuz? Açıkçası şöyle: Önce tahribatı yaratıyor AKP, bu tahribatla birlikte bir korku üretiyor, ürettiği korkuyu da kendi otoriter yönetimine gerekçe ve bahane kılıyor. Böylece bu kısır döngü artıyor; korku üretiyor, sonra bu korkunun gerçek olduğuna, en azından bir kısmının gerçek olduğuna kendisini ve tabanının bir kısmını inandırıyor, korku büyüdükçe bu sefer despotik, otoriter yöntemler daha da sertleşiyor, bu sefer sertleştikçe hakikaten tehlike gerçek olmaya başlıyor, o korku haklı bir korkuya dönüşüyor çünkü topluma bu kadar baskı yaparsanız toplumda da öfke sürekli birikir; bunun nereye yöneleceği de bellidir, bu öfke iktidara yönelecek, bu öfkeden de korkmakta haklı iktidar. Yani halkın biriken öfkesinin elbette iktidar için de bir sonucu olacaktır.

Şimdi, bu korku döngüsünü, bu korku tuzağını bitirmek gerekiyor değerli arkadaşlar. Bunu bitirmenin de tek yolu var, bu despotik, otoriter heveslerden vazgeçmek.

Evet, Sayın Başkan, bitirdim.