KOMİSYON KONUŞMASI

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Teşekkürler Sayın Başkan.

Aslında bugün toplantı yeter sayısını bile sağlamakta zorlanıyoruz farkındaysanız. Muhalefet olarak biz yine yeteri sayıda temsil ediliyoruz ama iktidarda bugün ya bir çalışma yorgunluğu var ya da başka bir mesele var, bilemiyoruz ama toplantılarda iktidar milletvekillerinin sayısının az olduğu çok bariz, ortada, dikkat çekiyor.

Bu şartlarda, aslında toplantıyı sürdürme ısrarı da çok fazla anlamlı değil. Madem bugün böyle bir sıkıntı var, tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz, toplantının yarına ertelenmesi de bir seçenek olabilir, bunu da değerlendirebilirsiniz. Şu an Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanını temsilen bir üye de yok. Bu şartlarda toplantıları sürdürmenin doğru olmadığını bir kez daha hatırlatayım. Ama görüşmeleri başlattınız, söz verdiniz, ben de 2'nci madde üzerinde görüşlerimizi aktarmaya gayret edeceğim.

2'nci madde bu teklife gerekçe oluşturan, daha doğrusu bu teklifin temelinde yatan niyeti en iyi ortaya koyan madde durumundadır çünkü burada, muhalefetin Mecliste gündem belirleme konusunda şimdiye kadar sahip olduğu sınırlı imkânlardan en önemlisi kısıtlanıyor. Grup önerileri, daha önce de belirttik, muhalefetin Mecliste belli konuları gündeme taşımak için sahip olduğu bir imkândır. Zaten fazla imkânı yok muhalefetin bu konuda, gündemi belirlemek için yapabileceği çok fazla bir şey yok. Meclis çalışmaları büyük ölçüde çoğunluğun kontrolünde yürütülüyor. Bu imkân aşağı yukarı altı yıldır düzenli bir şekilde uygulanıyordu ve muhalefet tarafından da etkili bir biçimde kullanıldı. Şimdi ise daha önce on dakika olan konuşmalar beş ve üç dakikaya indiriliyor. Yani, grup önerisini getiren parti adına bir kişiye beş dakika, diğerlerine de üçer dakika tanınıyor. Şimdi, bu süre içinde ülkenin veya dünyanın önemli bir meselesini konuşmanın mümkün olmadığı çok açık görülüyor, görülebilir ama buna rağmen, bu düzenleme teklifte yer alıyor.

Amaç, muhalefetin gündem belirleme ve kendini ifade etme imkânlarını kısıtlamaktır, bunu başından beri söylüyoruz. Bu teklife damgasını vuran asıl amaç ve niyet budur. Bunu gerçekleştirebilmek için de bütün yerleşik kuralları, hukuk kurallarını, hatta etik kuralları bile zorlamaktan kaçınmıyor teklif sahipleri. Kastettiğim şudur: Türkiye Büyük Millet Meclisinin çalışmalarını düzenlemek üzere iktidar tarafından İç Tüzük değişiklik teklifleri getirildiğinde gerekçe hep aynı olmuştur, daha hızlı, daha verimli çalışma yürütme yani olabildiğince çoğunluğun istediği yasaları, düzenlemeleri en hızlı şekilde geçirmek, muhalefetin konuşma imkânlarını burada kısıtlamak, süreleri azaltmak, böylece Meclisi bir tür iktidarın yasa yapan otomatı hâline dönüştürmek.

Şimdi, bu konuda önümüzde önemli bir dava var. Bu dava iki açıdan bizi ilgilendiriyor, birincisi, iptal davası bu, Anayasa Mahkemesine açılan bir iptal davası bu. Daha önce atıf yaptığımız bir dava. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Ahmet İyimaya, Mehmet Ali Şahin ve 115 milletvekili tarafından Anayasa Mahkemesine İç Tüzük değişikliklerinin iptali için açılan dava. Bu davanın dilekçesinde, o zaman muhalefette olan bu milletvekillerinin öne sürdükleri gerekçeler, dayandıkları gerekçeler son derece ilginç. Aslında ilginçten öte son derece önemli çünkü bir muhalefet grubunun ya da muhalefet milletvekillerinin yapması gerekeni yapmışlar ve Mecliste bir demokratik işleyişin sağlanması için epeyce uğraşmışlar. Bu dilekçe bu açıdan Meclis tarihinde önemli metinlerden biri olarak kayda geçiyor.

Dünkü konuşmamda dilekçeden bazı kısımlar aktarmıştım. Bu dilekçedeki vurgu hep aynı. Evet, muhalefet milletvekillerinin konuşma sürelerini kısıtlamayı demokrasinin temel ilkelerine aykırı buluyor bu milletvekilleri. AKP'nin kurucu ekibi bu ve o zaman muhalefette olduğu için de hakikaten bu İç Tüzük değişikliklerinin muhalefet üzerinde yapacağı etkileri iyi görmüşler ve iyi bir dilekçeyle de bu değişikliği yargıya taşımışlar. Dilekçeden örnekler aktarmayacağım, alıntılar yapmayacağım ama bu başvuru üzerine, bu dava üzerine Anayasa Mahkemesinin verdiği karardan bazı cümleler okuyacağım. Anayasa Mahkemesinin bu kararı da Parlamento hukuku açısından bana göre dönüm noktalarından biridir. Mahmut Tanal burada birkaç kere bana hocalığım dolayısıyla atıfta bulundu. Ben de o vesileyle bir bilgiyi paylaşayım. Bu kararı ve karara temel oluşturan bu dilekçeyi yüksek lisans derslerinde de lisans derslerinde de öğrencilerimle önemli bir örnek olarak tartıştık, üzerinde ciddiyetle, hassasiyetle durduk. Parlamento hukukunun demokratikleştirilmesi açısından çok değerli bir katkı olduğu da ortak bir görüş olarak bu derslerden çıkmıştı.

Ne diyor Anayasa Mahkemesi bu kararında? Tarih ve sayıyı da söyleyeyim: Bu kararın tarihi 31 Ocak 2002, karar sayısı (2002/24), esas sayısı (2001/129). Anayasa Mahkemesi kararından cümleler okumadan önce şunu hemen hatırlatayım: İç Tüzük değişikliği muhalefetin konuşma sürelerini kısıtlayan, önerge verme hakkına ciddi sınırlar getiren bir düzenlemeydi. Evet, 7 Şubat 2001 tarihinde Resmî Gazete'de yayımlanan değişikliklerdi bunlar. Anayasa Mahkemesi örnek nitelikte ve Parlamento hukukunun temelini oluşturacak şekilde bir karar verdi, davayı açan milletvekillerinin gerekçelerinin büyük bir kısmını doğru buldu ve onların talepleri doğrultusunda da hüküm kurdu. Bakın, cümleleri okuyayım, dikkatinize sunayım: "Norm yaratıcı niteliğiyle diğer parlamento kararlarından ayrılan İç Tüzük'ün iktidar-muhalefet ilişkilerinde ve Meclis iradesinin gerçeğe uygun biçimde yansıtılmasında büyük önem taşıdığı bir gerçektir. Bu bağlamda, yasama işlevini yerine getirirken iktidar-muhalefet diyaloğu içinde Meclis iradesinin yansıtılmasında yapılan konuşmalar kadar bir aydınlanma ve bilgilenme aracı olan soruların da önemi yadsınamaz. Sınırsız bir tartışma ortamı ve sonu gelmeyen soruların Meclis çalışmalarını ve yasama işlevinin etkili ve sağlıklı biçimde yerine getirilmesini engelleyeceği açıktır. Ancak tasarı ve tekliflerin olabildiğince çabuk çıkarılabilmesi için 550 milletvekilinden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulundaki görüşmelerde konuşma sürelerinin on dakikayla sınırlandırılarak milletvekillerinin soru sorma haklarının yasama işlevinin gereği gibi yerine getirilmesini engelleyecek biçimde sınırlandırılması demokratik bir hukuk devletinde kabul edilemez." diyor. Bu cümleyi birkaç kere tekrar ediyor: "Milletvekillerinin konuşma sürelerini aşırı ölçüde kısıtlayan düzenlemeler demokratik hukuk devletine aykırıdır." diyor. Mesela başka bir paragrafta da şunları söylüyor: "Hakkın kötüye kullanılarak yasama faaliyetlerinin engellenmesini önlemek amacıyla durumun gerektirdiği ölçüde kimi sınırlamalar getirilebilirse de yasama etkinliklerinin ayrılmaz bir parçası olan görüşme ve önerge vermenin tümüyle engellenmesi Anayasa'nın 2'nci maddesinde belirtilen demokratik hukuk devleti olma niteliğiyle bağdaşmaz."

Böyle paragraflar bolca yer alıyor Anayasa Mahkemesinin bu kararında. Hatta bir cümle daha okuyayım: "Çoğunluğa karşı azınlığın, iktidara karşı muhalefetin haklarının korunmadığı bir rejim demokratik sayılamaz. Bunlar arasında bir denge kurulması, uzlaşma sağlanması demokrasinin gereğidir."

Dediğim gibi, bu dilekçe, evet, AKP'nin kurucu kadroları ve Meclis grubunu oluşturan milletvekilleri tarafından verilmişti, iptal davası onlar tarafından açılmıştı. Anayasa Mahkemesi de bu dava üzerine gayet isabetli bir karar vermişti. Şimdi ne oldu da AKP bugün önümüze konuşma sürelerini kısıtlayan, muhalefetin Meclisteki etkisini sınırlayan böyle bir teklif getiriyor? Maalesef, bu sadece bir siyasi sorun değil, aynı zamanda bir etik sorundur. Muhalefetteyken iktidara karşı haklar savunan fakat iktidar olduğunda bütün o dönemi unutan ve o dönem söylediklerinin tersini yapan anlayış Türkiye'de siyasi etik, hatta kişisel etik bakımından da son derece sorunludur.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Çelişkili davranma yasağı ilkesine de aykırı Hocam.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Çelişkili davranma yasağı da etik bir sorundur zaten yani çelişkili, "Ben dün böyleydim; bugün de çıkarlarım bunu gerektiriyor, onun tam tersini yaparım." anlayışı sadece siyasi bir sorun değildir, altını tekrar çiziyorum, etik bir sorundur. Sadece etik bir sorun olmakla kalmıyor, siyasi bir sorundur da ama ikisini birleştiren çok önemli bir başka sorun alanı da yaratıyor. Türkiye'de demokrasinin yerleşmesini önleyen çok ciddi bir kısır döngüye de temel oluşturuyor bu anlayış. Dün muhalefetteyken Parlamentonun demokratik işleyişini savunan, başka konularda da özgürlüklere sahip çıkan anlayış, iktidar olduğunda tam tersini yapmaya başlarsa aslında bir sonraki çoğunluğa da aynı şekilde davranma zeminini hazırlamış oluyor. Keşke bu döngüyü kırabilseydik bugüne kadar ama maalesef kıramadık. Öyle anlaşılıyor ki bundan sonra da bu döngünün kırılması hiç de o kadar kolay olmayacak yani yarın başka bir çoğunluk geldiğinde bu sefer de muhalefete düşecek bugünün çoğunluğunun haklarını kısıtlamaya kalkacaktır, çok büyük ihtimalle yarının çoğunluğu bunu yaptığında vicdan azabı da duymayacaktır çünkü daha önce yapılmış haksızlıklara karşı bir tür telafi metodu kullandığını düşünecektir.

Ben, kendi adıma yarın çoğunluğun üyesi olsam aynı şekilde davranmam, partim de aynı şekilde davranmaz, bunun garantisini verebilirim ama eğer şartlar çok zorlarsa, eminim yarın çoğunluk olacak partiler içinde biz bulunsak bile farklı davranmakta çok zorlanabiliriz.

O nedenle, maalesef, böyle bir kısır döngünün, böyle bir tahrip edici işleyişin temelleri çok fazla güçlendirilince, buradan ayrılmak da, bu döngünün dışına çıkmak da kolay olmuyor.

Yine, başka vesilelerle de hatırlattığım bir ilkeyi burada tekrar zikredeyim, daha doğrusu tecrübeden hareketle yapılmış bir tespit demek daha iyi olur: Hep söylenir, anayasacılık tarihinde en büyük yanılgılardan biri, Anayasa'yı yapan çoğunluğun ebediyen çoğunluk kalacağına inanması ya da kendini ebediyen çoğunluk kalacağına inandırmasıdır. Bugünün çoğunluğu, kanunları, özellikle İç Tüzük ve Anayasa'yı yaparken hep çoğunluk kalacağını düşünüyor. Eski çoğunluklar da öyle düşünmüşlerdi, daha önceki çoğunluklar da bu düzenlemeleri yaparken ileride de hep çoğunluk kalacaklarını düşünmüşlerdi ama böyle olmadı, böyle olmayacağını da hayatın olağan akışı ve sıradan tecrübeleri bize yeterince gösteriyor, onlara bakmak bile bizim bu böyle bir kanıda nasıl yanılgı içinde olacağımızı da yeterince açık bir biçimde ortaya koyabilir.

Bugün her türlü özgürlüğü rahatlıkla sınırlayabiliyor iktidar partisi, dün özgürlükleri savunan bir parti olmakla övünürken. Mesela bugün görülen davalar dolayısıyla hatırlatayım, uluslararası basın özgürlüğüyle ilgili kuruluşların raporlarında bir cümle artık sürekli yer alır oldu: "Hiçbir dönemde ve hiçbir ülkede bu kadar çok sayıda gazeteci aynı zamanda yargılanmamıştır, tutuklanmamıştır." Tekrar söylüyorum: Hiçbir dönemde ve hiçbir ülkede, aynı anda bu kadar çok gazeteci tutuklanmamış ve yargılanmamıştır. Türkiye, bu konuda tüm zamanların rekorunu kırmıştır.

Övünülecek bir durum olarak kabul edilebilir mi bu? Bununla övünmek mümkün mü? Ya da böyle bir acı gerçeği, burada çeşitli propaganda yöntemleriyle göreli hâle getirme çabası kimseyi inandırır mı? Mesela iktidar partisi sözcülerinin "Efendim, onlar gazeteci değil." sözleri sadece kendilerine yönelik bir propagandadan, etkisiz bir propagandadan öteye geçebilir mi? Mümkün değil arkadaşlar, kimseyi, hatta kendi tabanınızı bile bu konuda ikna etmenizin mümkün olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Yine, bu kadar çok sayıda milletvekilinin aynı anda tutuklu olduğu ve bu kadar çok sayıda milletvekili hakkında dava açıldığı, yargılama yürütüldüğü bir dönem Türkiye tarihinde yoktur. Başka ülkelerin tarihlerinde var mıdır, bunu özel olarak araştırmadığım için söyleyemem ama herhâlde o kadar kolay rastlanabilecek bir durum değildir.

Bunlar yetmiyormuş gibi, işte, bir yıldır süren olağanüstü hâl uygulamaları var. Bugün olağanüstü hâl üç ay daha uzatıldı.

İktidar partisi sözcüleri "En fazla bir buçuk ay sürecek." demişlerdi ilk getirdiklerinde, ilk oylamada ve "Devlete karşı bir olağanüstü hâl uygulanacak." demişlerdi fakat bir buçuk ay değil bir yıl oldu ve Sayın Cumhurbaşkanı da "Olağanüstü hâli kaldırmaya niyetimiz yok." diyebiliyor.

Neden? Evet, büyük bir tehlike yaşandı bu ülkede. Bu tehlikeyle baş edebilmek için -15 Temmuz kanlı darbe girişiminden söz ediyorum- olağanüstü bazı tedbirler almak anlaşılır bir durumdur, çağdaş anayasalarda olağanüstü hâl düzenlemelerine yer verilir ama bunların sınırları ve ölçüleri vardır. En önemlisi geçici olmaları ve belli ilkelerle sınırlanmalarıdır.

Nedir bu ilkelerin başında gelen? Amaca uygun kullanılmalarıdır ama darbe girişimiyle ilgisi olmayan her konuda olağanüstü hâl yetkilerini kullanmaya kalkarsanız, hakkın sonuna kadar suistimali tutumunu takınmış olursunuz.

Şimdi, bu kadar açık çelişkiler, bu kadar açık tutarsızlıklar, dün söylediğinin bugün tam tersini yapma anlayışı, siyasetin demokratik temellerini yok ettiği gibi kamusal etiği de çürütüyor. Yani, biz işimize geldiğinde istediğimizi yaparız, dün ne söylediğimiz, dün ne yaptığımız bizim için önem taşımaz, bugün amacımıza varmak için hangi yöntem gerekliyse onu kullanırız anlayışı.

"Makyavelizm" diyeceğim ama bu kelime de çok yıpratıldı, çok aşındı, hakikaten amaca giden her yolun mübah sayıldığı bir yönetim anlayışı, ülkenin hem demokrasisini hem demokratik siyasi kültürünü hem de kamusal etiğini ağır biçimde tahrip eder. Üstelik, bu tür yollarla amaca ulaşmak için uğraşmış hiçbir güç o hedefe de ulaşmayı başaramamıştır yani "Her yolu kullanırım yeter ki amacıma varayım." diyenler de nihayetinde o kullandıkları kötü araçların kurbanı olmuşlardır. Er ya da geç ama çok geç değil, unutmayın; bu kirli yöntemlerin, bu hukuk dışı, bu ahlak dışı yöntemlerin bedellerini hem kendileri hem yönettikleri toplumlar ödemek zorunda kalmışlardır.

Şimdi, bütün bunlar ortadayken hâlâ bu anlayışta ısrar etmeyi hakikaten kavramak, idrak etmek bizler açısından çok zor değerli arkadaşlar.

Bir de -İç Tüzük düzenlemelerine getirelim sözü- "verimli çalışma" ifadesi, siyasi kurumlar için kullanılan bir ifade değil arkadaşlar. Verimli çalışma amacıyla tüzük ya da iç yönerge hazırlayanlar genellikle ticari işletmelerdir, firmalardır, holdinglerdir.

Şimdi, siz, Meclisi bir ticari işletme anlayışıyla, bir holding, bir firma anlayışıyla düzenlemeye kalkarsanız, demokrasiye bir de buradan ağır bir darbe vurmuş olursunuz.

Zaman baskısı burada inandırıcı bir gerekçe değil arkadaşlar. Başka değerli milletvekilleri de dile getirdiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi çağdaş meclisler, parlamentolar içinde en fazla sayıda yasa yapan bir Meclistir. Yani burada, yasa çıkarma, yasa geçirme sorunu yaşamamış bir Meclis, üstelik, bu hızın en fazla yükseldiği dönem de AK PARTİ iktidarları dönemidir.

Peki, hızda bir sorun yok, yasaların çıkarılması konusunda da bir sorun yok, ee, nedir derdiniz o zaman, bu kadar süreleri, muhalefetin kullanabileceği süreleri kısaltmaya çalışıyorsunuz, neden muhalefetin etkili olabileceği alanları iyice daraltıyorsunuz ve bunlar yetmiyormuş gibi bir de milletvekillerinin ifade özgürlüğünü aşırı biçimde tehdit eden, hatta ortadan kaldırma sonucunu doğurabilecek düzenlemeler getiriyorsunuz? Yani muhalefetin hem konuşma sürelerini azaltıyorsunuz hem de konuşma özgürlüğünü ciddi tehdit altına alıyorsunuz.

Bunun tek anlamı, tek amacı, tek açıklaması olabilir değerli arkadaşlar.

Evet, muhalefet istemiyor. Bu iktidar, muhalefetin itirazlarını duymak istemiyor. Kendisi bütün yaptıklarının herkes tarafından doğru kabul edilmesini istiyor. Bunu da ancak dayatmayla yapabileceğini biliyor, o zaman da dayatma yöntemini kullanıyor. Her dediğinin ve her yaptığının haklı olduğu, doğru olduğu iddiası, sadece despotların özelliği olabilir, despotik yönetimlerin karakteri olabilir. Türkiye, böyle despotik bir yönetim modeline her alanda adım adım götürülüyor, daha doğrusu despotik yönetim anlayışı her alanda adım adım yerleştiriliyor fakat bu çabaların yine istenen sonucu doğuramayacağını hatırlatmakta fayda var. Hiçbir despotik yönetim uzun süre ayakta kalamamıştır. Maalesef o despotik yönetimler çöktükten sonra da emekli siyasetçi ya da emekli yönetici olarak hayatlarını sürdürme imkânını da bulamamışlardır. Tam tersine bu dönemlerin hesabı mutlaka sorulmuştur.

Biz de benim ilk gençlik yıllarımda 70'lerin ikinci yarısında hatırladığım polemikler vardı siyasiler arasında, devrisabık yaratmak. Bakın, bu kırk beş yıl geçmişte -kırk yıldan fazla bir süre geçmiş- devrisabıklar yaratılıyor çünkü yönetimler birbirlerine demokratik siyasi kültür ve hukuk devletine uygun yönetim anlayışı devretmiyorlar maalesef. Tam tersine, büyük acılar, yıkımlar ve büyük yanlışlar devrediyorlar. Bir sonraki dönem geldiğinde de bu acıları telafi etmek, bu yıkımları onarmak için eski dönemin sorumlularından hesap sorma yoluna gidiyor.

Yine son bir şey daha, bir iki söz daha söyleyip bitireceğim. Bu 19'uncu maddeyi lütfen bu şekilde değiştirmekten vazgeçin. Eğer Anayasa Komisyonunun bir işlevi, bir anlamı olacaksa, buradaki görüşmelerin bir değeri olacaksa uzlaşma yollarını da, müzakere imkânlarını da somut bir hâle getirmek gerekiyor. Sadece burada konuşmalar yapmakla yetinmenin doğru bir tarz olmadığını hatırlatayım yani sonuç almaya yönelik uzlaşma arayışları, sonuç almaya yönelik müzakere çabaları bu çalışmaları çok daha esas değerli kılacak olan anlayıştır.

Biraz önce andığım iptal davasıyla aynı tarihlerde Recai Kutan imzasıyla da İç Tüzük'le ilgili bir iptal davası açılmıştı Anayasa Mahkemesine. Orada yine sürelerin kısaltılmasından ve muhalefetin faaliyetlerinin Parlamentoda aşırı sınırlanmasında ciddi bir şikâyetle hazırlanmış bir iptal davası başvurusu var önümüzde. Oradan bir cümleyi seçtim, hepsini aktarmayacağım. Recai Kutan Bey'in imzasıyla Anayasa Mahkemesine verilen o dilekçede bir cümle var: "Vekilleri susturulan bir millet özgür olamaz." diyor. Evet, vekilleri susturulan bir millet gerçekten özgür olamaz.

Bir de eğer bir yerde sadece iktidar konuşuyorsa ve bu iktidar da illa kendini devletle özdeşleştirip sadece devlet konuşuyor gibi bir hava yaratırsa o zaman Ali Şeriati'nin -muhtemelen bundan sonraki maddelerde de hatırlatacağım- sözünü dinlemekte fayda var. Şöyle diyor Ali Şeriati: "Bir yerde sadece devlet konuşuyorsa her şey yalandır."

Teşekkürler.