Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
Konu | : | (2/1783) esas numaralı İçtüzük Teklifi'nin maddelerinin, madde gerekçelerinin ve genel gerekçesinin Anayasa'nın metnine ve ruhuna aykırı olması sebebiyle İç Tüzük'ün 38'inci maddesi gereğince Komisyon tarafından reddedilmesine ilişkin önergeler hakkında görüşmeler |
Dönemi | : | 26 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 14 .07.2017 |
EROL DORA (Mardin) - Teşekkürler Sayın Başkan.
Ben de hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
Şimdi, öncelikle, bir şeyin altını çizmek gerekir. Üzerinde görüştüğümüz değişiklik teklifi, bir ülkede yaşayan yurttaşların kendi iradeleriyle temsilciler göndermesi neticesinde oluşmuş bir Meclisin İç Tüzük'üne ilişkin bir değişiklik teklifidir. Dolayısıyla bizler gerek milletvekilleri olarak gerekse siyasi parti grupları olarak halkı temsil ediyoruz, yurttaşlarımızı temsil ediyoruz, farklı toplumsal dinamikleri, farklı fikirleri temsil ediyoruz.
Buradan hareketle kolaylıkla söyleyebiliriz ki, üzerinde görüştüğümüz İç Tüzük, toplumun bir yansıması olan Mecliste, toplumun temsilcilerinin iç hukukunu belirleyen önemli bir metindir. Öyle ki, bu metin, toplumu temsil edenlerin bir iç hukuku, bir iç anayasası niteliğindedir. Tabii, burada, ortak yaşamın, ortak hukukun önemli bir kavramı olan "demokrasi" kavramı devreye giriyor. Abraham Lincoln'ün meşhur tarifini referans alarak belirtirsek, demokrasi, halkın, halk tarafından ve yine halk için yönetimidir. Sadece Abraham Lincoln'ün tanımıyla bile demokrasiye ulaşılabilmesi için birtakım şartların gerçekleşmesi gerektiği sonucu çıkarılabilir. Özellikle yönetimin halk eliyle yürütüldüğü bir sistem akla gelmektedir. Yani ister doğrudan olsun ister temsili olsun, devlet yönetiminde halkın etnik, inançsal, kültürel veya tarihsel tüm farklılıklarıyla söz sahibi olması, devlet yönetimiyle ilgili kararların verilmesinde halkın bu çoğulcu yapısıyla belirleyici olması gerektiği sonucuna ulaşmak mümkündür.
İkinci olarak, "halk için yönetim" ifadesinden, devlet anlayışının "insan haklarına dayanan bir devlet anlayışı" olması gerektiği sonucunu çıkarmak mümkündür. Yani devletin örgütlenmesinden, yasaların yapılmasına kadar insan haklarını temel alan bir anlayışın hâkim olması gerekmektedir. Böylece, insan hakları eksenli hareket edilmesi zorunlu olmaktadır. Bu durumda demokrasinin işlemesi için yurttaşların da devletin varlık sebebinin, yurttaşların temel haklarını eşitçe korumak olduğuna inanması gerekir. Tabii, toplum-devlet ilişkisinin, yurttaş-yurttaş ilişkilerinin çerçevesini belirleyen bir kavram olarak "anayasa" kavramı burada önem arz etmektedir. Toplumun tamamının tabi olacağı ilke ve değerler sistemine çerçeve çizen bir metin olarak Anayasa, temelde iktidarın sınırlarını ve temel hak ve özgürlüklerin korunması rejimini belirler.
Bu itibarla, kurucu bir temel metin olarak Anayasa, öncelikle demokratik ve çoğulcu bir anayasal düzen ile temel hak ve özgürlükler rejiminin korunmasını hedeflemektedir. Yeni bir anayasa yapımı veya Anayasa'da yapılacak kısmi değişiklikler de toplumun azami mutabakatıyla ve dönemin ihtiyaçlarına uygun olarak, demokratik anayasal düzenin geliştirilmesine, eşit yurttaşlık düzleminde temel hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesine yönelik olmalıdır.
Buradan hareketle, rahatlıkla söyleyebiliriz ki, bir yurttaşlar topluluğu için anayasa ne anlama geliyorsa, o toplumun temsilcilerinin toplum adına kararlar aldıkları, yasalar çıkarttıkları bir meclisin iç tüzüğü de o anlama gelmektedir. Çünkü Meclis İçtüzüğü de toplumu temsil eden milletvekillerinin, siyasi parti gruplarının, sayısal çoğunluk itibarıyla iktidarı elinde bulunduran siyasi parti grubu ile muhalefeti temsil eden siyasi parti gruplarının bir iç hukuk metni, bir anayasa metni niteliğindedir.
Bu bağlamda, üzerinde görüştüğümüz TBMM İçtüzüğü'nde değişiklik öngören teklife ilişkin ilk elden yapacağımız değerlendirme, yürütmenin, iktidarın olağanüstü yetkilerle donatılması, Parlamentonun genelinin ve muhalefetin yetkilerinin ise sadece kâğıt üzerinde göstermelik yetkilere indirgenmesi, Parlamentonun tarihsel misyonunun göz ardı edilmesi ve Türkiye parlamenter demokrasi tarihinde ileriye değil, geriye gidişin önemli bir işareti niteliğinde olmaktadır.
Bakınız, şunu unutmamak lazımdır: Halkın yüzde kaç oyuyla seçilmiş olursa olsun, yürütmenin, iktidarın yani çoğunluğun, farklı görüşleri temsil eden ve müzakere imkânını her zaman elinde bulunduran Türkiye Büyük Millet Meclisinin temsil kabiliyetiyle yarışamayacağı açıktır. İktidar oyların bir kısmını almışsa diğer kısmını da alamamıştır. Oysa Türkiye Büyük Millet Meclisinde temsil edilen siyasi partiler, farklı ilke ve görüşleri savundukları için, çoğulcu bir yapıyı da temsil ederler. Dolayısıyla Meclis İçtüzüğü vasıtasıyla bu çoğulcu yapıyı korumak ve daha da güçlendirmek yerine, çoğunluğun azınlığa tahakkümü biçiminde yöntemlerle asgari bir çoğulculuğu dahi ortadan kaldırmaya girişen, sözüm ona "Meclis huzuru" adı altında tek sesliliği dayatan bir anlayışla kaleme alınmış bu teklif asla kabul edilemez.
Parlamento üyelerinin yine kendi elleriyle temsiliyet yetkilerini kısıtlaması, denetim yetkilerini kısıtlaması, halk iradesinin, yine halkı temsil ettiğini söyleyenlerce itibarsızlaştırılması, Meclisin milletin Meclisi olma vasfını yitirmesi anlamını taşımaktadır. Hatırlatmak isterim ki milletvekillerinin halk adına yürütmeyi denetlemesi sadece bir yetki değil aynı zamanda önemli bir görevdir. Temsiliyet ve denetleme yetki ve görevinin parlamenterlerin elinden büyük oranda alınmasının hukuk devleti terazisinde, kuvvetler ayrılığı ilkesi temelinde kabulü de mümkün değildir.
Tabii, gerek bu Anayasa Komisyonunun üyeleri olarak gerek Parlamentonun birer üyesi olarak ve gerekse birer yurttaş olarak yakın bir geçmişte bir Anayasa değişikliği sürecinin tanığı ve müdahilleri olduk. Anayasa değişikliğinin gerek Komisyon gerek Genel Kurul ve gerekse daha sonra referandum süreçlerinde altını çizerek belirttiğimiz önemli bazı noktaları tekrar dikkatlerinize sunmak istiyorum.
Olağanüstü dönemlerde, darbe dönemlerinde yazılan anayasaların, ülkemizde yaşayan farklı toplumsal kesimlerin demokratik taleplerini gidermediği, aksine darbe süreçlerinde yapılan anayasaların toplumsal sorunların artarak ve derinleşerek süreğenleşmesine yol açtığı gerçeği, son derece maliyetli bir tecrübe olarak orta yerde durmaktadır. Bir yıldır içerisinde bulunduğumuz süreçte ve OHAL koşulları içerisinde 2 partinin kapalı kapılar ardında Anayasa tartışmalarını yürüttüklerine hepimiz tanıklık ettik. İktidar partisinin Parlamentonun 2'nci ve 3'üncü siyasi partilerini dahi sürece dâhil etmediği, toplumun farklı kesimlerinin hiçbirisinin görüşüne başvurulmadığı, parti eş genel başkanlarımızın, seçilmiş milletvekillerimizin, belediye eş başkanlarının ve belediye meclis üyelerinin âdeta siyasi rehineler olarak cezaevlerinde tecrit altında tutulduğu, neredeyse muhalif tüm medya kuruluşlarının kapatıldığı, çalışanlarının tutuklandığı, sivil yaşamın olmazsa olmaz örgütlü yapısı olan STK'ların kapatıldığı, özgür düşüncenin egemen olması gereken üniversitelerin baskı altında tutulduğu, akademisyenlerin görevden atıldığı veya tutuklandığı bir süreçte topluma dayatılacak bir metnin bir yeni anayasa olmayacağını her ortamda ifade etmeye çalıştık.
Yarın yıl dönümü olan 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında âdeta bir karşı darbe olarak yürürlüğe konulan keyfî OHAL uygulamalarının fiilî keyfilikler boyutuna ulaştığı bir atmosferde Parlamento ve halkın önüne getirilen ve YSK'nın son anda aldığı hukuksuz kararla tarih boyu şaibeyle ve meşruiyet sorunuyla anılacak olan Anayasa değişikliği, izlenen usul ve hedef bakımından demokratik usullere yabancı olmakla kalmayıp mevcut darbe anayasasını daha da iptidai noktalara taşımıştır. Özellikle, maalesef, Türkiye gibi kutuplaşmış toplumlarda toplumsal mutabakat zemini oluşturulmasının temel ön koşulu, her yurttaşın ve her toplumsal kesimin, kendilerini özgürce ifade edebileceği, yeni anayasaya ilişkin taleplerini özgürce ifade edebileceği demokratik bir ortamın tesis edilmesinden geçmekte idi, ancak bu maalesef başarılamadı. Bu ortam tesis edilmeden yürütülen Anayasa tartışmaları ve değişikliği süreci ise toplumsal meşruiyetten büyük oranda yoksun kalmış ve mevcut toplumsal kutuplaşma ve gerilimi daha da arttırmıştır.
Diğer taraftan, OHAL sürecinin Meclis çalışmalarına düşürdüğü en büyük gölge ise kanun hükmünde kararnameler olmuştur. Meclis işlevini yüksek oranda yitirmiş ve ülke yönetimin KHK'larla sağlandığı bir yıl yaşamıştır ve yaşamaya da devam etmektedir. Bizatihi halkın iradesini temsil eden Parlamento OHAL sürecinde işlevi itibarsızlaştırılan, seremonik görüşmelerin yapıldığı bir mekâna dönüştürülmüştür. Böyle bir durumda Meclis her ne kadar seçimle oluşmuş temsili bir niteliğe sahipse de, tıpkı Anayasa değişikliği sürecinde olduğu gibi, Meclis İçtüzüğü değişikliğini de maalesef çoğulculuk ilkesiyle değil, çoğunlukçu bir yaklaşımla yapmaya çalışmaktadır. Bu ise "millî egemenlik" kavramının aslında sözde kaldığının önemli bir ispatıdır.
Tabii, burada şunun altını kalın çizgilerle çizmek gerekir: Millet dediğimiz olgu eğer yurttaşların tamamını, toplumsal kesimlerin tamamını kapsayan bir ifade olarak kullanılıyorsa, Türkiye toplumunun çoğulcu bir yapıya sahip olduğu unutulmamalıdır ve gözlerden kaçırılmamalıdır.
Türkiye toplum yapısı çok dilli, çok inançlı, çok kültürlü bir zenginliğe sahiptir. Buna karşın, gerek anayasal gerek yasal ve gerekse iç tüzük benzeri metinlerde yapacağımız değişikliklerde bu çoğulcu yapıyı tek tip bir yapıymış gibi kavramak büyük bir yanılgı olacaktır. Yani her bir yurttaş, farklı kaygılarla ve farklı beklentilerle farklı siyasi görüşleri benimsemekte ve bu doğrultuda Parlamentoya temsilcilerini göndermektedir. Dolayısıyla her bir temsilci yani her bir milletvekili, toplumun bu çoğulcu yapısını temsil etmektedir. Dolayısıyla Meclisin çalışma esasları da gerek toplumun ve gerekse onun temsilcilerinin bu çoğulcu yapısıyla uyumlu olmalıdır.
Sayın Başkan, değerli arkadaşlarım; ancak bu sağlanabildiğinde gerçek bir millî egemenlikten söz edilebilir. Millî egemenlik bir kesimin bir kesimi nicelik çoğunluğuna dayanarak bastırması, ötekileştirmesi biçiminde kavranamaz.
İç tüzük değişikliğine ilişkin yine uzlaşmacı ve müzakereci bir anlayıştan uzak, sadece 2 parti arasında yapılan görüşmeler neticesinde Komisyona getirilen bu teklifin çoğulcu, demokratik bir parlamento anlayışıyla kaleme alınmadığı ortadadır. İçeriğine girmeden değişiklik yapma yöntemine kısaca bir göz attığımızda bu çok net olarak görülmektedir. Bir parlamento iç tüzüğü, o parlamentoda grubu bulunan bütün siyasi partileri yakından ilgilendiren bir metin olması hasebiyle, Meclis İçtüzüğü'nün yeniden yazılması veya üzerinde kimi değişikliklere gidilmesi geniş bir öneri ve müzakere mekanizması sağlanarak ancak başarılabilir. Aksi dayatma olur. Sadece grubu bulunan siyasi partiler değil, bağımsız milletvekilleri de bu müzakerelerin parçası olmalıdırlar. Bu, demokrasi açısından önemli bir noktadır.
Ortak hukukun çerçevesini çizen metinlerin yapılış yöntemi de her şeyden önce ortaklığı yansıtmalıdır. Dolayısıyla basit bir kanun çıkarma yöntemiyle Anayasa Komisyonuna gelen bu İç Tüzük değişikliği metni geri çekilmeli ve bunun yerine bir uzlaşma komisyonu kurulmalıdır ve İç Tüzük bu uzlaşma komisyonunda derinlemesine tartışılmak suretiyle yüksek oranda bir mutabakat sağlanarak yenilenmelidir. Kaldı ki, geçmişte kurulan İç Tüzük uzlaşma komisyonlarının bu konuda önemli birikimleri de mevcuttur.
Teklifin içeriğine ilişkin olarak da şunları söyleyebiliriz: Değişiklik teklifini incelediğimizde, özellikle muhalefet partilerinin ülkede cereyan eden sorunları Meclis gündemine taşımalarında önemli bir rol üstlenen grup önerilerine ilişkin konuşma sürelerinde kısıtlamaya gidilmek istenmesi İç Tüzük değişikliğinin önemli amaçlarından birisini ortaya koymaktadır.
Değişiklik teklifinin değinmek istediğim bir başka absürt yanı da şudur ki, Meclis kürsüsünde milletvekilinin kullanacağı ifadelere son derece antidemokratik sınırlamalar getirilmek istenmektedir. Elbette Meclis kürsüsünde sözlü hakaret, fiilî saldırı gibi yasama faaliyeti kapsamına girmeyen, halkın iradesini temsil etme kapsamına girmeyen kişisel reflekslerle ilgili düzenleme mevcut İç Tüzük'te zaten mevcut bulunmaktadır. Şimdi yapılmak istenense kürsüye çıkan milletvekilinin temsil ettiği siyasi iradeyi, siyasi literatürü, siyasi ifade biçimini yasaklama girişimidir. Buysa, özellikle, ifade özgürlüğünü, dahası milletvekilinin yasama sorumsuzluğu ilkesini yok saymak anlamına gelmektedir. Bildiğimiz gibi, yasama bağışıklığı veya parlamenter bağışıklığı kavramı parlamento üyesinin görevini serbestçe yerine getirebilmesi amacıyla, onu hükûmet tarafından veya özel kişiler tarafından başlatılabilecek olan adli takiplerden koruyan ayrıcalıklar olarak tanımlanmaktadır.
Yasama bağışıklığının birinci çeşidi yasama dokunulmazlığıdır; diğeriyse yasama sorumsuzluğudur. Bu bağlamda, yasama sorumsuzluğu kavramı İç Tüzük kapsamında önemli bir kavramdır. Bazılarının "mutlak dokunulmazlık" da dediği yasama sorumsuzluğu, parlamenter sorumsuzluk parlamento üyelerinin yasama görevlerini yerine getirirken sarf ettikleri sözlerden, açıkladıkları düşüncelerden ve verdikleri oylardan dolayı herhangi bir hukuki veya cezai takibata uğramayacakları anlamına gelmektedir. Yasama sorumsuzluğunun tanınmasındaki amaç, milletvekillerinin yasama çalışmaları esnasındaki söz, düşünce ve oy hürriyetlerini tam olarak korumaktır. Bu sorumsuzluk sayesinde, parlamento üyeleri hiçbir şeyden çekinmeyerek düşüncelerini serbestçe açıklayacaklar, serbestçe oy kullanacaklardır. Böylece millî irade, halkın iradesi, yurttaşların iradesi parlamentoda tam olarak ortaya çıkabilecektir. Yasama sorumsuzluğu oy, söz veya düşünce açıklamasının yasama çalışmaları sırasında yapılmış olması şartıyla parlamento üyelerine tam, mutlak bir koruma sağlamaktadır.
Şimdi, İç Tüzük değişiklik teklifine baktığımızda, milletvekillerinin yasama sorumsuzluğu kaldırılmak istenmektedir. Bir siyasi partinin iktidarda dahi olsa milletvekilliği görevinin olmazsa olmazlarından birisi olan yasama sorumsuzluğu hakkını elinden almak istemesi asla kabul edilemez. Bu teklif Anayasa'nın birçok maddesine aykırılıklar teşkil etmektedir. Milletvekillerinin söz hakkını, muhalefet yapma hakkını ortadan kaldıran değişiklik teklifi, demokratik hukuk devletinin içeriğine dönük ağır bir saldırı niteliği taşıyor olması yönüyle de Anayasa'nın 2'nci maddesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Çünkü Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti'nin temel niteliklerini sayarken demokratik hukuk devleti olmanın altını da çizmektedir. Demokratik bir hukuk devletinde parlamentoyu iktidar çoğunluğunun mutlak denetimine sokmaya yönelik her türlü girişim Anayasa'ya aykırılık teşkil edecektir. Değişiklik teklifi, Anayasa'nın egemenlik yetkisini düzenleyen 6'ncı ve yasama yetkisini düzenleyen 7'nci maddelerine de aykırıdır.
Anayasa'mızın 6'ncı maddesi egemenliği tanımlamaktadır. Milletvekillerinin muhalefet yapamadıkları, yasalar hakkında yeteri kadar söz alamadıkları, görüş ortaya koyamadıkları bir Mecliste millî egemenliğin Meclis eliyle kullanılacağını öneren 6'ncı maddenin hükmü kalmayacaktır.
Yine, yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanılacağını düzenleyen 7'nci maddeye de aykırılık teşkil eden bu teklif Meclisin İç Tüzük çerçevesinde kullanacağı yasama yetkisini, muhalefeti susturmaya çalışarak iyice daraltmayı, kısıtlamayı, işlevsizleştirmeyi ve anlamsızlaştırmayı hedeflemektedir. Böylelikle Meclis, iktidarın çıkaracağı kanunları oylattırmak suretiyle sembolik bir tasdik merciine, noterlik makamına dönüştürülmektedir. Elbette bu durum Anayasa'mızın 7'nci maddesine de açıkça aykırılık teşkil etmektedir.
Teklif muhalefetin gündem belirleme, toplumun farklı kesimlerinin sorunlarını Meclis kürsüsüne taşıma, iktidarı eleştirme mekanizmalarını son derece daraltmayı hedefleyerek milletvekillerinin kürsüde konuşma sürelerini olabildiğince azaltarak ve milletvekillerinin kendilerini ifade biçimlerini siyasi iktidar blokunun keyfî cezalandırma mekanizmalarına teslim etmektedir.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 83'üncü maddesiyle de güvence altına alman "Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisçe başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar." hükmü bu İç Tüzük değişiklik teklifi ile ortadan kaldırılmaktadır.
Yeni anayasayı yapanların öngördüğü Meclis kürsüsünün tamamen sorumsuz sayılması, Meclis dışındaki konuşmaların anayasal teminat altına alınması, özetle kürsü dokunulmazlığı neredeyse yok edilmektedir.
İç Tüzük değişiklik teklifinin 14'üncü ve 15'inci maddeleri ile Anayasa'nın 67'nci maddesinde yer alan "Seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakları" teklifin 1'inci maddesi ile Anayasa'nın 76'ncı maddesindeki milletvekili seçilme yeterliliği düzenlemelerine de aykırıdır.
Düşünce ve ifade özgürlüğünün sadece söz ve yazıyla değil, diğer farklı araçlarla kullanılabileceği evrensel bir ilkedir. Anayasa'mızın 26'ncı maddesi de bu kapsamdadır. Teklifle, görsel araçlarla Mecliste muhalefet etmenin kınama cezası gerektiren bir durum olarak düzenlenmesi tam da bu aykırılığın kanıtıdır.
Teklifin 14, 15 ve 16'ncı maddesi Anayasa'nın 25'inci maddesinde yer alan "Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz." ve 26'ncı maddesinde yer alan "Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir." hükümlerine aykırılık teşkil etmektedir.
Sayın Başkan, değerli Komisyon üyesi arkadaşlarım; hepinize tekrar önemli bir konuyu hatırlatmakta fayda görüyorum. Burada suçun ve cezanın kanuniliği ilkesi göze çarpmaktadır. Bakınız bu İç Tüzük teklifiyle yapılan bir diğer önemli yanlış suçun ve cezanın kanuniliği ilkesine aykırı olmasıdır. 1982 Anayasası'nın 2'nci maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti ilkesi bütün uygar demokratik rejimlerin temel özelliklerinden biridir. Bu kavram, vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulunmaları yanında, devletin eylem ve işlemlerinde hukuk kurallarına uygun davranmak zorunda olduğunu anlatır.
Hukuk dilinde "hukuk devleti" deyimi, devletin kendisini hukuk kurallarıyla bağlı saymadığı polis devleti kavramının karşıtı olarak kullanılmaktadır. Vatandaşların devlete yani egemen güce güvenmeleri, demokrasi içerisinde ve kendi kişiliklerini korkusuzca geliştirebilmeleri ancak gerçek anlamda bir hukuk devletinin olması hâlinde mümkündür. Hukuk devletinin tam olarak gerçekleşmesi için suç ve cezalara ilişkin bazı önemli unsurların da belirlenmesi gerekir. Bunlara bir anlamda ceza yargısının genel ilkeleri de denilmektedir. Evrensel hukukta da 1982 Anayasası'nda da suç ve cezaya ilişkin temel ilkeler bulunmaktadır. Bunlardan birisi de, Anayasa'mızın 38'inci maddesinde hüküm altına alınan "suçta ve cezada kanunilik" ilkesidir. Bu ilke, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 2'nci maddesinde de " Suçta ve cezada kanunîlik ilkesi" başlığı altında hüküm altına alınmıştır.
Suçta ve cezada kanunilik ilkesi devlet organlarının keyfî davranışlarını önlemek, bireyin hak ve özgürlüklerini garanti altına almak için getirilmiş bir ilkedir. Bu ilkeyle, hangi davranışların suç olarak düzenlendiği önceden kanun tarafından gösterilebilecek ve bu suçu işleyenlerin görecekleri yaptırımlar da yine önceden kanun tarafından belirlenecektir. Dolayısıyla bu teklifle, yasama sorumsuzluğu kapsamında milletvekillerine tanınan haklar, İç Tüzük yoluyla suçlar ve cezalar yaratarak bir garabete yol açılmak istenmektedir. İç Tüzük kanun değildir. Suç ve cezalarsa ancak ve ancak kanunlarla düzenlenebilir. Bu durumun altını özellikle çizmemiz germektedir.
Sonuç olarak, her uygar ve demokratik ülkenin insan hak ve hürriyetlerini korumaya yönelik gelişme ve uygulamaları kendi iç hukukuna yansıtması gerekliliği artık tartışma götürmemektedir. Ayrıca, unutulmamalıdır ki demokratik yönetim şeklini uygulayarak ülkelerindeki demokratik yaşamın refahını, niteliğini artırmak isteyen ülkelerin, özellikle ceza hukuku alanında kişilerin temel hak ve hürriyetlerini korumaya yönelik düzenlemeleri titizlikle ve sağlıklı bir şekilde uygulamada istekli olmaları, gerektiği takdirde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının iç hukukla çatışmadan etki doğurması için anayasal düzeyde değişiklik yapmaları da gerekmektedir.
Bu bağlamda, ülkemizde hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin tesis edildiği bir yönetim yapısını, karar alma mekanizmalarını bu doğrultuda mümkün kılmak durumundayız. Bunu gerçekleştirebilirsek eğer hem ülke barışına hem de bölge barışına çok büyük bir katkı sağlayabilme gücüne de erişmiş olacağız.
Toplumsal mutabakatın yüksek olduğu bir metin hazırlayabilmek, toplumsal mutabakatın yarılma eşiğinde olan bugünün Türkiyesi gibi toplumlarda son derece olumlu işlevler görecektir. Toplumun temsil edildiği Meclisin İç Tüzük'ü de bu cinsten bir metin niteliğindedir. Nicelik bakımından çoğunluğun azınlığa tahakkümünü arttıracak yöntem ve içeriklerde hazırlanan metinler, toplumsal bağları koparma noktasına getirmek gibi çok önemli bir riski de beraberinde getirecektir.
Bakınız, Anayasa değişikliği sürecinde ısrarla altını çizdiğimiz asgari demokratik koşulların bulunmadığı, temel hak ve hürriyetlerin bile güvencede olmadığı gerçeği bugün de devam etmektedir ve özellikle belirtmek isterim ki, seçilmişlerin, milletvekillerinin dahi ifade özgürlükleri bulunmamaktadır. 3'üncü büyük siyasi parti durumunda olan partimizin eş genel başkanları başta olmak üzere, şu anda 11 milletvekilimiz yapmış oldukları açıklamalardan ötürü bugün tutuklu bulunmaktadırlar ve bizler Anayasa Komisyonunda, üyeleri tutuklu bulunan bir Meclisin İç Tüzük'ünde ifade özgürlüğünü daha da kısıtlayan, muhalefetin sesini daha da kısmaya çalışan bir değişiklik üzerinde şu anda tartışma yapmaktayız. Bu yaklaşım her şeyden önce siyasi etikle bağdaştırılamaz, çoğulcu demokrasiyle ise hiçbir biçimde bağdaştırılamaz.
Parlamento, ülkemizin toplumsal barışına en büyük katkıyı sunacak kurumların başında gelmektedir çünkü parlamento toplumsal yaşamın bir yansımasıdır. Tıpkı Anayasa gibi Meclis İçtüzüğü'nü de şahsımız için değil, bizlere iradesini teslim eden halklar adına ve onlar için yapmak siyasi ve tarihsel borcumuzdur. Bu bahisle, özgür ve eşit bir geleceğin ve bu temeldeki barışın inşası birincil görevimiz olmalıdır. İç Tüzük bu anlamda bu sürecin önemli bir yapı taşıdır, ortak hukukumuzun önemli bir mihenk taşıdır.
Bütün yapmış olduğum bu tartışmalar çerçevesinde Anayasa'ya aykırılık üzerine vermiş olduğumuz önergemizin bütün üyelerimizce dikkate alınarak kabul edilmesi yönünde oy kullanmalarını bir kez daha hatırlatıyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
BAŞKAN - Sayın Dora, teşekkür ederim.