KOMİSYON KONUŞMASI

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de hepimize kolaylıklar diliyorum. Saygıyla selamlıyorum.

Şimdi, İç Tüzük değişiklik teklifine dair birçok şey yazıldı çizildi, geçmişte de özellikle 23'üncü ve 24'üncü Dönemde İç Tüzük değişikliklerine dair biliyoruz ki komisyonlar kuruldu ama maalesef İç Tüzük değişikliği şu ana kadar yapılamadı uzlaşma temelinde; "maalesef" deme sebebim o.

Teklifin genel gerekçesinde -buradan başlamak istiyorum- "İç Tüzük değişikliği metni hazırlanırken 23'üncü ve 24'üncü dönemlerde kurulan İç Tüzük uzlaşma komisyonlarında parti gruplarının üzerinde anlaştığı değişiklikler esas alınmış ve geliştirilmiştir." şeklinde bir ifadeye rastlamaktayız. Şimdi, bu husus katiyen doğru değil -yani benden önce de söz alan değerli milletvekilleri bunu açıkladılar- çünkü hiçbir İç Tüzük uzlaşma komisyonunda, özellikle de muhalefet partilerinin kendi söz haklarını kısan, muhalefet etme olanaklarını ortadan kaldıran, kürsü dokunulmazlığına ağır darbeler indiren düzenlemeler konusunda geçmişte, 23'üncü ve 24'üncü Dönemde de böyle bir uzlaşma söz konusu değildir ve tam tersine bu düzenlemeler ve düzenleme teklifleri çok sert bir muhalefetle karşılaşmış.

Şimdi, yine teklife dair yani ayrıntılı olarak maddelere ilişkin görüşlerimizi ifade edeceğiz ama özellikle teklifin en can alıcı noktalarından bir tanesi, Parlamentomuzun ülkenin sorunlarını süratle çözme yolunda hızla çalışmadığı söyleniyor ve Meclisin yasama faaliyetleri gerçekleştirirken hızlı, verimli, etkin bir çalışma ortamının sağlanması gerektiği ifade ediliyor. Ve zaman kaybına neden olmamak için bu değişikliğin yapıldığı genel olarak yine gerekçelerden bir tanesi.

Şimdi, açıkçası gelişmelere ayak uydurmak ya da hızlı çalışmak, ülkenin sorunlarına hızlıca çözüm bulmak. Bu gerekçeler asla muhalefet partilerini işlevsizleştiren, onların çalışmalarını engelleyen, söz hakkını ortadan kaldıran bir sebep olarak kabul edilemez, bunu da belirtmek istiyorum.

Şimdi, bugüne değin... Yani şunu da ifade etmek istiyoruz: 26'ncı Dönemde, ülkenin en temel sorunları olan demokrasi, insan hakları, işsizlik, kadına yönelik şiddet, çocuk istismarları, tecavüzler, Aladağ gibi büyük yangınlar, kamu düzenini kökünden sarsan hangi konuda iktidar partisi bir yasal düzenleme getirdi de biz buna muhalefet ettik? Yani böyle bir şey söz konusu değil. Buna karşı muhalefetin bir direnci de söz konusu değil; aksine, muhalefet olarak bizler iktidarın sadece kendi gündemini oluşturmak babında getirdiği düzenlemeler konusunda tutumumuzu ve muhalefetimizi ortaya çıkarıyoruz ama bununla ilgili bizim getirdiğimiz grup önerileri hiçbir surette kabul edilmedi ve araştırma komisyonları, muhalefetin ve Halkların Demokratik Partisi olarak bizim de kabul edilmedi.

Şimdi, peki, neden bugün İç Tüzük düzenlemesini konuşuyoruz? Yani Meclisin tatilde olması gerekiyor. Gerçekten acelemiz ne? Yani şu anda bekleyen çok acil, ivedi bir yasa hazırlığı da yok, uyum yasaları dersek hâlâ teklifler oluşmuş değil, hâlâ Parlamentonun çalışmasını gerektiren bir tablo da söz konusu değil ve iki partinin âdeta dayatmacı bir tarzda İç Tüzük değişikliklerini hemen Meclis tatile gitmeden Komisyondan ve Parlamentodan geçirme acelesi var. Bunun sebebini yani hepimiz de biliyoruz ki yani sonuçta AK PARTİ'nin Genel Başkanı şöyle bir açıklama yaptı: "Bu İç Tüzük Meclisten çıkmadan Meclis kapanmayacak." diye, bir konuşması arasında böyle bir cümle de kurdu ve şu anda o "kapanmayacak" sözünden dolayı, bir partinin ama genel başkanı, Cumhurbaşkanı sıfatıyla söylemiyor bunu, iktidar partisinin genel başkanı olarak söylüyor, bu sebeple üç parti de, haricen bir parti zaten doğrudan destekliyor, biz tatilde, Meclisin tatilde olması gereken bir dönemde ve ivedilik arz etmeyen bir İç Tüzük tartışmasının içindeyiz.

Şimdi, Türkiye'nin önemli çoğunluğunun, en az yüzde 40'ının fikrinin, önerisinin, önermesinin olmadığı, sadece iktidar partisi ve MHP pazarlığıyla getirilen bir İç Tüzük değişiklik teklifi var. Yani bunun adını çok açık bir şekilde koymak gerekiyor ve bu sebeple de açıkçası Mecliste en temel olgulardan biri ifade özgürlüğünün tümüyle yok edilmesi ve çoğunluğun tahakkümünün kurumsallaşması hedeflenmektedir. Demin de ifade ettiğim gibi, bunların hepsini tabii, maddelerde ayrıntılı bir şekilde ifade edeceğiz çünkü burada konuşma ve talep süreleri kısıtlanıyor çok net bir şekilde. Döviz, pankart yasaklanıyor mesela. Meclisi Parlamento işlevinden çıkaran, denetim işlevini görmeyen aslında -demin partimiz adına konuşan Mithat Sancar bunu çok ayrıntılı bir şekilde anlattı- sadece kanunları onaylayan, âdeta -tırnak içinde- bir noter olarak görevlendirilen bir Meclis statüsüne kavuşma hedefleniyor.

Şimdi, toplumsal temsil kanalları ne durumda gerçekten? Şu anda Türkiye'de toplumsal muhalefet odaklarının ya da toplumsal farklılıkların, sözlerini ne kadar söyleyebildiklerini aslında burada da çok güçlü tartışmalıyız. Nedir bu? Şu anda toplumsal temsil kanalları tıkatılmış vaziyette. Özellikle 20 Temmuzda OHAL ilanından sonra bu, çok net bir resim olarak önümüzde duruyor. Toplumsal muhalefet görünmez kılındı, bütün basın-yayın organları, muhalif basın-yayın organları kapatıldı, televizyonlar kapatıldı, radyolar kapatıldı ve yaygın medya, muhalif medya çok az bir şekilde kalabildi, diğerleri tümüyle kapatılmış ve susturulmuş vaziyette ve toplumun esas meselesi, esas tartışmaları, önemle üzerinde durdukları toplumun gündemi aslında Türkiye'ye, Türkiye yurttaşlarına yansımıyor, tartışılamıyor, tartıştırılamıyor çünkü her şey OHAL gerekçesiyle kararnamelerle kapatılıyor ve toplum suskunluğa, susmaya itiliyor.

Şimdi, burada en önemli, en üst temsil mekanizması olan yasama Meclisi de yasama organı da susturulmaya çalışılıyor. Bunun adı budur yani OHAL kanun ilanından sonra bu İç Tüzük'ün temel amaçlarından biri de yine Parlamentoya da susma darbesini yani susma yaptırımını getiriyor ve susturmak istiyor. Şimdi, bu, Parlamentodaki milletvekillerinin sadece susturulması ve söz hakkının elinden alınması değil, bir bütün olarak halkın temsilcilerini gönderdiği Parlamentoda halkın iradesinin yok sayılmasıdır, yasaklanmasıdır ve sözün kabul edilmemesi, yasaklanması maddesidir.

Şimdi, bununla ilgili, İç Tüzük'te bu yapılan değişiklik önerisinde nedir? AKP-MHP koalisyonunun 82 darbe Anayasası'nı eleştiren milletvekilleri cezalandırılacak. Böyle de okumamız lazım. Nedir? Anayasa'nın ilk 4 maddesi, onun birazdan ayrıntılarına gireceğim. Her ne kadar maddenin gerekçesinde şöyle bir ibare varsa da Anayasa'nın ruhundan, devlet ruhundan bahsedilmişse de aslında çağırılan şey halkın ve ülkenin ruhu değildir. 12 Eylül darbe Anayasası'na dair, iktidar partisinin, hatta Milliyetçi Hareket Partisinin Anayasa Uzlaşma Komisyonunda aylarca tartıştığımız eleştirilerini biliyoruz. Bunların hepsi tarihe not olarak düşüldü ve o tartışma tutanakları on binlerce sayfa olarak duruyor. Peki, bugün İç Tüzük'le getirilen 82 Anayasası'na tümüyle sahip çıkma iradesine kaynaklık eden olgu nedir; bunu çok güçlü bir şekilde tartışmak istiyoruz. Daha önce de söylediğimiz gibi, burada aslında sahip çıkılan, simge olarak Kenan Evren'in ruhudur, darbecilerin ruhudur, darbeye ve darbecilerin yapmış olduğu Anayasa'ya bu İç Tüzük'le sahip çıkılmaktadır.

Şimdi, burada bir de başka bir vurgu, özellikle İç Tüzük değişikliğinde gerekçelerden biri, "verimlilik" kavramı çok sık geçiyor genel gerekçede.

Aslında sohbet etme ihtiyacı var. Belki ara versek ya da ben sadece kendi kendime konuşsam Sayın Başkan... Salonda inanılmaz bir uğultu var. Ben de dinlemek isterim arkadaşları ama hani dikkatim dağılıyor gerçekten.

BAŞKAN - Arkadaşlar, söyleyeceğiniz bir şey varsa ortaya söyleyin, Meral Hanım da dinlesin, hepimiz dinleyelim.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Yani, böyle, varsa ortaya söylensin, ben de yanıt vereyim, sohbet edelim.

BAŞKAN - Yoksa o zaman susalım.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Yok, yani, böyle de siz de dikkat ederseniz çok ciddi bir uğultu var.

BAŞKAN - Buyurun.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Şimdi, bu "verimlilik" nedir? Gerekçe kısmında "zaman, hız, verimlilik" bu üç kavram sihirli kavramlar. Bunu biraz açalım. Meclis bir şirket mi, bir fabrika mı? Neyin verimliliği? Nasıl bir verim elde ediliyor? Yani biz Meclisin İç Tüzüğü'nü yapıyoruz, gizli anayasadır diyoruz ve iktidar partisinin bu konuda geçmiş dönemdeki söylemleri, icraatları, uygulamaları, yapmış olduğu başvurular, siyaset yapma biçimi de aslında bugün kendi kendini ilga eden bir duruma gelmiş durumda.

Şimdi, halkın Meclisinde kısa sürede ürün vermek gibi bir misyon yoktur, olamaz. Yani, Meclisin anayasasında, halkın en üst düzeyde temsil edildiği yasama Meclisinde ürün vermek, kısa sürede verimli sonuçlar almak kavramını da yadırgadığımı ifade etmek istiyorum.

Burada önemli olan, aslında, kısa sürede apar topar kanun yapmak değil; halk yararına, halkın taleplerine yanıt olan ve gerçekten toplumsal birlikteliği tekrar tekrar tahkim eden, çoğulculuğu esas alan bir çalışma disiplinini ortaya koymaktır. Şimdi, burada, toplumu ilgilendiren meselelerde bütün ayrıntıları tartışmak zorundayız. Burada hız, verim ya da farklı kavramlarla bunu ifade etmek mümkün değil. Burada verimlilik şöyle sağlanır, yasama Meclisinde verimlilik şöyle sağlanır bizce: Toplumsal katılımla ve tabii ki toplumun faydasının, ortaklaşmanın ve uzlaşmanın egemen kılındığı bir kültürle biz Parlamentoyu işletmek durumundayız. Aksi hâlde, hız, ancak şöyle tanımlayabiliriz: Mükemmel işleyen bir mekanizmada işe yarayabilir. Gerçekten katılımı da sağlayan bir mekanizmayı yaşama geçirebilirsek hız, verim getirebilir.

Şimdi, şöyle bir tablo var önümüzde: İttihatçı uygulamaları yeniden güncelleyen bir İç Tüzük değişikliği var ve 82 Anayasası'nın devamı olan kanunlarla bile daha yüzleşmedik. Yüzleşmeden yaptığımız, içine girdiğimiz bu pratiğin hızlı hâli nasıl olacak? Gerçekten bu konuda düşünmek bile epeyce ürkütücü olabiliyor.

Diğer yandan, aslında İç Tüzük teklifinin genel ruhu... Ruhu çok okuduğum için ben de bir ruh kavramını kullanayım. Çok aslında güzeldi hukukta o ruhtan söz etmek, arka planından. Nedir buna dayanak teşkil eden şey? Ama bu değişiklik teklifinin arkasındaki ruh... Doğru, bir ruh var. AK PARTİ ve Milliyetçi Hareket Partisinin koalisyonu olan milliyetçi cephenin ideolojik kodları var, asıl ruh bu. Yani burada -birazdan anlatacağım- sağ otoriter gidişi güçlendirmek, toplumsal katılımı ortadan kaldırmak ve halkın tümüyle, hepsinin değil, çoğunluğa dayalı bir yönetim egemen kılınmak isteniyor. Burada müzakereci demokrasi yerine, Parlamentonun bir tek tipliliğe ve tek sesliliğe bir kayış olan bir dönem. Yani bunu bir örnek olarak söylemek gerekirse 1960'lı yıllarda, 1950'li yıllarda vatandaşa, yurttaşlara Kürtçe konuştuğu için para cezaları veriliyordu. Bugün Kürtçe konuştuğumuz için milletvekili olarak bize de herhâlde Mecliste para cezası verilecek. (x)

Anlayanlar var, tepki gösterenleri anlamıyorum ama. Arkadan bürokratlar bile tepki gösteriyor.

Şimdi, burada...

HASAN SERT (İstanbul) - Bana dediniz, değil mi?

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Olabilir, siz de olabilirsiniz.

HASAN SERT (İstanbul) - Bana mı, başkasına mı?

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Yani siz de gösterdiniz bir tepki.

HASAN SERT (İstanbul) - Gösteriyorum tabii ki, düzgün konuşun.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Ben düzgün konuşuyorum, siz de haddinizi bilin.

BAŞKAN - Bir dakika, hatibin sözünü kesmeyelim.

HASAN SERT (İstanbul) - Tahrik ediyorsunuz.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Haddinizi bilin.

HASAN SERT (İstanbul) - Toplantının insicamını bozma.

BAŞKAN - Arkadaşlar...

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Benim kendi dilimle konuşmama "Düzgün konuşun." diyemezsiniz.

BAŞKAN - Meral Hanım...

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Siz tahrik oluyorsunuz. Lütfen...

BAŞKAN - Sayın Beştaş, devam edin lütfen.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Ama böyle bir üslup yok yani. Hani haddi... "Düzgün konuşun." ne demek? Kimi tehdit ediyorsunuz?

HASAN SERT (İstanbul) - Tahrik etme buradaki insanları.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Ben tahrik etmiyorum.

HASAN SERT (İstanbul) - İdeolojik konuşuyor.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Ben konuşurum isteğim şekilde.

HASAN SERT (İstanbul) - İdeolojik konuşuyorsun.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - İstediğim gibi konuşurum, siz de dinlemek zorundasınız.

BAŞKAN - Sayın Beştaş, lütfen devam edelim.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Şimdi, maddelere dair değerlendirmeleri açıkçası sonra tek tek maddelere dair söyleyeceğiz.

Peki, bunun haricinde bu İç Tüzük değişikliğiyle neler hedefleniyor? Şimdi, biraz önce de ifade ettiğim gibi, temsil, denetim ve yasama işlevi olan Parlamentonun burada temsil ve denetim işlevi tümüyle göz ardı ediliyor ve bunun haricinde sadece hızlı, verimli, iktidarın ve ortağı olan MHP'nin istediği kanunların hızlıca geçirilmesi amaçlanıyor, muhalefet bir bütün olarak bunun dışında tutuluyor.

Peki, Parlamentoda konuşma hakkı kısıtlanırsa Türkiye'ye...

BAŞKAN - Arkadaşlar, uğultu var, lütfen dinleyelim.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Parlamentonun söz hakkı, parlamenterlerin söz hakkı kısıtlanırsa nasıl bir demokrasiyi konuşacağız?

Türkiye'nin en temel tartışma alanlarından biri, düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Türkiye'nin Avrupa Birliğine giriş sürecinde uyum yasalarında ve bugüne kadar Türkiye'nin eleştirildiği en temel meselelerden biri, Türkiye'de yurttaşların düşünce ifade özgürlüğünü istedikleri gibi kullanamamasıdır ve düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda Terörle Mücadele Kanunu'nun 8'inci maddesinden bugünkü 7'nci maddeye kadar aslında düşünce ve ifadeler sürekli bir yasak ve tehdit altındadır.

Daha bugün Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinde bu sabah 2 milletvekili hakkında karar verildi. Biri Diyarbakır Milletvekili Çağlar Demirel, diğeri Hakkâri Milletvekili Abdullah Zeydan. Çağlar Demirel hakkında sekiz yıl bir ay, Abdullah Zeydan hakkında bir tane beş yıl, bir tane de üç yıl bir ay olmak üzere 2 ayrı ceza verildi. Neden, biliyor musunuz? Konuşmalarından dolayı. Siyaset yaptıkları için, demokratik siyaset kapsamında gitmiş oldukları mitinglerde halkla yapmış oldukları buluşmalarda basına verdikleri demeçlerden dolayı aynı mahkemede art arda alınan 2 davayla 2 milletvekilimiz bugün propaganda fiilinden, düşünce ve ifade özgürlüklerini kullandığı için ceza aldı. Şimdi, böyle bir tabloda Mecliste sözün kısıtlanması ne anlama geliyor? Bunu gerçekten çok güçlü bir şekilde tartışmamız ve konuşmamız gerekiyor.

Türkiye'de bir de bu teklifle ilgili başka birçok önemli husus da var ama düşünce ve ifade özgürlüğü ve düşüncenin ifade sürelerinin kısıtlanması, bu, ayrıca hayati bir önem arz ediyor. Peki, nedir bunlar? Mesela düşünce ve ifade özgürlüğüne dair ben yine Siirt Milletvekilimiz Besime Konca'nın -vatandaşı değil, milletvekillerini bilerek örnek veriyorum- bir ceza aldı o da, iki yıl altı ay propagandadan... Niye, biliyor musunuz? "Sevgili Batman halkı, sizi saygıyla selamlıyorum." demiş. İstinaf mahkemesinde -burada telefonumda ayrıntılar var- istinaf cumhuriyet başsavcılığı, 10 Temmuz 2017'de dava dosyasını istinafa gönderiyor. Üç gün içinde karar onaylandı. Karar ne zaman onaylandı? Dün. Batman Ağır Ceza Mahkemesine karar gitmeden Anadolu Ajansı flaş diye son dakika haberi olarak verdi "Besime Konca'nın kararı onaylandı." diye.

Şimdi, böyle bir tabloda milletvekillerinin düşüncelerini dışarıda açıklayamadığı, kürsüde söyledikleri sözlerden dolayı bile, çoğunlukla da o sözlerden dolayı dışarıda yargılandıkları ve mahkûm edildikleri, Meclisin üçüncü büyük partisinin milletvekillerinin sürekli bir ceza tehdidiyle siyaset yapmaktan men edildiği bir ortamda İç Tüzük tartışmalarını tartışmak ve bu düşünce ve ifade özgürlüğü sınırlarını çok geniş yorumlamak, buradaki Komisyon üyelerinin ve bütün milletvekili arkadaşlarımın en önemli görevlerinden biri olsa gerek.

Bu konuda şunu da ifade etmek istiyorum: Mesela 12 Eylül Anayasası'na baktığımızda ve İç Tüzük'ümüze baktığımızda 12 Eylül darbecileri bile, Kenan Evren bile Anayasa 83'ü kabul etmiştir. 83, yasama sorumsuzluğu bölümünü söylüyorum, kürsü dokunulmazlığı bölümünü. Milletvekilinin Parlamentoda özgürce düşüncelerini ifade edebilmesi için Kenan Evren bile bir kısıtlama getirmeyi aklına bile getirmemiştir ama biz, biz derken bu teklifin arkasındaki irade ve partiler bu sözü kısmak için karşımıza bir İç Tüzük değişiklik teklifi getirmiştir.

Peki, bu konuda yargı ne diyor? Yargı kararları ne durumda? Yani bu da çok hayati bir önem gerçekten. Yani çok ileri derecede Yargıtay kararlar veriyor anlamında söylemiyorum ama Yargıtayın ve yargı kararlarının düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda aslında zaman zaman çok iyi kararları olduğunu da biliyoruz. Mesela biz Mecliste "Kürdistan"ı kullandığımızda ciddi bir gerilim oluyor ama Yargıtay onlarca kararında bu kavramın suç olmadığını söylüyor. Buna benzer birçok kararda imzası var. Yine, yerel mahkemelerin düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda vatandaşın, toplumun gelmiş olduğu aşama, bazı meselelerin zaman içinde ve gerçekten büyük bedeller ödenerek gelmiş olduğu aşama itibarıyla artık geçmişe dönemeyeceğini aslında kabul ediyor ama Türkiye'de düşünce ve ifade özgürlüğü sabıkamız da çok yüksek. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde bu konuda binlerce mahkûmiyet kararı var. Düşüncelerin ifadesinin engellendiği konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sayısız kere Türkiye'yi mahkûm etmiştir. Şimdi, böyle bir zeminde biz parlamenterlerin düşüncelerinin kısıtlanmasını tartışıyoruz.

İç Tüzük konusunda önce şunu söylemek istiyorum: Türkiye tek bir tipten oluşmuyor, tek kimlikten oluşmuyor, tek dilden oluşmuyor yurttaşlar anlamında, tek inançtan oluşmuyor, tek bağlılıktan da oluşmuyor, farklılıklar var ve özellikle iktidar partisinin bu konuda geçmişte olumlu kabul edeceğimiz, ettiğimiz sayısız açıklamaları var çoğulculuk temelinde. Fakat nasıl olduysa bir anda 180 derecelik bir dönüşle geçmişte söylenen her şey rafa kaldırıldı ve bugün tek tipçi bir Türkiye yaratma, tıpkı elli yıl önce olduğu gibi, yüz yıl önce olduğu gibi, böyle bir gidişata doğru hızla yürüyor.

Peki, yasama organı kimden oluşuyor? Milletin temsilcilerinden. Millet kim? Bu farklılıklarla beraber bir millet. Yani yasama organı tek tip olamadığı gibi, olamayacağı gibi millet de tek tip değil. Şimdi her fırsatta "millî irade" diyoruz. Ben Adana'dan seçildim. Adana'da sadece Türkler yok, sadece Kürtler yok, sadece Ermeniler yok, sadece Araplar yok, hepsi birlikte Adana'yı oluşturuyor ya da Diyarbakır'da seçilen milletvekili oranın millî iradesidir. Bunların Meclise yansıması da aynı çoğulculuk temelinde bir sonucu ortaya çıkarır ve halk iradesinin temsil edilme yöntemi de koşulları da buna göre düşünülmelidir. Eğer millet içindeki farklılıklar Meclise yansımayacaksa o, Millet Meclisi olamaz. Millet Meclisi olabilmesi için millet içindeki, halk içindeki bütün farklılıkların bir arada, ortak, çoğulcu bir şekilde Meclise yansıması gerekiyor.

Peki, buna dair bugüne kadar gerçekten yakın tarih ya da uzak anlamda nedir Meclisin bu konudaki pratiği? Evet, pratiğimiz çok iyi olmasa da şu anda getirilen teklif kadar vahim bir uygulama, vahim bir teklif, vahim bir arka plan olduğunu da söylemekten imtina ediyorum.

Şimdi, şu ana kadar söylediklerimi özetlemek istersem şunu söylüyorum: Bu teklifle muhalefet tümüyle saf dışı bırakılıyor, çoğulculuk tümüyle rafa kaldırılıyor, çoğunluğun tahakkümü kurumsallaştırılıyor. Bize diyeceksiniz ki "Çıkın, üç dakikayla Soma katliamını anlatın ya da Beşiktaş'ı ya da Suruç'u ya da Ankara'yı, 10 Ekimi." Üç dakikada anlatılamaz. Grup önerileri gündem yaratır. Grup önerilerinde araştırmalar toplumun sorunlarına çözüm bulur, çözüm arar ve halkın seçtiği temsilciler aracılığıyla orada kendi sözünü duymak halka güven verir, moral verir, motivasyon verir. Ama burada muhalefetin getireceği grup önerilerine ve konuşmalarına getirilen sınırlama kabul edilemezdir. Kırk dakikadan on dört dakikaya düşüyor bir grup önerisi. Burada o kadar ileri gidilmiş ki önergeler bile Meclis başkan vekili tarafından okunmayacak. Hâlbuki o okunmayla... Vatandaş Meclis TV'yi izliyor. Meclis TV'yi izlediğinde milletvekillerinin neyle ilgilendiği, hangi konuda araştırma istediği, hangi konuda gündem önerileri olduğunu okunduğu zaman duyuyor. Bu da ortadan kaldırılıyor. Yine, milletvekilinin konuşmasını düzeltme -bunu ilerde maddelerde uzun uzun anlatacağız- hakkı bile yazılı hâle dönüştürülüyor. Yani benim sözüm tutanaklara yanlış geçecek, ben oradan söz alıp bir dakika, sözümün hakiki hâlini, gerçeği, amacımı, muradımı anlatamayacağım çünkü yazılı hâle dönüştürülmüş. Peki, ne acelemiz var? Niye acele ediyoruz? Yani bunların yanıtı da söz konusu değil.

Bununla birlikte, Mecliste şu ana kadar zaman zaman uzlaşmayla da kanunlar çıkarıldı ama bu da artık farklı bir niyetle, başka amaçlarla, özellikle sadece çoğunluğun sözünün kabul edilebileceği, edileceği bir yönteme dönüştürülüyor.

Burada tek tek maddeler içinden şunu söylemek istiyorum: İç Tüzük'ün 15'inci maddesine dair bir önerme var. Demin Sayın Elitaş buna cevap verdi ama bunu biraz daha geniş yorumlamak gerekiyor. MHP, bilmiyorum, dün tek mi verdiler, ben burada değildim ama önergenin en son hâli... Özünde hiçbir değişiklik yok, sadece şeklî olarak kavramlar ikinci bölümde değiştirilmiş ve en önemli bölümlerinden biri de... Hakaret tabii ki olmamalı, küfür tabii ki olmamalı. Bugüne kadar hakaret ve küfür konusunda da çok kötü bir sicil olduğunu düşünmüyorum. Zaman zaman kötü sözler, cümleler kullanılsa da bunun olması ayrı bir şey ama şu bölüm özellikle "Türk milletinin tarihine ve ortak geçmişine yönelik hakaret ve itham..." Ayrıca, "Anayasa'nın ilk 4 maddesinde çerçevesi çizilen anayasal düzeni tahkir ve tezyif etmek, Türkiye Cumhuriyeti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasında Anayasa'da düzenlenen idari yapısına aykırı tanımlamalar yapmak..." 5'inci fıkrası "Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kuruluna ve komisyonlarına silahlı olarak girmek, fiilî saldırıda bulunmak."

Şimdi, silahlı olarak biz hiç girmiyoruz, bilmiyorum yani giren var mı açıkçası onu da bilmiyorum ama burada başka bir kaygı dikkatimizi çekiyor, bir güvensizlik durumu dikkat çekiyor. Silahlı olarak girilmemesi tabii ki olmalı, kabul ederiz ama burada silahlı kolluk personelinin de sürekli koridorlarda dolaşmasını da bu Anayasa Komisyonunun dikkatine sunmak isterim. Asıl tehlikelerden biri de o. Herhâlde milletvekilleri birbirine silah çekmeyecek. Bilmiyorum ama bu konuda milletvekillerine güvenmeme halini de bir soru işaretiyle ortaya atmak istiyorum.

OSMAN AŞKIN BAK (Rize) - Geçen dönem giriyordu sizin milletvekiliniz, Van milletvekiliniz.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Ben taşımıyorum yani onu söyleyeyim. Ben hiç görmedim.

Şimdi, Anayasa'nın ilk 4 maddesi nasıl yorumlanacak? Demin konuşmacımız, hatibimiz Sayın Mithat Sancar bunu çok geniş bir şekilde açıkladı. Ben buna başka bir boyutuyla yanıt vermek istiyorum.

Şimdi, kime göre Meclis başkan vekili bunu takdir edecek? Bir hatip, milletvekili çıkacak kürsüden konuşacak, Meclis başkan vekili diyecek ki: "Sen Anayasa'nın ilk 4 maddesinde çizilen çerçeveyi tahkir ettin." Kararını verecek, o milletvekiline para cezası verilecek. Ee, peki bunun ölçüsü ne, tahkirin ölçüsü ne? Meclis başkan vekili bir yargı mensubu mu? Meclis başkan vekili orada bir hâkim statüsünde mi? Bu konuda var mı bir içtihat? Yok.

Diğeri, Anayasa'nın ilk 4 maddesinin ötesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasında Anayasa'da düzenlenen idari yapısına aykırı tanımlamalar? Ne bu? Kim takdir edecek? Ben takdiri size söyleyeyim: İşte, Meclis Başkanı dün benim önergeme cevap verdi. Takdirde ölçü olmayınca keyfiyet devreye girer. Her Meclis başkan vekili kendi dünya görüşüne, kendi ideolojik yaklaşımına, kendi kodlarına göre ceza verir.

Meclis Başkanlığı önergelerimizi iade ediyor sürekli. Biz bir önergeyi 4 kere vermek zorunda kalıyoruz. Niye? "'İşkence' yazdınız." İşkence varsa "işkence" yazacağız. İşkence raporu varsa elimizde biz milletvekili olarak soru önergesinde "işkence" yerine ne diyelim? Muadili yok ki bunun. Ya da 10 Ekimde Ankara'nın göbeğinde 101 insan katledildi, bir katliam meydana geldi. Şimdi, biz "10 Ekim katliamı" dediğimizde bunu iade ediyor, "'Katliam' kavramını kullanamazsınız." diyor. Bizim iade edilen önerge sayısı değerli arkadaşlar, bu, aslında bu Meclis başkan vekillerinin takdirini de ortaya koyuyor. Meclis araştırma önergelerinden kaç tanesi iade edilmiş? 613'ü. Yazılı soru önergelerinden 1.421 tanesi iade edilmiş. Bu, basit bir rakam değil. Soru sordurmuyor Meclis Başkanı bize, "Soruyu istediğim gibi sorun." diyor. Ben geçen hafta yeni bir önerge verdim Meclis Başkanına, dedim ki: Meclis Başkanlık Divanınca hazırlanan bir sözlüğünüz var mı? Bu sözlükte hangi kavramları nasıl kullanalım? Bize yol gösterin, biz bilmiyoruz gerçekten. Ne yazsak iade ediliyor. Şimdi, bu önergelerden mesela Cumhuriyet Halk Partisinin 593 önergesi iade edilmiş, bizim 746 önergemiz iade edilmiş. Şimdi, bu ortadayken, soru önergeleri, Meclis araştırma önergeleri yasama faaliyetinde en önemli denetim araçlarından biridir ve üstelik "kaba ve yaralayıcı sözler" kavramı bu kadar geniş yorumlanırken, Meclis Başkanlığınca bu kadar geniş, hiçbir ölçüsü olmayan, hiçbir içtihada, hiçbir teamüle, hiçbir uluslararası sözleşmeye, hiçbir metne bağlı olmadan, tümüyle keyfî olarak milletvekillerinin denetim faaliyetini ortadan kaldırdığını önce görelim, tespit edelim ve bu kapsamda bu sefer 15'inci maddedeki kodların nasıl uygulanabileceğini hep birlikte takdir edelim. Bence şunu da yapalım eğer bu kabul edilecekse: Artık bundan sonra kavasların eline bir tane pos cihazı koyalım, gitsin, kürsüde konuşan milletvekili ceza alacak ya, 10 bin lira mıymış, üçte 1'iymiş, o kavramı kullandı diye pos cihazından hemen kredi kartından kessin. Konuşalım, paramızı da verelim, böyle bir şey ya da hani hukukta var ya, para cezaları ödenmediğinde bunun yerine hapis cezası oluyor, Meclise bir de hapishane kuralım. Diyelim ki: Milletvekili parasını ödesin, ödeyemezse hemen Meclisin bahçesinde bir cezaevi var, orada sizi cezaevine kapatalım. Bu kadar gülünç duruma düşüyoruz. Ben bunu espri olsun diye söylemiyorum. Milletvekili Parlamentoda kürsüde kürsü dokunulmazlığının, yasama sorumsuzluğunun mutlak olduğu bir alanda, milleti en üst düzeyde temsil ettiği bir mecrada siz onun düşüncelerini nasıl sınırlarsınız? Milletvekili oraya gelmişse zaten ne diyeceğini, neyi savunacağını, nasıl savunacağını bilir.

Şimdi, bu konuda tabii ki en önemli tarihsel arka plan yine Kürt meselesidir, Ermeni meselesidir, Alevi meselesidir ve bu konuda devletin temel kodlarıdır, ortak değerler dediğimiz. Bunları kim nasıl değerlendirecek? Şimdi, Türk milletinin tarihini ve ortak geçmişini... Bana göre millet dediğimiz Kürt'üyle, Türk'üyle, Alevi'siyle, Laz'ıyla, Çerkez'iyle, Pomak'ıyla, Süryani'siyle hep birlikte millettir. Ortak değer dediğimiz -demin işte söyledi- Çerkez Ethem'i nereye koyacağız? Osmanlı'daki Kürdistan eyaletini nereye koyacağız, Lazistan'ı nereye koyacağız? Onlar ortak değerimiz değil mi? Çıkıp bir milletvekili bunları anlattı. Hayır, Meclis başkan vekili de der ki. "Bu, bizim ortak değerimiz değil, ben sana para cezası veriyorum. Hadi paranı öde, paranı ödeyemezsen cezaevine git." Bence o hükmü de getirelim. Şimdi, bu kadar aşağılayıcı bir yöntem olabilir mi Meclisin iradesi anlamında?

Şimdi, Türkiye'de eğitim ve dil politikaları bu konuda, gerçekten tekçiliği yaratma konusunda çok önemli bir arka plana ve maalesef negatif bir döneme sahip. 1923-1950 döneminde özellikle dil politikalarında birçok kavşak var. 1924 Anayasası'nda mesela Türkçe resmî dil olarak kabul edildi. Bu, Türkçenin, ulusun sosyokültürel içeriğinin belirlenmesinde asli unsur olduğunun en üst hukuki düzeyde tescil edilmesi anlamına geliyordu. Bu, hem Kürtler gibi aynı dinden fakat farklı etnik kökenden olup başka anadili konuşan azınlıkların hem de gayrimüslim azınlıkların asimilasyonunu ya da dışlanmasını içeren politikaların temel dayanağıydı. 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edildi. Burada eğitim laikleştirilirken diğer yandan da Türkleştirme ve homojenleştirme çabaları had safhaya vardı. Yasayla eğitim kurumları ve eğitim dili merkezileştirildi. Buna göre tüm Kürt okulları, kurumları ve yayınları, tarikatlar, tekke ve zaviyeler yasaklandı, hatta o dönemin Millî Eğitim Bakanı ve Mardin Milletvekili Necip Bey şunu söylüyor tarihsel kaynaklarda: "Bugünkü eli silahlı Kürt'ü, yarının eli kalemli münevveri olarak evlatlarımızın karşısına mı dikeceğiz?" sözü, bu düşüncelerin nasıl bir arka plana sahip olduğunu ortaya koyuyor. Türk dilinin özellikle Arapça ve Farsça olmak üzere bütün yabancı kelimelerden arındırılmasına çabalayanların hedefi, bütün yabancı unsurlardan arındırılmış öz Türkçe olan yeni bir dil kurmaktı aslında. Burada da böyle bir ortamda dil kurultayının yapılmasını ve bu çalışmaların Güneş Dil Teorisi'yle düşünsel bir temelde oluşturulduğunu unutmayalım.

Yine, bu tezle birlikte, yeni dönemle birlikte altı yüzyıllık Osmanlı tarihi bir kalemde silinmiş ve bunun yerine sevgili Cemil Meriç'in ifadesiyle "Karanlık çağların efsanelerine ve tarihten önce vardık." palavralarına sığdırılıyordu. Bu Cemil Meriç'in sözleri. Gerek tarih teorisinin gerek dil teorisinin aşırı iddiaları, 1940'lardan sonra aslında terk edildi ama bu teorilerin iki açıdan çok önemli olduğunu hatırda tutmak gerekiyor. Bu teorilerin izleri hâlen okul kitaplarında var, hepimizin çocuklarının gittiği okullarda hiçbir kimlik ayrımı yapmadan söylüyorum, bu teoriler, Güneş Dil Teorisi duruyor ve özellikle bu teorilerin ulusal kimliğin oluşturulması açısından Türk milliyetçiliğinin hangi tarihsel aşamalardan geçtiğini ve kavramsal dünyasının nereye kadar uzanabileceğini de gösteriyor.

Yine, başka bir kampanya vardı, "Vatandaş, Türkçe konuş." kampanyası, "Haydi kızlar okula." gibi; hani herkes Türkçe konuşsun, Türkçe bilmiyor ama "Türkçe konuş." diye kampanya yapılıyor. Bu kampanyaya Darülfünun Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti'nin 13 Ocak 1928 yılında yapılan ilk kongresinde karar verildi. Orada kabul edilen beyannameye göre Türkiye'de Türkçeden başka lisan kullanmak, Türk hukukunu tanımamak demekti. Bu kararı hemen uygulamaya geçirmeye çalışan Talebe Cemiyeti, yetkili mercilerden izin alarak "Türk vatanında yalnızca Türkçe konuşulmalıdır." ve "Vatandaş, Türkçe konuş." yazılı pankartları vapur, tramvay ve toplu taşıma araçlarına asmıştı. Bu kampanyayla hem gayrimüslimler hem de anadili Türkçe olmayan Müslüman topluluklar kamusal mekânlarda Türkçe konuşmaya zorlandılar ve bu, Türkçeyi benimsetme konusunda pek de başarılı olamadı. Şu anda Kürdistan'da, Kürt illerinde özellikle kadınlar, yaşlı kadınlar, annelerimiz, ninelerimiz, babaannelerimiz tek kelime Türkçe bilmeden yaşamlarını devam ettiriyorlar, bunun başarılı olmadığının başka bir kanıtı da bu.

Yine, 1934 tarihli 2510 sayılı İskân Kanunu, göç ve nüfusla ilgili olduğu kadar tek dilli bir toplum yaratmayı da amaçlıyordu. Bu konuda İçişleri Bakanı Şükrü Kaya şunu söylüyordu o dönemde Mecliste. "Bu kanun tek dille konuşan, bir düşünen ve aynı hissi taşıyan bir memleket yapacaktır." Kütahya Milletvekili Naşit Hakkı Uluğ da "Türk olmanın şeref ve değerini bu topraklarda yaşayanların iliklerine kadar işletecek olan İskân Kanunu inkılâbın ana kanunlarından bir belli başlısı olmak mümtazlığındadır." ve İsmail Beşikçi Hoca'ya göre... Bu konuda çok ayrıntılı kitaplar yazdı ama alıntı yapmadan da şunu diyebiliriz ki İskân Kanunu'nun temel hedefi Kürtlerdi.

Burada tabii ki çok ayrıntılı tarihsel gelişmeler var, çok dramatik gelişmeler var ama 1950-1980 dönemine geldiğimizde bu sefer Ad Değiştirme İhtisas Kurulu kuruldu. Bunların hepsi, bu geçmiş tarih, millî birlik, ortak değerler ve işte, bu Anayasa'nın ilk 4 maddesini açmak açısından ifade ettiğim hususlar. Bu kurulun çalışmalarında bazı kesintiler oldu ama 1978 yılına kadar devam etti. 1978 yılında bu sefer yeni bir şey yapıldı, tarihî değeri olan yer adlarının da değiştirildiği gerekçesiyle kurulun çalışmalarına son verildi ama o zamana kadar 2.000 kadar yerin adı değiştirildi ve bunları kitap hâlinde yayınladı. 1983 yılında bir yönetmelikle 280 tane daha köyün ismi değiştirildi tıpkı bugün Ahmedi Hani'nin türbesinin başına gelenler gibi ya da Uğur Kaymaz'ın heykelinin, 11 yaşındaki bir çocuğun heykelinin kayyum tarafından yıkılması gibi. O tarihte böyle yapılıyordu, bu tarihte bu şekle dönüştü.

Peki, 1980'den sonra ne oldu 12 Eylül darbesiyle? O da aynı şeyi tabii, devam ettirdi; Türkçenin resmî dil olduğunu kabul etti fakat diğer anayasalardan farklı olarak bu hükmün yani Türkçenin değiştirilemez ve değiştirilmesinin teklif edilemez olduğunu vurguladı. Yani bugün bile ben Kürtçe 3 cümle kurdum diye bir tartışma çıkabiliyor Meclis Anayasa Komisyonunda, ana dilini bir milletvekili kullandı diye burada "Düzgün konuşun." denilebiliyor. İşte tarihsel arka plan, tam da bunu ortaya koyuyor.

Şimdi, Anayasa'nın düşünce ve ifade özgürlüğünü düzenleyen 26'ncı maddesi, yine 28'inci maddesi yasayla "yasaklanan dil" ibaresi içeriyor. Anayasa'nın 42'nci maddesi, Türkçeden başka hiçbir dilin eğitim ve öğretim kurumlarında ana dil olarak okutulamayacağını söylüyor ve bu, böyle devam ediyor. Tabii, 2932 sayılı Yasa'ya değinmemek olmaz, en büyük utançlardan biri de buydu, Turgut Özal kaldırdı o dönemde, anımsıyorum. Bu da Kürtçe yasağıydı, vatandaş Kürtçe konuştuğu zaman para cezası öngören bir yasaydı, aynı zamanda herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması da yasaktı. Mesela "w" geçtiği için binlerce kişi yargılandı "Türkçede başka harf kullanıldı." diye ve bugün yine o dönem hortlatılıyor, geri getiriliyor. O dönem teyp kasetlerinde, plaklarda Kürtçe yayınlar tümüyle yasaktı ama sonradan bazı ilerlemeler sağlandı.

Bu bağlamda peki Türkiye'deki ilerleme AB uyum yasalarında -iktidar partisi 2002'den beri iktidarda- neler yaptı, neler değiştirdi ve şimdi neden bu değişikliklerin tümü bir anda, bir çırpıda Parlamentoda ortadan kaldırılıyor? Mesela, aynı iktidar partisi, 9 Nisan 2002 tarihinde "yasaklanmış dil" kavramını kaldırdı. Yine 3 Ağustos 2002, 3'üncü Uyum Paketi'nde radyo ve televizyonlarda farklı dillerde yayın serbestisi düzenledi, ayrıntıları da var. 19 Temmuz 2003'te farklı dil ve lehçelerde yayın yapılması yasal güvenceye kavuşturuldu. Tabii, buralarda sakın Kürtçe, Lazca, Ermenice diye bir şey aramayın, Kürtçe dememek için "yaşayan diller", "yüzyılın dilleri", ne bileyim, böyle bir garip garip kavramlar bulunuyor, burada da "farklı dil ve lehçeler" bulunmuş yani olanak veriyor ama adı zikredilemiyor, o tabu, olduğu gibi devam ediyor sanki o tabuyu kimse bilmiyor ve farkında değilmiş gibi. Haziran 2004'ten itibaren TRT, Boşnakça, Çerkezce, Arapça, Kurmanci ve Zazaca dillerinde radyo ve televizyon yayını yapmaya başladı. Ocak 2009'da yirmi dört saat Kürtçe yayın yapan TRT Şeş yayınına başladı. Haziran 2009'da, Türkiye'nin yine en büyük tarihe kazınan olaylarından biri, cezaevlerinde tutukluların aileleriyle, Türkçe bilmeyen anneleriyle tek kelime konuşamadığı dönemleri -bu konuda yazılan sayısız anekdotlar var- bunu ortadan kaldırmak için tüzük değiştirildi ve tutuklu ve hükümlülerin aileleriyle ve telefonda Türkçe dışında bir dille konuşmalarının önü açıldı, 2009'da. İşte sekiz yıl önce, o kadar da...

MUSTAFA SEZGİN TANRIKULU (İstanbul) - Savcılık araştırmasına eklendi.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Tabii, tabii. Savcılık araştırmasında başka dil bilmeyecek, başka dil bilirse olmaz zaten. Ben yüzlerce anne tanıyorum, gidip çocuğunun aylar sonra yüzünü görüp tek kelime edemeden, sadece vücudunu, yüzünü, elini, kolunu görüp ama konuşmasının yasak olduğu görüşmeler yaptığını avukat olarak da çok yakından biliyorum; 2009'da bu ayıp kaldırıldı.

Nisan 2010'da, radyo ve televizyonda yapılacak propaganda yayınları ile diğer seçim propagandalarında Türkçeden başka dil ve yazı kullanılmasını yasaklayan Seçim Kanunu'nun 58'inci maddesi değiştirildi ve seçimlerde Kürtçe serbest hâle geldi. Ve böyle devam ediyor. Bu örnekleri niye veriyorum? Bir resim olarak düşünün 1921'den, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar, Türk milletinin ortak değerleri diye, tarihsel arka plan diye, millî değerler adı altında, en büyük nüfus olarak başta Kürtler, Kürtçe, Kürt halkı, kürdistan kavramı ve eşit özgür yurttaşlık talebi İskân Kanunu'yla, dilin yasaklanmasıyla, dil konuşanlara ceza verilmekle ve benzeri akıl almaz baskılarla, asimilasyon ve inkâr politikalarıyla 2017 yılına geldik.

Şimdi, bütün bunları geçtik, iktidar partisi, bir hat belirledi AB uyum yasaları çerçevesinde ve sonrasında küçük küçük de olsa bazı açılımlar yaptı. Şimdi, dışarıda yapmış olduğu bu açılımların tümü rafa kalkıyor, tümü; işte Uğur Kaymaz'ın bile kayyum tarafından heykeli kaldırılıyor, hiçbir değer tanınmıyor. Diyarbakır'da, Cigerxwîn çok önemli, çok büyük bir Kürt şairidir, onun kültür merkezinin adı değiştirildi, tepkiler üzerine sanırım tekrar asılmış tabela. Yine köy adlarının eski adları tekrar değiştiriliyor, Türkçeleştiriliyor. Böyle bir zikzak hâlinde gidip geliyoruz ama bu travma hiç bitmiyor.

Şimdi, önümüzdeki İç Tüzük, işte bunun neticesi. Biz Uzlaşma Komisyonunda çok daha ileri düzeyde tartışmalar yapıyorduk, Türkiye'nin önünü açacak, Türkiye'yi gerçekten demokratikleştirecek, Avrupa standartlarına eriştirecek bir düzlemde tartışırken bugün Türkiye'de, Parlamentoda kürsü dokunulmazlığının ortadan kaldırıldığı, muhalefetin konuşamadığı, milletvekillerinin kürsüyü kullanamadığı, milletvekillerine şu maddeyle kullandığı sözlerden ve yaptığı değerlendirmelerden dolayı para cezası ve geçici olarak Meclisten çıkarılma cezası nasıl bir aklın ürünüdür, bunu tartışalım.

"Faşizm" dendi; faşizmi biz slogan olarak söylemiyoruz, faşizmin tarihsel, bilimsel ve sosyolojik temelleri vardır. Faşizm okuması, birine öylesine slogan olarak "faşist" demek ya da "Faşizm geliyor." demek ayrı bir şeydir ama burada Komisyon üyelerinin tümüne "Bu Meclis İçtüzüğü'yle bütün milletvekilleri tarihsel okumayı aynı şekilde yapacak. Siz tarihi bizim emrettiğimiz şekilde kabul etmek zorundasınız, siz bizim emrettiğimiz şekilde dili, kimliği, kültürü tek olarak kabul etmek zorundasınız, aksini söyleyemezsiniz." demek, işte faşizmin sözlük tanımıdır zaten. Ben o kürsüde söylediğim sözlerden dolayı ceza alacağım ama o kürsüyle ve parlamenterlik görevimle Türkiye'deki idari yapıyı değiştirebilirim. Parlamentonun görevi, yasa yapmak. Anayasa'yı değiştirme yetkisi olan bir Meclisin üyelerinin konuşması nasıl sınırlanabilir? Bu akıl almaz, bu hiçbir bakış açısının asla kabul edemeyeceği bir meseledir. Bununla, milletvekillerinin konuşma özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü kıstaslarını bir tarafa bırakalım, vatandaşın kullanabildiği ölçülerin bile çok çok gerisine düşecektir. Bu nedenle bu madde, gerçekten, artık yasama Meclisinin ruhuna El Fatiha dememiz gerektiğini, artık millet iradesi kavramının sadece iki partinin sözlerini geçerli kabul eden, diğer partilerin sözlerinin hiçbir önemi olmayan bir döneme gireceğiz anlamına geliyor. Ama umarız burada bir ortak akıl yakalayarak böyle bir sınırlamanın hiçbir kabul edilebilir, hiçbir uygulanabilir yanının olmadığını tekrar tekrar hatırlatmak istiyoruz.

İktidar partisi içinde çok sayıda Kürt milletvekili arkadaş da var, diğer partilerde de var. Burada bizim tarihsel kodlarımız, dilimiz, kimliğimiz, kültürümüz ve yaşadığımız coğrafya reddediliyorsa, biz bu Parlamentoda bunları söyleyemiyorsak zaten bunun bir dikta yönetiminin tahakkümü altında yaşamakla eş değer olacağını ifade etmekte bir sıkıntı görmüyorum.

Bu maddenin nasıl hazırlandığını, niye buraya geldiğini tahmin etmek hiç zor değil. Bunun nasıl bir ideolojik kodla, nasıl bir arka planla, nasıl bir pazarlıkla, nasıl bir yeni dönem konseptiyle getirildiğini de tahmin etmek yine hiç zor değil. Ama bununla değil demokrasi, demokrasinin en temel organı olan millet iradesinin, halkın iradesinin vücut bulduğu Parlamentonun artık çalıştırılamaz hâle geldiğini kabul etmek gerekiyor. Bu nedenle bu değişiklik bu hâliyle geçmemeli. Biz 1982 Anayasası'nın ruhuna da, içeriğine de, Kenan Evren'in ruhuna da düşüncelerine de sahip çıkmak zorunda değiliz, bunu reddediyoruz. Bunu sadece burada değil, bu İç Tüzük geçtikten sonra Parlamentoda da reddedeceğiz. Gelin, dediğim gibi, bu görevi kavaslara verelim eğer geçecekse, POS cihazlarıyla maaşımızın son kuruşuna kadar ödeyelim, sonra ödeyemezsek artık Meclis hapishanesi kurarsınız, bizi oraya tıkarsanız. Böylece Türkiye de ileri demokrasiye kavuşmuş olur. Bu tüzüğün en temel kodu -dediğim gibi- bir, muhalefeti susturmak; ikincisi de bu anti Kürt tüzüğüdür. Bu, bir Kürt tüzüğüdür; Kürt dilinin konuşulmasını engelleme, Kürtlerin, Kürt halkının, Kürdistan'ın taleplerinin Mecliste ifade edilmesini önleme amaçlıdır ama şunu unutmayalım: Gerçekten, Türkiye'de Kurtuluş Savaşı Dönemi'nde, Çanakkale'de ve daha birçok büyük meselede ortak hareket edildiğini ve bu ülkede en az Türkler kadar, diğer bütün farklılıkların da bu ülkenin sahibi olduğunu, bu ülkenin ortak vatan olduğunu akıllardan çıkarmayalım. Halkların Demokratik Partisinde herkes Kürt değil, herkes Türk de değil, herkes Ermeni de değil. Bütün farklılıklarımız var ama biz ortak ilkelerde buluşuyoruz. Ben kendimi -yani hiçbirimiz- bir Kürt kadını olarak Türkiye dışında bir yere ait görmedim, burası benim vatanım, ben burada doğdum, burda büyüdüm, burada okudum ama kendi dilimle konuşmak, kendi dilimle düşüncelerimi ifade etmek kadar da doğal bir hak olamaz, kendi dilimle eğitim talep etmek kadar doğal bir hak olamaz, kendi kültürümü yaşatma isteği kadar doğal bir hak olamaz ve bugün bütün ulusal üstü sözleşmeler, Türkiye'nin taraf olduğu bütün sözleşmeler, AİHM'in içtihatları ve belgeler bunu desteklemektedir. Gelin, bu İç Tüzük değişikliğini, yol yakınken, gerçekten, bu maddeyi burada en azından şimdi çıkaralım genel görüşmelerde, diğer maddeler üzerinde de zaten ileride tek tek konuşmalarımız olacak.

Ben, beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum.

BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Beştaş.