KOMİSYON KONUŞMASI

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Çok teşekkür ederim Sayın Başkan.

Epeyce oldu grup başkan vekillerini dinliyoruz esas olarak. Burada konuşulan konuların bir kısmıyla ilgili değerlendirmelerimizi paylaşarak başlamak istiyorum ben de.

Öncelikle, toplantının başında ortaya çıkan gerilimin bizlere bu tartışmalarda, İç Tüzük'le ilgili çalışmalarımızda da bir fikir vereceğini, verdiğini düşünüyorum, onun altını çizeyim. Eğer Komisyon Başkanı Sayın Şentop söz isteyen CHP Grup Başkan Vekiline konuşma imkânı tanısaydı muhtemelen bu sorunlar, bu tartışmalar ya da gerilim ortaya çıkmayacaktı. Ardından, alt komisyonda birlikte çalıştığımız Murat Emir Bey söz istedi. Makul bir talepti ve karşılanması gerekiyordu fakat o da karşılanmak istenmedi önce, söz hakkı vermek istemedi Sayın Şentop. CHP'li milletvekili arkadaşlarımız haklı olarak ısrar ettiler. Peki, bu neyi gösteriyor? Daha önce örneklerini çokça yaşadığımız bir yöntemin burada da uygulanmak istendiğini gösteriyor. Nedir o yöntem? İktidar partisinin kendisi açısından önemli gördüğü konuları komisyonlarda hızla görüştürüp en kısa sürede geçirmek yani komisyondaki çalışma süresini olabilecek en kısa şekilde ayarlamak. Zaten mesele de bu arkadaşlar, bizim İç Tüzük'le ilgili tartıştığımız konuların neredeyse tamamıyla ilgili bir sorundur bu. Eğer Komisyon Başkanı ve üyesi olduğu parti, iktidar partisi böyle bir aceleyi, her ne pahasına olursa olsun en kısa sürede bu kadar önemli bir metni geçirmeyi planlamamış olsalardı eminim Sayın Şentop da oturumun başında o, söz hakkıyla ilgili kısıtlayıcı ve yanlış tutumu takınmazdı. Şimdi, haklı bir soru sordu CHP Grup Başkan Vekili o tartışma esnasında, sanırım Sayın Altay'dı, dedi ki: "Bugün bu İç Tüzük teklifini geçirmek gibi bir planınız mı var?" Yani, bütün görüşmeleri bugün tamamlayıp, oylamaları da yapıp İç Tüzük teklifinin Genel Kurula bir an önce gelmesi planı mı var diye sordu. Haklı bir soruydu, haklı olduğu da zaten o anki tartışmalardan ortaya çıkıyordu. Öyle anlaşılıyor ki AKP bu İç Tüzük'ü bugün bir an önce görüştürüp oylatıp geçirmek istiyor. E peki bunu sağlamak için ne yapacaksınız? Tabii, konuşma sürelerini kısıtlayacaksınız, söz hakkını kısıtlayacaksınız ve sahip olduğunuz çoğunluğa dayanarak görüşmeleri bir an önce bitireceksiniz. Bu iyi bir anlayış değil değerli arkadaşlar, bu iyi bir yöntem değil, bu parlamentonun işleyişinde demokratik bir anlayışı temsil etmiyor. Esasen uzun zamandır yaşadığımız gerilimlerin temelinde de bu antidemokratik yöntem ve zihniyet yatıyor.

Şimdi, bir başka konu sıkça gündeme getiriliyor. Geçmiş dönemlerdeki İç Tüzük komisyonları, özel olarak kurulmuş İç Tüzük komisyonları ve o dönem varılmış uzlaşmalar. Teklifin ilk imza sahipleri de sık sık dile getiriyorlar, yine her iki partinin temsilcileri de sık sık söylüyorlar "Efendim, bu önümüzdeki 18 maddelik İç Tüzük teklifi geçmiş dönemlerde yapılan çalışmalarda üzerinde uzlaşılan maddeleri içeriyor." diye. Doğrusu ben de inceledim ve bunun gerçeği yansıtmadığı sonucuna vardım. Bu sonuca varmak zor değil ama yönteme ilişkin de, bu değerlendirmelerin yapılması sırasında kullanılan yönteme ilişkin de birkaç cümle söylemek gerekiyor.

Bir defa iki tane önemli İç Tüzük Komisyonu çalışması var önümüzde. Biri 23'üncü Dönem 2009 metni, diğeri de 24'üncü Dönem 2014 metni, 2013'teki görüşmeler var. 2009'da da var bir metin. Bu metinlerden birincisi 23'üncü Dönem 2009 yılında oluşturulmuş ama Genel Kurula gelmemiş bir metindir. O dönemlerde neler konuşulduğunu ancak tutanaklara bakarak bugün öğrenebiliyoruz bizler çünkü o dönem Uzlaşma Komisyonunda yer alan dönemin Demokratik Toplum Partisinin Grup Başkan Vekili, şimdi bizim Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş burada değil.

MUSTAFA ELİTAŞ (Kayseri) - Selahattin Bey 1-2 toplantıya katıldı.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - 2009'da esas olarak yetkili oydu ama şunu söyleyelim: Daha çok tutanaklara geçen Sayın Demirtaş'ın o görüşmelerde Grup Başkan Vekili olarak da yer aldığı ve takip ettiği yani dönemin Demokratik Toplum Partisinin Grup Başkan Vekili Sayın Demirtaş'tı, Grup Başkan Vekili olarak da o dönem yürütülen çalışmaları yakından takip etti, bazı toplantılara da bizzat katıldı. Neden yok Sayın Demirtaş, neden yok? Çünkü dokunulmazlıkların Anayasa'ya aykırı, evrensel ilkelerle bağdaşmayan bir şekilde kaldırılmasından sonra taraflı ve bağımlı yargının tasarruflarıyla tutuklandığı için burada yok. Ben, o dönem kendisiyle birlikte çalışan, ister milletvekili ister grup başkan vekili olarak kendisiyle çalışan diğer partilerden arkadaşların en azından bu durumu dile getirmelerini, çok keskin ya da çok açık bir değerlendirme yapmalarını beklemeyebiliriz ama bunu dile getirmelerini beklerdim. Eğer Selahattin Demirtaş burada olsaydı kendisinden 2009'daki Komisyon çalışmalarının nasıl seyrettiğini öğrenme imkânımız olacaktı. Şimdi yok, haksız ve hukuksuz bir şekilde tutuklu bulunduğu için burada yok. Bu bağlamda, hani "haksız ve hukuksuz" derken de bunu soyut bir ifade hâlinde bırakmak istemiyorum. Geçtiğimiz günlerde Sayın Cumhurbaşkanının bir konuşması oldu G20 Zirvesi sonrası yaptığı basın toplantısında, Sayın Demirtaş için hüküm veren bir hâkim edasıyla konuştu ve şimdi bizler yargıdan bağımsız, tarafsız, adil bir karar bekleyeceğiz öyle mi? Böyle bir durumun artık mevcut olmadığını, hâkimler çok adil insanlar olsalar bile Cumhurbaşkanının, bu kadar iktidara sahip, bu kadar yetkiye sahip, bu kadar güce sahip Cumhurbaşkanının bu sözünden sonra tarafsızca ve evrensel hukuk ilkelerine göre karar vereceklerini beklemek herhâlde saflık olur.

24'üncü Dönem çok daha kapsamlı bir çalışma yürütülen dönem oldu. 24'üncü Dönemde bir İç Tüzük Uzlaşma Komisyonu kuruldu. Yanlış hatırlamıyorsam okuduklarımdan altı buçuk ay kadar çalışma yürüttü. Her partiden iki milletvekilinin katılımıyla bu çalışmalar sürdürüldü. Bu çalışmalar sadece toplantılardan ibaret kalmadı, 24'üncü Dönemdeki çalışmalar, aynı zamanda yurt dışı gezileri de yaptı bu Komisyon. Yurt dışı gezilerinde de belirlenen önemli ülkelerdeki parlamento hukuku ve parlamentonun işleyişi konularında çeşitli brifingler aldılar, çeşitli istişarelerde bulundular, araştırmalar yaptılar. Bu çalışmaların sonunda bir toplantı gerçekleştirildi. O toplantı 2013 Temmuzundaydı sanıyorum. O dönemin Meclis Başkanı Sayın Cemil Çiçek Başkanlığında bir toplantı yapıldı. O toplantının tutanakları -dün alt komisyonda da söyledim- hakikaten ders niteliğindedir. Neden ders niteliğindedir? Biraz sonra başka bilgilerle birleştirip buraya dönüp onu açıklayacağım.

Peki, 24'üncü Dönemde İç Tüzük Uzlaşma Komisyonunda siz de vardınız sanırım Sayın Elitaş, sizlerle uzun zaman çalışan, birlikte mesai harcadığınız grup başkan vekili kimdi BDP'nin o zaman? İdris Baluken.

MUSTAFA ELİTAŞ (Kayseri) - Uzlaşma Komisyonunda mı?

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Evet Uzlaşma Komisyonunda.

MUSTAFA ELİTAŞ (Kayseri) - O zaman rahmetli Murat Bozlak vardı.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Tabii, ama yine grup başkan vekili olarak onu takip eden rahmetli Murat Bozlak ve Hasip Kaplan Beyefendi vardı ama çalışmalar grup başkan vekilleriyle koordineli yürüyordu. Sanırım, o dönemle ilgili en fazla bilgisi olan, bizim arkadaşlarımızdan en fazla bilgisi olan Sayın Baluken'di. Sayın Hasip Kaplan'la tabii ki istişarelerde bulunduk ama bazı metinlerin maalesef kendisinde bulunmadığını, alınmış notların, yapılmış çalışmaların, kendi içimizde yapılan çalışmaların dokümanlarının Sayın Baluken'de olduğunu bize söyledi. Tabii, Sayın Baluken'den de gidip bunları alma imkânımız yok. Neden yok? Çünkü cezaevinde. O kadar dönem birlikte mesai yaptınız, grup başkan vekili olarak pek çok konuyu görüştünüz, bazen gerilimler elbette yaşandı ama çok büyük çoğunlukla çok zor konularda bile Sayın Baluken'in ne kadar verimli ve sorumlu bir çalışma anlayışı olduğunu sizler de defalarca söylediniz bizlere. Birlikte çalıştığı bütün grup başkan vekilleri de, diğer milletvekilleri de bunları bize bire bir görüşmelerde hep söylediler.

Peki, bu komisyonlardan söz ederken Sayın Baluken'in bugün tutuklu bulunduğunu ve bu durumdan en azından üzüntü duyduğunuzu ifade etmek çok mu zordu? Yine söylüyorum: Sayın Baluken'in tutukluluğu, ayrıca tutukluluğunun devamı ayrıca bir skandal yani genel hukuksuzluğa ilaveten kendisi önce tahliye ediliyor, sonra hastanede operasyon geçiriyor ve tedavisi devam ederken de daha önce verilen tahliye kararı savcının itirazı üzerine kaldırılıyor ve tutuklanıyor. Hastaneden çıktığı anda da cezaevine götürülüyor. Bu konuya çok daha ayrıntılı değinmek istemiyorum, sadece şuna dikkatinizi çekmek istiyorum hem sizlerin hem kamuoyunun dikkatini çekmek istiyorum: Burada bu kadar önemli bir çalışma yürütüyoruz, bundan önce Anayasa değişikliği çalışmalarını yürüttük ve bir partinin eş genel başkanları, grup başkan vekilleri, milletvekilleri burada değiller, bununla ilgili bir eksiklik, bir yanlışlık hissedilmemesi bize biraz yadırgatıcı geliyor. Doğrusu, parlamento hukuku içinde bu çerçevede bırakın siyasi bir dayanışmayı bir insani unsurun da varlığına burada işaret edilmesini, bu varlığın burada bir şekilde gösterilmesini beklerdik. Şimdi, devam ediyoruz. Bu uzlaşmalarla ilgili bir başka konunun da altını çizeceğimi söylemiştim. Birincisi buydu.

İkincisi: AKP'nin kurulduğu tarihten sonra izlediği çizgi uzlaşmaya açık olma noktasından bütünüyle kendi çoğunluğuna dayanarak karar verme noktasına gelmesidir. Sayın İyimaya burada, 2001 yılında Anayasa Mahkemesinde bir davanız var, sizin imzanızı taşıyan, toplam 115 milletvekili galiba, Mehmet Ali Şahin'in imzasını taşıyan, 117 imzalı bir dilekçeniz var. Ne demiştim biraz önce? AKP bir noktadan başka bir noktaya, bir uçtan başka bir uca doğru ilerledi ve geldiği yer biraz sonra sizin 2001'de mahkûm ettiğinizi göstereceğim yerdir. Dilekçeden aktarıyorum, dün Sayın Emir ya da Sayın Erkek alt komisyonda aktarmışlardı bu dilekçeden ilgili bölümleri. Ben de onlara atıf yapmıştım. Bu vesileyle bir kez daha hani onların da bu metni dün alt komisyonla paylaştığını hatırlatmış olayım, şöyle diyorsunuz Sayın İyimaya ama sadece siz değil, bu, AKP'nin sanırım o zaman bütün milletvekillerinin imzasını taşıyordu.

AHMET İYİMAYA (Ankara) - Parlamento hukukunda en fazla atıf yapılan karardır.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Doğrudur. Şimdi, şöyle söyleyeyim: Keşke o çizgide kalsaydınız ve bununla övünme hakkınız devam etseydi. Şu nedenle. Şöyle söyleyeceğim: "Yasama organlarının iç tüzükleri pratikte anayasa kadar önemli ve etkin metinlerdir." Bunlar doğru. Ne deniyor? "Yasama egemenliğinin kullanılma usullerini düzenleyen iç tüzük hükümleri gücü sınırlayan, Meclis içi dengeleri gözeten ve hukuka dayanmak zorunda olan sessiz anayasalardır." Bu, evrensel ve doğru bir tanımdır. Şimdi, devam ediyorsunuz, asıl önemli bulduğum noktaya geleyim, diğerlerini geçiyorum: "Dava konusu İç Tüzük değişikliği de ihtiyaca ve istikrara hizmet görüntüsü içinde iç hukukumuzu tahrip eden talihsiz bir girişimdir." diyorsunuz. "Bir asrı aşan yaşam öyküsünde iç hukuk düzeninin oluşturulamaması Parlamentomuzun övünemeyeceğimiz bir temel karakteristiğidir." ve can alıcı noktaya geliyorsunuz: "İç tüzük tarihimiz genellikle iki yöntemden birinin benimsendiğini göstermektedir. Çoğulcu (uzlaşmacı) ve çoğunlukçu (dayatmacı) yöntem." Evet, çoğulcu yöntem uzlaşmacıdır, uzlaşmacı yöntem çoğulculuğa saygı gösterir. Çoğunlukçu yöntem dayatmacıdır, dayatmacı anlayış çoğunlukçu yöntemi kullanır. Doğru mu? Doğru. Şimdi, peki, nedir bunlar? "Çoğulcu, uzlaşmacı yöntemde Parlamentonun tüm dinamiklerinin; partilerin, milletvekillerinin olabildiğince katılımlarının sağlanması esastır. Tekliflerin ihtiyaç ve hukuk temelinde sentezi için özel komisyonlarda ve ihtisas komisyonunda yoğun bir teknik çaba harcanır. Bu yöntem kabul tabanını genişletir ve oyun kurallarını ortak anlayışta ve birlikte oluşturur. Gerek tek parti dönemlerinde gerekse çok partili siyasal yaşamımızdaki köklü gelenek bu yöndedir." diyorsunuz. Buna çekinceyle katılırım ama İç Tüzük konusunda metin oluşturma ya da değişiklik metni ortaya çıkarma çalışmalarında genellikle bu yöntem kullanıldı, ortaya somut metinler çıktığı da oldu, bunlar Genel Kurula gelmemiş olabilir bir kısmı ya da büyük bir kısmı ama bu yöntemde ısrar edildi.

Çoğunlukçu yöntem dayatmacı yöntem midir ona bakalım yine dilekçenizden okuyorum ve katılarak okuyorum: "Düşük yoğunluklu demokrasilerde görülen bir yöntemdir." diyorsunuz, haklısınız. "Çözümü son kural olan oy çokluğunda arayan bir yöntemdir. Uzlaşmanın getireceği erdemleri bir çırpıda yok sayar. Uzlaşmayı sayı gücünün verdiği rehavet ve otorite içinde teslimiyet ve zaaf olarak görür. Oyunda uygulanacak kuralı oyuncuların birlikte yapması yerine gücünün emriyle üretir. Dayatmacı teklif, oyuncuları gerer bazen öngörülemez gerilimlere, belirsizliklere ve hatta toplumsal kutuplaşmalara zemin hazırlar. Kavga 'hukuk benim' diyen parmak gücü ile özünde hukuku arayan demokrasi arasındadır. Sevinerek belirtelim ki çoğunlukçu yöntem tüzük yapım geleneğimizde yok denecek kadar azdır." diyorsunuz, "Yok denecek kadar azdı." diyelim, şimdi geldiğimiz noktada bu yöntemin tercih edildiğini hatırlatalım.

Sizin ve arkadaşlarınızın verdiği bu dilekçeden alıntıları daha fazla uzatmama gerek yok, durum ortada. Eğer gerçekten çoğulcu bir Meclis ve çoğulcu bir siyasal sistem istiyorsak yapılması gereken şey bellidir; Parlamentoyu bu çoğulculuğun yaşayabileceği, canlı kalabileceği, güçlenebileceği bir organ olarak, hayati bir organ olarak kabul etmektir.

Şimdi, biraz önce yaşanan tartışmaya da bağlayayım bu aktardıklarımı, çok haklı olarak diyorsunuz ki "Kavga genellikle dayatmacı yöntemin benimsenmesinden dolayı ortaya çıkar." Doğrudur, Sayın Şentop'un biraz önce söz hakkını sınırlama çabası gerilime neden olmuştur. Sonra, söz tanındı, söz hakkı tanındı, gördüğünüz gibi, çok daha sakin, suhuletle bir görüşme yürütme imkânımız doğdu.

Özgürlükleri kısıtladığınızda burada öfke birikir, herkes için geçerlidir, siyaset teorisinin çok yerleşik kurallarından biridir. Eğer gerilimleri kavgaya dönüşmeyecek düzeyde tutmak istiyorsanız ki gerilim toplumsal ve siyasal yaşamın normal bir unsurudur ama bunun kavgaya dönüşmesi anormaldir, bunu önlemek ister demokratik mekanizmalar. Eğer, gerçekten siyasal karşıtlıkları, gerilimleri kavgaya dönüşmeyecek şekilde düzenlemek istiyorsanız, çoğulculuğu ve özgürlüğü esas almak zorundasınız. Muhalefetin sesini kısan, sayısal çoğunluğa göre bir düzen işletmeye çalışan her yaklaşım sonuçta daha fazla kutuplaşma, daha çok gerilim, daha çok çatışma enerjisi üretir. Dediğim gibi, bunları dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili Anayasa görüşmeleri burada yürütülürken de yaşadık, biraz önce bu çapta olmasa da bir başka örneğine tanık olduk.

Şimdi, önümüzde bir İç Tüzük teklifi var ve bu İç Tüzük teklifinin ilk imzacıları bununla Parlamentoyu güçlendirmek istediklerini söylüyorlar ama gerekçelerine baktığımızda asıl saklamadıkları, dışa vurdukları ifadelerle amacın hızlı ve verimli bir yasama çalışmasını mümkün kılmak olduğu görülüyor.

Buradan parlamentoların işlevine ilişkin çok kısa hatırlatmalarda bulunmak isterim değerli arkadaşlar. Şimdi, yasama faaliyeti parlamentoların olmazsa olmaz işlevidir. Bir parlamento yasama fonksiyonu olmadan gerçek bir parlamento olmaz. Bir danışma kurulu kurabilirsiniz ama eğer yasama yetkisi yoksa zaten o kurduğunuz Meclise evrensel anlamda parlamento demek mümkün değil. Ancak, demokratik sistemlerde parlamentonun tek işlevi yasama değildir. Parlamentonun iki temel işlevi daha vardır; biri, demokratik temsil; diğeri, denetim. Bu üçü eş değerdedir değerli arkadaşlar; yasama, demokratik temsil ve denetim. Bunlardan birini zayıflattığınız takdirde veya ortadan kaldırdığınız takdirde parlamentoyu demokratik bir organ olmaktan çıkarırsınız.

Bakın, parlamentolar sadece demokratik ülkelerde yok, başka ülkelerde, otoriter ülkelerde de meclisler var. Onlarda da yasama faaliyeti yürütülüyor ama eksik olan ne? Eksik olan, demokratik temsil ve denetimdir. Bakın, dünyadaki eski ve yeni örneklere, 20'nci yüzyıldaki sistemlere, parlamentosu olmayan neredeyse ülke yok ama hepsi demokratik parlamento muydu ya da sadece parlamentoya sahip olmak o ülkeyi demokratik yapar mı? Hayır değerli arkadaşlar, bir ülkede parlamentonun demokratik sistemin bir organı olabilmesi için yasama fonksiyonu kadar demokratik temsil ve denetim fonksiyonlarını da etkili bir biçimde yerine getirebilmesi gerekiyor. Bunun gerçekleşebilmesi için iki önemli şart var, demokratik temsil ve denetim fonksiyonlarının gerçekleşebilmesi için iki önemli şart var. Bunlardan birincisi, muhalefetin hukukunu ve haklarını gözetmektir; bu dengeyi, muhalefet-iktidar dengesini, çoğunluk-azınlık dengesini kurabilmektir.

Muhalefetin iki temel hakkı burada öne çıkıyor. Birincisi, gündem belirleme hakkı. Elbette demokrasilerin önemli bir kuralı var, bunu unutuyor değilim. Çoğunluk ilkesi var ama çoğunlukçuluk değil. Çoğunluk ilkesi, parlamentoda çoğunluğa sahip olan parti ya da partilerin yönetme hakkını ifade eder ve bu hak demokrasilerin vazgeçilmez ilkesidir. Elbette demokratik sistemde, parlamentoda çoğunluğa ya da çoğunluğa sahip parti yada partiler yönetir, bu onların hakkıdır. Dolayısıyla, çoğunluk ilkesi de zaten demokratik sistemin vazgeçilmez bir ilkesidir ama demokrasi sadece çoğunluk ilkesinden ibaret değildir.

Muhalefetin gündem belirleme konusunda çoğunluk kadar imkânının olmaması da anlaşılır bir şeydir. Yani, yasa tekliflerinin iktidar partisine mensup milletvekillerinden geldiği takdirde, daha kolay ve hızlı gündeme alınması anlaşılır bir şeydir. Yine, Hükûmetin hazırladığı kanun tasarılarının öncelikle gündeme gelmesi de anlaşılır bir şeydir. Fakat, muhalefetin özerk olarak gündemi belirleme hakkını gözetmeyen bir parlamento hukuku, sadece iktidara ve çoğunluğa bu imkânı tanıyan bir parlamento düzeni demokratik değildir.

Uzun uzun anlatmayacağım, 2013'te çalışmalarına başlayıp, 2013 başında çalışmalara başlayıp, işte altı buçuk ay devam ettiren Meclis İç Tüzük Uzlaşma Komisyonu çeşitli ülkelerden edindiği izlenimleri de içeren değerli bilgiler bıraktı bize, geriye ve orada da çağdaş demokrasilerde farklı ülkelerin parlamentolarında muhalefete, sadece muhalefete gündemi belirleme imkânı tanıyan çeşitli durumları da düzenlemeleri de o seyahatlerin ve çalışmanın içinden çıkarabiliriz, akademik bilgiye başvurmaya bile gerek yok, Meclisimizin arşivlerinde bulunan bu çalışmalardan çıkarabiliriz.

Peki, biz de şu an 16 Nisanda çok tartışmalı, bize göre son derece şaibeli bir referandumla kabul edilen ya da gerçekleştirilen Anayasa değişikliklerine henüz gelmiyorum çünkü bu İç Tüzük o Anayasa değişikliklerine uyum amaçlı bir İç Tüzük değişikliği değil henüz. Sadece o Anayasa değişikliğine uyum yasalarını olabildiğince hızla ve tartışmasız geçirmenin zeminini hazırlamaya dönük bir İç Tüzük değişiklik teklifidir.

Şimdi, mevcut hâliyle bakalım, bizim İç Tüzük'te ve Anayasada muhalefete tanınan gündem belirleme imkânlarının ne olduğunu değerlendirelim. Aslında tabii ki kanun teklifi getirebiliyor, soru önergeleri verebiliyor, gensoru önergeleri getirebiliyor, genel görüşme diye bir imkân var fakat bunların hiçbiri işlemiyor değerli arkadaşlar. Bu Mecliste -mesela ben iki yıldır milletvekiliyim- bir genel görüşme açıldığını hatırlamıyorum; eğer hafızam yanıltıyorsa beni buradaki değerli arkadaşlarımız düzeltirler. Genel görüşme önemli bir imkândır, herhangi bir sonuca bağlanması gerekmeyen bir müzakere imkânıdır. Peki, soru önergeleri? Soru önergeleri zaten büyük çoğunlukla cevaplanmıyor. Geriye muhalefetin elinde gündem belirlemek için kalmış tek imkân var, o da grup önerileridir ve bu grup önerileri sadece öyle Parlamento çalışmasını olabildiğince uzatmak, iktidarı bezdirmek gibi bir amaçla getiriliyor değildir; böyle iddia ediyor iktidar partisi sözcüleri, yani grup önerilerinin Meclisin çalışmalarını uzatmak, iktidarı engellemek, bezdirmek, vesaire gibi amaçlarla kullanıldığını söylüyor, böyle iddia ediyor iktidar sözcüleri, oysa hiç öyle değil.

Bakın, kanun teklif ve tasarıları dışında, uluslararası anlaşmaların görüşülmesi dışında Türkiye gündeminde, ülke gündeminde, hatta bazen dünya gündeminde yer alan çok önemli, çok hayati konuları tartışabildiğimiz tek imkân grup önerileridir. Bunları muhalefet partileri daha çok kullanıyor haklı olarak çünkü Parlamentonun gerçekten eşit bir unsuru olarak kabul edilebilmeleri için gündem belirleme haklarının da olması lazım. İktidar kadar olamaz, bu da anlaşılır, söylediğim gibi, ama gündeme çeşitli sorunları taşıyıp bugünkü düzende toplam kırk dakika -hadi sataşmalar, şu, bu- elli dakika, bir saat sürecek bir görüşmeyi öngören bu grup önerileri yöntemi neden rahatsız ediyor?

Şimdi, ben bu iki yıllık tecrübem sırasında şunu net olarak öğrendiğimi söyleyebilirim: Ülke gündeminde yer alan -şimdi tek tek saymaya gerek yok- çocuk istismarından kadına karşı şiddete, mesela Soma faciasından, daha doğrusu Soma katliamından çevreyle ilgili çeşitli önemli meselelere, cezaevlerindeki duruma -ve pek çok başka başlık sayabilirim- bu tür konulara ilişkin Mecliste görüşme yapılmasını sağlayan tek yöntem grup önerileriydi, bu grup önerileri sayesinde bunlar Meclis gündemine getiriliyor. Meclis gündemine getirmek ne gibi bir sonuç doğuruyor? En azından partilere bu konuda tek tek, kurumsal olarak partilere değilse de farklı partilere mensup milletvekillerinde duyarlılık yaratmayı hedefliyor; bunun dışında, televizyonlardan izleyen kamuoyuna da bu konuda mesajlar veriyor. Peki, bunlarla ilgili sonuç alıcı bir durum da doğmuyor mu? Doğuyor tabii, bazen Meclis araştırması komisyonları kurulduğu oluyor bu sayede.

Şimdi, muhalefetin gündem belirleme konusundaki en önemli imkânı grup önerileri ve önümüzdeki teklif grup önerilerini anlamsızlaştırmayı öngörüyor. Efendim, diyorlar ki: "Zaten grup önerisi İç Tüzük'de yok." Oysa var, 19'uncu madde ve 63'üncü madde birlikte alındığında böyle bir hukuki temel ortaya çıkıyor ama -dün de tartıştık alt komisyonda- başka bir şey var: Grup önerileri uygulaması -yine eğer yanlış hatırlıyorsam düzeltsinler arkadaşlarımız- 2011'den beri istikrarlı bir şekilde devam ediyor, yani altı yıldır, diyelim ki beş yıldır. Beş yıldır istikrarla süregelen bir uygulama fiilî İç Tüzük değişikliğidir, yani İç Tüzük hükmü hâline gelmiştir. Bunu, başka fiilî İç Tüzük değişikliğiyle ortadan kaldırabilirsiniz. Anayasa Mahkemesi kararları var; istikrarlı uygulama Mecliste fiilî İç Tüzük değişikliği sayılır. Ne şekilde olursa olsun bu imkânı ortadan kaldırmak, ister fiilî İç Tüzük değişikliği olarak kabul edilsin ister Parlamento teamülü olarak kabul edilsin fark etmez, Parlamento hukukunun bir parçası hâline gelmiştir; şimdi bu yöntemi ortadan kaldırmak muhalefetin gündem belirleme konusundaki imkânlarını ortadan kaldırmayla eş değer bir sonuç doğuruyor.

Peki, sadece bununla mı sınırlı kalıyor? Hayır. Tek tek maddeler üzerinde daha ayrıntılı söyleyeceğim ama önümüze gelen maddelerin çok büyük bir kısmı ya yoklama isteğini kısıtlamak veya zorlaştırmak yoluyla muhalefetin inisiyatifini kısıtlıyor ya da konuşma sürelerini kısaltmak suretiyle muhalefetin etkili olma yollarını kapatmaya çalışıyor ve daha önemlisi -şimdi oraya geliyorum- muhalefetin, muhalefet milletvekillerinin üzerinde sürekli Demokles'in kılıcı gibi sallanacak bir şantaj ve tehdit düzenlemesi getiriyor.

Şimdi, sistematiği kaybetmemek için hatırlatayım: Birincisi, muhalefetin inisiyatif sahibi olabilmesi, olması Parlamentonun demokratik niteliği açısından vazgeçilmez bir şarttır; buna bağlı olarak da konuşma imkânının kendi fikirlerini ve önerilerini Meclis Genel Kurulu ve kamuoyuyla paylaşmayıp oradan kamuoyuyla paylaşma imkânlarının korunması, güvence altına alınması bir parlamentonun demokratik olması için şarttır. Şimdi, diğer unsur: Evet, Parlamentoda en geniş özgürlüğün kullanılması demokratik parlamenter geleneğin can damarıdır, kalbidir; bunu ortadan kaldırdığınız takdirde, isterseniz muhalefete sınırsız konuşma hakkı tanıyın, artık bir anlamı kalmaz.

Şimdi, bu önümüzdeki teklif çoğunluğa azınlıkta kalan, yani muhalefette olan milletvekilleri üzerinde çok ağır şantaj ve tehdit sonucu doğurabilecek düzenlemeler içeriyor. Bakın, parlamenterlerin düşünce ve ifade özgürlüğü parlamento tarihinin ilk ve en önemli kazanımlarından biridir. Kürsü dokunulmazlığı mutlak olarak tanınmıştır ve ağır bedellerle kazanılmıştır, despotlara karşı mücadele içinde kazanılmış bir haktır ve esas olarak da muhalefet milletvekillerinin konuşma ve siyasi faaliyet özgürlüğünü en geniş şekilde güvence altına almak için oluşturulmuş bir güvencedir.

Bir ülkede düşünce ve ifade özgürlüğü Anayasa'da genel olarak belli sınırlamalara tabi olabiliyor, olmaması tercih sebebidir ama olabiliyor; sınırlamalar ülkeden ülkeye değişebiliyor, bunların kapsamı, dozu ülkeden ülkeye değişebiliyor ama yasama sorumsuzluğunu, yani kürsü dokunulmazlığını kabul etmiş ülkelerde o sınırlamalar milletvekilleri için geçerli olmuyor. Neden geçerli olmuyor? Elbette burada bir iki ihtirazi kayıt var, onları söyleyeceğim. Neden geçerli olmuyor? Çünkü en geniş özgürlük içinde çalışmak halkın iradesinin demokratik temsilini sağlamak bakımından gereklidir. Milletvekillerine tanımamıştır o özgürlük; şahıslarına değil temsil ettikleri halk kesimlerine, onları seçen insanların haklarına saygı adına tanınmıştır bu dokunulmazlık. Peki, bir sınırı var mı? Var. Çeşitli parlamentoların iç tüzüklerinde de görüyorsunuz, hakaretlere elbette izin verilmez, açık ayaklanma çağrılarına izin verilmez, bunlar doğrudur, evrensel, ortak sınırlardır. Fakat bunun dışında düşüncenin içeriğine sınır getirmeye, parlamenterlerin ifade özgürlüğüne sınır getirmeye yönelik her girişim getirdiği sınırlamaların ölçüsüne göre demokrasiden bir adım veya birkaç adım uzaklaşır. Eğer ifade özgürlüğünü, parlamenterlerin ifade özgürlüğünü anlamsızlaştıran, onları tek tip bir ideoloji içinde bir dil ve anlayışa mahkûm etmeyi hedefleyen bir düzenleme geliyorsa bunun adı apaçık arkadaşlar otoriterizm de değildir, bunun adı faşizmdir. "Faşizm" kelimesini her durum için kullanmamayı öneren bir anlayışa sahibim siyaset biliminde de, siyasi faaliyetlerde de. "Faşizm" kelimesinin olur olmaz kullanılmasının doğru olmadığını, bu kelimenin karşılayacağı ağır durumları bir tür nisbileştirdiğini düşünen biriyim. Böyle düşünen biri olarak tekrar ediyorum -biraz sonra daha fazla ayrıntısına gireceğim- bu teklifin 14, 15, 16'ncı maddeleriyle getirilmek istenen düzenin adı faşizmdir. Neden faşizmdir, söyleyelim: Teklifi alalım önümüze ve okuyalım. Tabii, bu değişmiş hâli, bir de ilk hâli vardı. İlk hâlini kayıtlara geçsin diye okumak istiyorum. Nasıl o ilk hâline AKP Grubunun onay verdiğini çok merak ediyorum. İkinci hâli de bundan farklı değil, özü itibarıyla aynıdır ama 2002'de, 2007'de, 2011'de seçim beyannamelerine çoğulculuğu, çok kültürlülüğü, ülkenin çeşitli farklılıklarının eşit haklarla yaşaması ilkelerini koymuş bir parti nihayetinde teklifin ilk hâlinde inanılmaz bir öneriyle karşımıza geldi.

Şimdi, ben onu okuyacağım. İlk hâli şöyle diyor değerli arkadaşlar, bakın, 15'inci maddesi teklifin: "MADDE 15- Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün 161 inci maddesinin birinci fıkrasının (3) ve (5) numaralı bendleri aşağıdaki şekilde değiştirilmiş ve fıkraya aşağıdaki bent eklenmiştir." Şimdi, değişmemiş kısımları okumuyorum. Yani "Görüşmeler sırasında Cumhurbaşkanına, Türkiye Büyük Millet Meclisine hakaret..." sayıyor. Hakaret kısmını geçiyor, yeni eklenen kısma geliyoruz. "Türk Milletinin tarihi ve ortak geçmişine yönelik hakaret ve ithamlar..." Bir. İki: "Anayasanın ilk dört maddesine aykırı beyanlarda bulunmak." Üç: "Türkiye Cumhuriyetinin Anayasa ve kanunlarda düzenlenen idari yapısı ve yerleşim birimlerine ilişkin Anayasa ve kanunlara aykırı isim ve sıfatlar kullanmak."

Şimdi, getirilen değişikliği yani dün alt komisyonda bir önergeyle yapılan değişikliği okuyorum, sonra bunların farkını, farklı olup olmadığını değerlendireceğim. Deniyor ki -birinci cümle, demin saydığım yeni eklenen birinci cümle aynen korunuyor- "Türk milletinin tarihine ve ortak geçmişine yönelik hakaret ve ithamda bulunmak." İki: "Anayasanın ilk dört maddesinde çerçevesi çizilen anayasal düzeni tahkir ve tezyif etmek." Üç: "Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasında Anayasada düzenlenen idari yapısına aykırı tanımlamalar yapmak."

Şimdi, ilk sorun şudur değerli arkadaşlar: Burada kullanılan terimlerin hepsi yuvarlak, muğlak ve çok geniş yorumlara elverişlidir. Peki, bu cezaları kim verecek? Bu ibareye göre böyle konuşma yapan milletvekili Meclisten geçici olarak çıkarılıyor, bunun üstüne bir de aylık yolluk ve ödeneklerinin üçte 2'si oranında para cezasına çarptırılıyor. Peki, kim belirleyecek bunu? Oturumu yöneten başkan ya da başkan vekili. Bir açıklamayı bu sayılan çerçevede değerlendirirse ceza önerecek, Genel Kurulda cezayı oylayacak ve ceza verilecek yani çoğunluğun inisiyatifine kalacak. Şimdi, bu birincisi. Yani böyle bir keyfîlik, çoğunluğa böyle bir yetki tanımak parlamenterler üzerinde sürekli sallanan bir Demokles kılıcından farklı bir anlam taşımıyor. Bu iki metin arasında en fazla şu fark vardır, özde bir fark yoktur: Ölümü gösterip sıtmaya değil, komaya razı etmek. Yok arkadaşlar, ne sıtmaya ne komaya ne ölüme razı olmak istiyoruz. Kimsenin de buna razı olmaması gerektiğini söylüyoruz. Ölüme, komaya ya da sıtmaya bizler veya muhalefet milletvekilleri değil, bu teklif aynen kabul edilirse bu Parlamento ve bu ülkenin demokrasisi kurban olacaktır. Yani ölecek olan, komaya girecek olan Parlamentodur, bu ülkedeki kırıntılarıyla bir şekilde hâlâ idare etmekte olduğumuz ve genişletmek için de uğraştığımız demokrasidir.

Peki, bu düzenleme bir İç Tüzük'te yapılabilir mi? Asla. Bakın, dün de söyledim, şimdi de söylüyorum: Bu, 83'üncü maddeyi ilga eden bir düzenlemedir. 83'üncü madde kürsü dokunulmazlığını, yasama sorumsuzluğunu da içeriyor. Dün de söyledim, tekrar ediyorum: Apaçık Anayasa'ya aykırıdır, sadece 83'üncü maddeye değil, 83'üncü maddeyi ilga ediyor, 90'ıncı maddeye aykırıdır, 26'ncı maddeye aykırıdır, 25'inci maddeye aykırıdır. 90'ıncı maddeye apaçık aykırıdır çünkü Avrupa İnsan Hakları standartları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları iç hukukumuzda kanunlardan da üstündür ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatlarına bakarsanız böyle bir düzenleme ve bu düzenlemeye dayanarak verilecek cezalar kesinlikle sözleşmeye aykırı kabul edilir.

Şimdi, evet, bu, Anayasa'nın 83'üncü maddesini ilga ediyor. Ben bu teklifi getiren imza sahiplerine şöyle bir öneride bulundum dün alt komisyonda: Bu tür dolaylı yöntemlere neden ihtiyaç duyuyorsunuz? Muhtemelen aranızda görüşmeler yürütürken uzlaşma için birbirinize tavizler verdiniz ve bu düzenleme bu görüşmelerin ve tavizlerin bir ürünüdür. Bunu yapmak yerine -tırnak içinde o kelimeyi kullanmak zorundayım, sırf çok değerli şairimiz Ahmed Arif çok güzel kullandığı için kullanacağım- mertçe davranarak Anayasa'nın 83'üncü maddesini değiştirseydiniz. Önünüzde imkân vardı, şimdi de var, MHP'yle birlikte değiştirebiliyorsunuz. 83'üncü maddeyi değiştirin ve bunu 83'üncü maddeye geçirin. O zaman takdir edeceğim, diyeceğim ki: İşte bu.

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) - İşte, faşizm budur.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Hayır. O zaman şöyle bir durumla karşılaşacağız değerli arkadaşlar: 2'nci maddesinde "demokratik hukuk devleti" yazacak, üyesi olduğumuz uluslararası kuruluşların organları bizlere, ülkedeki uygulamalara, iktidarın uygulamalarına eleştiri yapan raporlar yayınladıklarında, kararlar aldıklarında kızacağız fakat hukukumuzu ve uygulamamızı da bu anlayışla dolduracağız. Hayır, gerek yok, bence Anayasa'dan 2'nci maddeyi de çıkarın, ne var? Yani kimse demokrat olmak zorunda değil ki. "Zoraki demokratlık" diye bir şeyin de kimseye bir faydası yok. Bu madde, bu teklif 83'üncü maddeye eklensin, biz de bilelim neyle karşı karşıya olduğumuzu. Bilelim ki faşizm var, işte, ne bileyim, o zaman ben niye geleyim böyle bir Parlamentoda görev yapayım ki? Niye seçimlere gireyim, niye bu kadar insanın enerjisi, emeği, birikimiyle zor şartlar altında, ağır baskılar altında bir seçim çalışması yürütelim, buraya gelelim ve bize bir anlayış dayatılsın, o anlayış çerçevesinde konuşalım?

Şimdi, tek tek başlayalım, açık konuşalım, kimse burada kaçak dövüşmesin. "Türk milletinin tarihine ve ortak geçmişine yönelik hakaret ve itham." Şimdi, hakaret nedir, bir; itham nedir, iki; ayrı mesele "Türk milletinin tarihine ve ortak geçmişine" derken hangi dönemden hangi döneme kadar? Hangi tarih ve ortak geçmişin hangi bölümleri esas alınacak? Mesela, Sayın Cumhurbaşkanı Başbakanken defalarca söyledi Dersim olayları -tırnak içinde, Dersim olayları diyorum- için "Vahim ve utanç verici bir katliam." dedi. Dedi mi demedi mi? Peki, bu, ortak geçmişin bir parçası mı? Ortak geçmişte yer alan bu olaya "katliam" demek suç mu değil mi bu madde kapsamında? Devam ediyorum, istiklal mahkemelerinin yargılamaları tartışmasız mı kabul edilecek? Eleştiri olmayacak mı? Kim belirleyecek hangi unsurun, geçmişteki hangi dönem ve uygulamanın ortak geçmişe ve tarihe ait olduğuna kim karar verecek? Mesela, söylüyorum apaçık, AKP'li arkadaşlara söylüyorum, İskilipli Atıf Hoca'nın idamına "cinayet" dediğimiz anda ortak geçmişe hakaret olur mu olmaz mı?

MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Veya itham.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Veya itham olur mu olmaz mı? Yine, özellikle AKP'deki Kürt arkadaşlara sesleniyorum, Şeyh Sait'in adını saygıyla anmak ortak geçmişe ve tarihe hakaret mi, itham mı, değil mi? Geçmişte, Sayın Cumhurbaşkanının Başbakan olduğu dönemde Mecliste yaptığı çok önemli konuşmalar var. AK PARTİ çevreleri, yakın medya hatta taraflı-tarafsız pek çok kimse "tarihî konuşmalar" diye niteledi onları. Neden? Çünkü o zaman cesaretle bütün bunların adını koydu. Şimdi konuşmayı ben alsam, o konuşmaların bir kısmını Sayın Cumhurbaşkanı yapmış gibi değil, kendim yapıyormuşum gibi okusam bu madde kapsamında geçici çıkarma cezası alacağım, artı, maaşım yani yolluk ve ödeneklerimin de üçte 2'si kesilecek.

Örnekleri çoğaltacağım ama en çok tartışılan konuyu -şimdi sevgili grup başkan vekilim hatırlattı- mesela Çerkez Ethem meselesini nasıl konuşacağız? Sizi görünce hatırladı sanırım. Çerkez Ethem meselesi. Çerkez Ethem hain mi kahraman mı? Şimdi, bakın arkadaşlar, burada dün de konuşmalardan anlaşılıyor ki... Vahdettin meselesi... Artırabiliriz arkadaşlar.

Bakın, özellikle AKP'li arkadaşlara sesleniyorum: Dayatılan resmî tarihe pek çok dönemdeki sıfatlar, nitelemeler ve yorumlar bakımından çok ciddi itirazlarınız olmuştur. Bir kısmına katılırım, bir kısmına katılmam fakat en önemli entelektüel birikimli olarak İslami çevrenin aydınlarının övündüğü meseleler arasında bu geçmişle akademik düzeyde de politik düzeyde de bir hesaplaşma yapmak yer alıyor. Şimdi, gelelim... Örnekler çok fazla, bunları artırmayacağım ama sanırım derdimiz anlaşıldı.

Bir örnek daha -asıl mesele- Ermeni meselesi çünkü bizim bir milletvekilimize "Ermeni soykırımı" sözünü kullandığı için Meclisten çıkarma cezası verildi ve o zaman Garo Paylan dostumuz, arkadaşımız, yoldaşımız "İç Tüzük'te nerede var?" diye sordu ve sanırım Sayın Parsak'ın da dünkü konuşmalarından -eğer yanlış yorumluyorsam lütfen düzeltin- "İşte var." demek için getirdik gibi bir sonuç çıkardım. Şimdi, bu meselenin geçmişimizin en acı sayfalarından olduğu kesindir, buraya tartışmaya girmeyeceğim, sadece bu olaylar nasıl nitelenmeli meselesine girmeyeceğim. Şunu söyleyeceğim: Sayın Cumhurbaşkanı 2013'te Başbakan iken, 2014'te Başbakan iken, 2017'de Cumhurbaşkanı iken taziye mesajları yayınladı. O taziye mesajları bana göre yetersiz olabilir, bana göre meselenin hakkını vermekten uzak olabilir ama Türkiye tarihi açısından önemli birer adım olduğunu kabul ederim. Peki, oradaki -şimdi okumayacağım, açın bakın Başbakanlık sitelerinde, Cumhurbaşkanlığı sitelerinde var bu ifadeler- bu ifadelere baktığınızda şimdi o sözleri birimiz Mecliste kullanırsak ceza almayacağına kim garanti verir?

Devam edelim, bu mesele Türkiye'de farklı açılardan çok tartışıldı, tamamen hukuki düzeyde söylüyorum, soykırımın inkârını cezaya bağlayan düzenlemeler yapıldı bazı ülkelerde. Mesela Fransa Parlamentosunda -2011'di galiba- soykırımı inkâr, Ermeni soykırımının gerçekleşmediğini söylemek cezaya bağlandı. Kıyamet koptu, değil mi? Burada buna itiraz edildi, ben de ettim. Haklı olarak... Benim yazılarım var, birçok yazım var, o konuda siyaseten de karşı çıkanlar haklı olarak karşı çıktılar. Sadece burada değil, Fransa'daki demokratlar da karşı çıktılar ona, dediler ki: "Tarihî bir olayı yasayla nitelemeyi dayatamazsınız, yasaklayamazsınız. Ne dayatma ne yasak, yasak koyucunun yetkisinde değildir." Aynı şey İsviçre'de oldu biliyorsunuz ve İsviçre'de de yine sonuçta tartışmalar falan -hiç adını anmak bile istemem- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitti, değil mi? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi soykırımının inkârı yasağını sözleşmeye aykırı buldu. Peki, şimdi, bir yandan soykırımın inkârını cezaya bağlayan ülkelere kızacağız, bu düzenlemeleri reddedeceğiz ama biz bir dönemde yaşanan olaya "soykırım" diyenleri cezalandıracağız. Kaldı ki iç hukukumuzda bugün "Ermeni soykırımı" ifadesini kullanmanın suç olmadığına dair mahkeme kararları var. Hatta ondan ötesi var, değerli arkadaşlar, Dışişleri Bakanlığının resmî internet sitesine girin, 2010'da konulmuş -en son bakmadım gelirken, ihmal ettim- bir açıklama var. Diyor ki: "Türkiye'de Ermeni olaylarına 'soykırım' dediği için cezalandırılan kimse yoktur, kimseye de ceza verilmez." Şimdi, sadece bu çerçevede bu olayı nasıl niteleyeceğiniz sizin işinizdir ama eğer herkes kendi bakışına göre bir tanımlama yapar ama eğer bunu parlamenterlerin kullanmasını cezaya bağlarsanız işte bunun adı demokrasi olmaktan kat kat uzaklaşmak demektir. demokrasiyi bitirirsiniz.

Bakın, tarihin tek yorum şekli olduğunu iddia etmek faşizmin en temel özelliğidir. Açın akademik çalışmalara bakın, faşizmle ilgili incelemelere bakın, diyor ki: "Sen benim yaptığım tanımlara ve benim kullandığım dile bağlı kalacaksın. Bu tanımlamalara ve bu dile aykırı bir şey yaparsan seni fiziken veya manen yok ederim." Faşizm bu. Şimdi, sürekli deniyor: "Bırakalım tarihçiler karar versin." Arkadaş, tarihçiler karar versin de milletvekillerinin de bir kanaati olmaz mı? Farklı bir kanaati olamaz mı? İlla bu öneriyi getirenlerin düşüncesine göre mi tarihi yorumlayacak? Yanımda Süryani milletvekili arkadaşım var, ben de biliyorum 1915'te Mardin'de ve o bölgede neler yaşandığını, çok iyi biliyorum. Çünkü, büyüdüğüm topraklarda giden ailelerin sayısını biliyorum. Şimdi, bana bildiğim bir şeyi, "Hayır, bu konuda şu tanımlamayı kullanamazsın." Hele de o olaylarda atasını, büyüklerini, yakınlarını ve de cemaattaşlarını kaybetmiş bir insana bunu yasaklama hakkını, bunu tanımlamayı yasaklama hakkını kim tanıyor? Diyorlar ki efendim: "Burası milletin kürsüsü." Doğrudur, burası milletin ama millet sizin düşündüğünüz gibi tek kültür, tek yorum, tek dil, tek ideolojiden oluşan bir yapı değildir. Böyle bir millet tanımı da yine açık söylüyorum -hayatımda kullandığım kadar "faşizm" kelimesini galiba bu konuşmada toptan kullanmış oluyorum- faşizmdir.

Şimdi, devam edelim, ayrıca pek çok tartışma var bununla ilgili. Unutmayın, bu konuda yargılamalar yapıldı, Mustafa Kemal'in açıklamaları var, bunları yok sayacaksınız, getireceksiniz, milletvekili bu sözü kullandığı anda geçici çıkarma ve maaşını ya da ödenek ve yolluklarının üçte 2'sini keseceksiniz. Hayır arkadaşlar, burada milliyetçi hamasetinin arkasına sığınarak, insanları yıldırmaya çalışarak bir sonuç almaya kalkarsanız en başta bu kuruma ve bu ülkenin çoğulcu tarihine, tarihine çoğulcu bakan insanlarına, hepsine ceza vermiş olursunuz. En başta da sesleniyorum AKP'lilere kendi siyasi ve entelektüel tarihinize ağır bir hadsizlik yapmış olursunuz.

Şimdi, diğer kısımlarla ilgili de çok kısa değerlendirmeler yapıp tamamlayacağım. Diyor ki: Anayasa'nın ilk dört maddesinde çerçevesi çizilen "Anayasal düzeni tahkir ve tezyif etmek..." Ne demek bu? Anayasal düzeni tahkir ve tezyif etmek. Kim belirleyecek, hangi ifadenin tahkir hangi ifadenin tezyif olduğunu, hangi ifadenin eleştiri olduğunu? Ne demek, anayasal düzeni... Anayasa'nın ilk dört maddesinde çerçevesi çizilen... Peki sadece ilk dört maddeden mi ibaret bu Anayasa düzeni? İlk dört maddede yer almayıp da başka maddelerde yer alan cumhuriyetin nitelikleriyle çok doğrudan bağlantılı düzenlemeler de var.

Burada, bu teklifin ilk hâline baktığınızda "İlk dört maddesine aykırı beyanda bulunmak..." diyorlardı. Ne demek bu? Yani aslında ilk ceza alması gereken kişi galiba Meclis Başkanımız Sayın İsmail Kahraman olacaktı. Çünkü, tutumuyla ve açık sözleriyle laiklik ilkesine aykırı beyanda da bulunuyor, aykırı tutum da takınıyor. Hatta arkadaşlar, eğer bunu katı yorumlarsak, frakla ilgili değişikliği de laiklik ilkesine aykırı sayabilirsiniz, hatta... Tabii, söyleyeyim size yarın öbür gün başka bir çoğunluk gelirse -seçimdir sonuçta, en geç 2019'da inşallah seçimleri yaşayacağız- diyelim ki bu gelenekten başka bir iktidar oluştu, frakla ilgili söylediklerinizin hepsini buraya sokabilir. Buraya sokmazsa İskilipli Atıf Hoca'nın başına gelen gibi bir yorum gelebilir. Kılık kıyafet devrimiyle ilgili... Çünkü, bakın, ilk dört madde ayrıca 1'inci madde de başlangıca atıf yapıyor, unutmayın.

Şimdi, nasıl böyle bir düzenlemeyi getirebiliyor AK PARTİ'li arkadaşlar, nasıl? Bu kadar neyin darlığı ve körlüğüdür bu? Lütfen, yani bu kadar açık bir çelişkiyi neden kendinize reva görüyorsunuz? Şimdi, ilk dört maddesinde çizilen, anayasal düzeni tahkir ve tezyif etmek... "Eleştiri" bunun dışında diyorlar. Arkadaşlar, başlı başına bu şekilde bir düzenleme getirmek, birçok yoruma kapı açıyor ve bu kadar muğlak ifadelerle düzenlenen, ifade özgürlüğüne ilişkin her metin, apaçık, sonuçları somut olarak böyle ortaya çıkmasa da Anayasa'ya da aykırıdır, insan hakları evrensel standartlarına da aykırıdır.

Şimdi, devam edelim. "Türkiye Cumhuriyeti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasında Anayasa'da düzenlenen idari yapısına aykırı tanımlamalar yapmak..." Şimdi, gene karnımızdan konuşuyoruz, neyin yasaklanmak istediğini biliyoruz, değil mi? Evet. "Kürdistan" kelimesi yasaklanmak isteniyor. "Kürdistan" kelimesini kullanana ceza verilecek. Belki hatta, bilemem, "Amed" deyince de ceza verilebilir, "Kürt" deyince de olabilir, Mecliste Kürtçe konuşmak da bu çerçeveye sokulabilir, iki kelime Kürtçe konuşmak da sokulabilir. Şunu tekrar hatırlatayım: Böyle bir düzenleme yaptığınızda, hangi anlayışın bunu nasıl kullanacağının garantisini siz veremezsiniz. Pimi çekilmiş bir bomba gibi, bunu keyfî kullanmak isteyen her gücün eline tahrip gücü yüksek bir düzenleme vermiş olursunuz. Peki, diyelim "Kürdistan"ı yasaklamak istediniz. Ya, peki değerli arkadaşlar, bir yandan "ortak tarih ve ortak geçmiş" diyorsunuz bir maddede, ona itham ve hakaret suç sayılıyor yani ceza nedeni sayılıyor, diğer maddeye geliyorsunuz, bundan bağımsız olamaz. Birbirine bağlayın bakalım. Şöyle birbirine bağlamanız gerekiyor çünkü bağlamaya çok açık, keyfî bir düzenleme: Türk milletinin tarihinden ve ortak geçmişinden gelen tanımları kullanırsam son maddeye girer mi, girmez mi? Mesela "Kürdistan", "lazistan" kelimesi olmadan Osmanlı'yı kim düşünebilir?

ERTUĞRUL KÜRKCÜ (İzmir) - Birinci Meclis.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Yine, Birinci Mecliste -tam onu diyecektim, teşekkür ederim Ertuğrul Hocam- ya, geldiği yerin, bölgenin adıyla isimlendirilerek görev yapmıştır. Birinci Meclis bu ülkenin ve milletin ortak geçmişine dâhil mi, değil mi; 1921 Anayasası dâhil mi, değil mi; Amasya Tamimi, Erzurum Kongresi belgeleri, Sivas Kongresi belgeleri, Mustafa Kemal'in İzmit basın toplantısı dâhil mi değil mi?

Sayın Cumhurbaşkanının konuşmalarını tekrar edersek ceza verilecek mi verilmeyecek mi? Hatırlatmama gerek var mı? Sayın Cumhurbaşkanının...

BAŞKAN - Sayın Sancar...

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Bitirmek üzereyim zaten, geneli üzerinde konuşuyoruz, uzun süre bekledik. Tam da istediğimiz bu, bırakın konuşalım yani aceleniz ne, bırakın konuşalım, en azından tarihe kaydımızı düşelim,

BAŞKAN - Tamam, buyurun.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Ondan sonra da saat ikiye kadar mı çalışmak istiyorsunuz? Biz çalışırız.

BAŞKAN - Biz çalışırız, onda sıkıntı yok Sayın Sancar ama yemek arası verilecek, arkadaşlardan talep var.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Ben ve arkadaşlarım sabaha kadar çalışmaya hazırız.

BAŞKAN - Biz de sabaha kadar çalışırız, sıkıntı yok; dün de beraber çalıştık, sıkıntı yok.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Bunun karşılığında herkes istediği söz hakkını kullansın.

BAŞKAN - Sayın Sancar, yaklaşık iki saattir kesintisiz dinliyoruz, yine dinlemek istiyoruz ama şu an yemek arası için arkadaşlarımızla da bir görüşme yaptık, bu manada.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Bitirmek üzereyim Sayın Başkan, anladım, teşekkür ederim, şimdi bitiriyorum.

BAŞKAN - Peki.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Tabii, yemekten sonra eksik kalanları tamamlarız.

Şeyi hatırlatmak istiyordum: Sayın Cumhurbaşkanın... Sadece Sayın Cumhurbaşkanının değil, tabii ki Sayın Cumhurbaşkanının konuşmaları önemli, açıp bakın kaç kere "kürdistan" kelimesini kullanmış, açıp bakın kaç kere "federasyon" kelimesini, kaç kere "Özerklik tartışılabilir, federasyon mümkündür, bundan niye korkuyoruz?" demiş, Mecliste kaç kere söylemiş, kamuoyunda kaç kere söylemiş, bunları açıp bakın. Şimdi, bunları alıp getirsek, tekrar Mecliste bizim konuşmamız olarak okusak ceza yiyecek miyiz yemeyecek miyiz?

Şimdi, "...idari yapısına aykırı tanımlar kullanmak." ne demek arkadaşlar? Parlamento asli düzenleme yetkisine sahiptir yani sıfırdan var eden organ parlamentodur. Yeni sistemde biraz bu cumhurbaşkanına da verildi ama parlamento isterse idari yapıyı değiştirir, isterse isimleri değiştirir, çoğunluğu bulmanız şartıyla bunların hepsini yapabilirsiniz. Ben şimdi bir teklif getirsem ve desem ki işte ülkeyi bölgelere ayıralım, bölgelerin isimlerini de tarihi isimler olarak koyalım, bu ülkenin -kalkınma ajanslarının bölümlenmesini esas alarak söylüyorum, spekülasyon ve polemik yaratmak değil derdim- mesela Karadeniz bölgesinin bir bölümüne "lazistan", bir bölümüne... Ya da başka bir isim verin, ne fark eder? Ben böyle bir öneri getirme hakkına sahibim. Çoğunluğu bulursam değiştirebiliyorum fakat böyle bir öneri getirdiğimde üzerine konuşurken, öneride, kanun teklifinde yer verdiğim kelimeleri kullanırsam suç işleyeceğim. Ben şimdi dışarıda bütün bu söylediklerimi söyleyebiliyorum, Yargıtayın, Anayasa Mahkemesinin kararları var, kürdistan kelimesini kullanmak suç değil. Hatta daha ironik bir şey söyleyeyim arkadaşlar, şu an eğer barajı aşıp girebilirlerse iki tane kurulmuş, onaylanmış siyasi parti var; Kürdistan Sosyalist Partisi, onaylandı, Kürdistan Özgürlük Partisi. Şimdi, siz, Meclisi yöneten başkan vekili olarak "Kürdistan Sosyalist Partisi milletvekili, buyursun, kürsüye gelsin." dediğinizde gelip ne konuşacak? Şimdi bunlar onaylandı, diğeri de Yargıtayda. O da ne? Kürdistan Demokrat Partisi, başvuru Yargıtayda, inceleniyor. Bunlar geçti, şu an bizim anayasal sistemimizin hani vazgeçilmez unsur olarak tanımladığı siyasi partilerdir bunlar, mevcutlar.

Şimdi -bağlıyorum değerli arkadaşlar- böyle bir sınırlama getirmek bütün Parlamentoya tek dil, tek yorum, tek bakış dayatmaktır; benim istediğim dilde konuşacaksın, benim yorumladığım gibi tarihi yorumlayacaksın, benim kullandığım isimleri kullanacaksın ve elbette benim gibi düşüneceksin. Bunun adı nedir? Tekrar söylüyorum, inşallah bu görüşmeler sırasında son kullanmam olur: Bunun adı faşizmdir.

Teşekkür ederim.

BAŞKAN - Sayın Sancar, ben de teşekkür ediyorum.