KOMİSYON KONUŞMASI

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Değerli milletvekilleri, şu an görüşmekte olduğumuz madde sistemin en hassas düzenlemesini oluşturuyor, sistemin bütününü en iyi değerlendirebileceğimiz maddelerin başında geliyor çünkü yargıyla doğrudan ilgili ve yargı bağımsızlığını ortadan kaldırıcı nitelikte bir düzenleme, peşinen söyleyeyim bu konudaki görüşümü.

Şimdi, paketin tamamına baktığımızda üç bölüm hükümden oluştuğunu görebiliriz. Bunların bir kısmı, Cumhurbaşkanının yetkilerini aşırı ölçüde çoğaltan, genişleten düzenlemeler. İkinci sütunu, Meclisin, Parlamentonun yetkilerini aşırı biçimde azaltan, Parlamentoyu işlevsizleştiren düzenlemelerden oluşuyor. Üçüncü sütun da denge ve denetleme mekanizmalarını ortadan kaldıran hükümler içeriyor.

Tam da bu denge ve denetleme mekanizmalarının en hassas unsuru olan yargı, bu maddeyle iyice bağımsız olmaktan çıkarılıyor. Denetleme dediğimiz zaman iki tür, iki şekil denetlemeden söz etmek mümkün oluyor: Birincisi yatay denetleme, ikincisi dikey denetleme. Dikey denetleme, bütün demokrasilerde seçimle, seçmene karşı hesap verme yoluyla gerçekleşen denetlemedir. Zaten demokrasiler seçimsiz olamaz, seçim demokrasilerin vazgeçilmez şartı ama tek şartı değil. Sadece seçime, seçim unsuru üzerine oturtulan ve denetimin de sadece dikey olarak düşünüldüğü sisteme de yine demokrasi demek mümkün değildir.

Tıpkı kuvvetler ayrılığında olduğu gibi yatay denetleme son derece önemlidir. Bu ara bu iki kavramı tamamlamak için kuvvetler ayrılığının da iki anlamda kullanıldığını hatırlatayım: Biri yatay kuvvetler ayrılığıdır, diğeri dikey kuvvetler ayrılığıdır. Yatay kuvvetler ayrılığı, iktidarı, egemenliği kendi içinde yatay olarak bölmek, ayrıma tabi tutmaktır yani yasama, yürütme, yargı şeklinde üç ana erke bölmektir ve kuvvetler ayrılığından söz edebilmek için bu erklerin birbiriyle denge ve denetleme ilişkisi içinde olabileceği bir ayrım ilişkisinde tutulmaları gerekir. Bu açıdan, yatay kuvvetler ayrılığı açısından baktığımızda, getirilen teklif gerçekten bir kuvvetler ayrılığı sistemi ve anlayışı içermiyor. Çünkü, Cumhurbaşkanının yetkileri aşırı ölçüde genişletilmiş, buna karşılık Parlamentonun bir denge olması, karşı denge oluşturması beklenen Parlamentonun işlevi neredeyse ortadan kaldırılmış, ayrıca her ikisi açısından da hayati önem taşıyan yargı fonksiyonu bağımsız olmaktan çıkarılmıştır. Anayasa'ya yargının tarafsızlığı ilkesi eklendi ama biliyorsunuz, yargının tarafsızlığının ön şartı bağımsız olmasıdır. Yargı bağımsız değilse tarafsız olmasını beklemek mümkün değildir. Yargı bağımsızlığının amacı da esasen yargının tarafsızlığını sağlamaktır.

Şimdi şu düzenlemeye bakın, arkadaşlar ayrıntılı olarak söylediler, ben de tekrar edeyim: Hâkimler ve Savcılar Kurulu diye adlandırılan bu Kurulun 6 üyesi doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından, diğer 6 üyesi de Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile Parlamento seçimleri aynı anda yapılacağı için muhtemelen, çok büyük ihtimalle her ikisi de aynı siyasi gücün kontrolünde olacağından Parlamentonun seçeceği 6 üyenin de bir denge oluşturması teorik olarak çok zordur. Pratik ihtimaller açısından da bunun gerçekleşme şansının yüksek olmadığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, başkanın denetiminde bir Hâkimler ve Savcılar Kurulu oluşturulduğunda artık ortada kuvvetler ayrılığından söz etmek mümkün olmaktan çıkar. Yargı bağımsızlığı olmadığı için kuvvetler ayrılığı ilkesi artık burada işler olmaktan çıkıyor. Yargı bağımsız olmayınca da tarafsız olmasını bekleyemezsiniz. Tam da Türkiye'de son dönemlerde yaşadığımız örneklerin gösterdiği üzere, yargı eğer iktidarın kontrolüne giriyorsa toplumsal barışı sağlamak gibi bir işlevle ortaya çıkan bu organ, bu erk toplumsal barışı en fazla tehdit eden güç hâline gelir.

Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı yargıya özel bir misyon biçildiği için değildir, bu ilkelerin ortaya çıkmasının amacı yargıçlara imtiyaz tanımak değildir. Yargının ortaya çıkısı modern, karmaşık toplumlarda bireyler arası, gruplar arası ve bireyler ile gruplar ve devlet arası ilişkilerde bir hakem yaratmaktır. Bu hakemi yaratmak da çok önemli bir amaca hizmet ediyor: Toplumsal barışı gerçekleştirmek. Eğer yargı bağımsız değilse tarafsız da olamaz, pek çok açıdan toplumsal barış böyle bir düzende sağlanamaz. Bakın, sadece siyasal açıdan demiyorum, pek çok açıdan. Mesela, yargı bağımsız değilse, güvenilirliğini kaybetmişse kişisel borç, alacak ilişkileri dâhil, kişisel uyuşmazlıklar dâhil pek çok konu yargıya gitmez, başka güç oluşumlarına havale edilir. Hatırlayalım, "çek, senet mafyası" dediğimiz düzen Türkiye'de uzun süre -hâlâ da tamamen ortadan kalkmış değil ama- bir dönem çok açık bir şekilde uyuşmazlıkları çözen, uyuşmazlıkları çözmek için yargıdan daha fazla başvurulan bir sistem hâline gelmişti. O mafya sistemini de teşvik edersiniz yargıyı çökertirseniz. Şüphesiz, siyasi muhalifleri iktidar sahiplerinin sindirmesi için de ellerinde en etkili araç yargıdır. Eğer yargıyı kendilerine tabi tutarlarsa, tabi kılarlarsa siyasal muhalifleri de kolayca sindirebilirler şimdi örneklerini yaşadığımız gibi.

Hatırlatayım, çok tekrar uzun uzun anlatmak istemiyorum, 12 milletvekilimiz, eş başkanlar dâhi tutukludur. Bu tutuklama kararlarının gerekçelerine bakarsanız hukuktan biraz anlayan ve azıcık hukuk vicdanı olan herkes çok büyük rahatsızlık duyacaktır, bundan hiç şüphem yok. Ben de dâhil, benim hakkımda da 3 fezleke var. Daha önce de söyledim, bu fezlekeleri nasıl hazırlamışlar acaba, ne düşünmüşler? Kavramların hiçbirinin hukukta yeri yok, hukuksal gerekçe arama dertleri yok savcıların. Gördüğümde Mardin'de, savcıya sorduğumda, doğrusu mahcup bir şekilde sustu, hiçbir şey söyleyemedi. "Nasıl yaparsınız? Yani nasıl böyle bir fezleke hazırlarsınız?" dedim. Diğerleri de bunlardan farklı değil arkadaşlar. Niye böyle oldu? Niye bu tür fezlekeler hazırlıyor savcılar? Çünkü, iktidarın kontrolünde hareket ediyorlar ve iktidardan gelen doğrudan ya da dolaylı etki savcıları da, hâkimleri de bu yönde davranmaya yönlendiriyor. Bunun sadece bu dönem yaşanan bir haksızlık olarak kalmayacağını bilmenizi isterim. Bir dönem yaşanan, hele yargı eliyle yaşanan haksızlıkların açtığı yaralar o kadar kolay kapanmıyor. Bizler geçmişimizde fazlaca yara açan çok kötü olaylar yaşamış bir toplumuz. Bu yaraları iyileştirecek yöntemler aramak yerine yeni yaralar açmakta ısrar eden yönetim anlayışı devam ediyor ve geleceğe devrettiği büyük yaraların faturasını da maalesef, gelecek kuşaklar, bizim çocuklarımız, çocuklarımızın çocukları yaşayacaklar.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun Sayın Sancar.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.

Öyle anlaşılıyor ki eğer yargıda bu çerçevede yeni bir sistem oluşacaksa önümüzdeki dönemde de yargı aracılığıyla haksızlıkların, adaletsizliklerin derinleşeceği olaylar bizi bekliyor çok fazla sayıda. "Şeriatın kestiği parmak acımaz." diye bildiğimiz bir söz vardır fakat unutmayın, halk arasında yargıyla ilgili çalışmalar yaparken sık rastladığımız çok bilgece ifadeler vardı, 2 tane kitap hazırladık bu konuda, biri hâkim ve savcılarla yaptığımız görüşmelerden, diğeri de Türkiye'nin 35 ilinde, her biri çok farklı özelliklere sahip 35 ilinde doğrudan doğruya vatandaşlarla yaptığımız görüşmelerden hareketle bir kitap hazırlamıştık, şunu diyorlar: "Evet, şeriatın kestiği parmak acımaz ama eğer şeriat adilse." Adil olmayan bir yargının kestiği parmak kafanın kesilmesi kadar can yakar. Bu o kadar açık ki unutulmaz bir de. Unutulmayan haksızlıklar ise öfke yaratır. Giderilmeyen haksızlıklar ve akacak adalet kanalı bulamayan öfkeler, maalesef, intikam ve çatışma enerjisi yaratır. O nedenle, yargıyı ileride herkese karşı -bugün bu sistemi savunanlar dâhil olmak üzere- büyük adaletsizlikler üretecek bir yapı olmaktan çıkaracak düzenlemelere ihtiyaç var, bu 14'üncü maddedeki düzenlemeye değil, onun tam tersine ihtiyacımız var.

Getirilen sisteme baktığımızda "Nereye benziyor, hangilerine benziyor?" sorusu önemli tabii çünkü herkes bir sistemi geliştirirken ya da savunurken çeşitli ülkelerden örnekler verir, karşılaştırmalı yönetim sistemleri de hakikaten siyaset biliminin de en önemli alanlarından biridir, faydalıdır. Benim görüşüm, bu taslaktaki, bu paketteki sistem Guillermo O'Donnell'ın "delegasyoncu demokrasi" olarak adlandırdığı sisteme çok benziyor. Onu çok kısa birkaç cümleyle özetleyeyim: Bu "delegasyoncu demokrasi" dediği sistemi O'Donnell bir makalede analiz etmişti ve makale hem anayasa hukukunun hem siyaset biliminin bugün klasik eserleri arasına girmiştir. Latin Amerika'daki başkanlık sistemlerinden esinlenerek yazmıştır bu yazıyı. Diyor ki: "Bu tür rejimlerde, başkan, milletin tecessüm etmiş hâli ve onun çıkarlarının başlıca koruyucusu ve tanımlayıcısı olarak kabul edilir. Bu görüşe göre başka kurumlar -mesela mahkemeler ve yasama organı- can sıkıcı şeylerdir. Bu kurumlara hesap verirlik, kullanması için başkana vekâleten verilmiş sınırsız otoritenin önündeki engellerden başka bir şey olarak görülmez. Delegasyoncu demokrasilerde adaylar, çıplak, kurumsallaşmamış iktidar ilişkileri dışında hemen hemen hiçbir sınırlamaya tabi olmadan hüküm sürme şansı için yarışırlar. Seçimden sonra da seçmenlerden yani delegelerden, başkanın yaptıklarının pasif ama alkışlayıcı seyircileri olmaları beklenir. Temsilî demokrasilerin ayırıcı özelliği olan yatay hesap verirlik, delegasyoncu demokrasilerde ya hiç yoktur ya da son derece zayıftır. Üstelik yatay hesap verirliği etkili kılan kurumlar, delegasyoncu başkanlarca kendi misyonlarının önünde gereksiz ayak bağları gibi görüldüğünden başkanlar bu kurumların gelişmesini önlemek için büyük çabalar harcarlar."

Bir ekleme, yine siyaset biliminde karşılaştırmalı sistemleri inceleyen en önemli isimlerden birinin kitabından aktaracağım, o da Linz'dir, anayasa hukukuna aşina olanlar ismi bilirler, diyor ki: "Bir başkan ile seçmen kitlesi arasındaki dolaysız ilişkinin belki en önemli sonuçları başkanın tüm halkın tek seçilmiş temsilcisi olduğu hakkında besleyebileceği duygu ve bunun beraberinde gelen kendi taraftarlarını halkın tümüyle özdeş görme anlayışıdır. Yüzde 50 artı 1 oyla seçilen başkan kendini herkesin oyunu almış gibi görür; tersinden bakarsanız, kendi kitlesini, kendini seçen yüzde 50 artı 1 kitleyi de toplumun tamamı olarak görür. Dolayısıyla, kendisine oy vermemiş olanlar artık hesaba katılacak, dikkate alınacak bir topluluk olmaktan çıkarlar." Devam ediyoruz: "Başkanın otoritesinde mevcut olan bu unsur onun karşılaştığı engelleri ve muhalefeti çok can sıkıcı gibi gösterebilir ona. Çünkü o milletin tecessüm etmiş hâlidir, delegasyon almıştır. Milletten, bütün milletten yetkiyi alma düşüncesiyle, vehmiyle hareket eder. Dolayısıyla, bu kadar güçlü, misyonu bu kadar kutsal olan -kendine göre- bir kişinin önüne yargı gibi dünyevi, fuzuli engelleri çıkarmak kabul edilemez bir şeydir. Zaman içinde bunları devre dışı bırakmak için de elinden geleni yapar." Esasen, elinden geleni yapmasına gerek yok, zaten bu Anayasa değişikliğiyle ona gerekli bütün imkânlar sunulmuştur. "Muhalefete karşı kayıtsızlık, saygısızlık, hatta husumet duyguları giderek bu kutsal misyon inancının bir sonucu olarak yerleşir." Bakın, sadece, muhalefet olarak görmekten uzaklaşır; önce hasım, eğer bu kitle etkili muhalefet yapmaya devam ederse, sonra da düşman gibi görür.

Bunu herhangi bir başkanın, somut ismin şahsından bağımsız söylüyoruz. Pek çok örneği yaşanmıştır dünya ülkelerinde, dünya toplumlarında. Bizde de aynısının olacağına dair çok güçlü işaretlerimiz var. Bu işaretler siyasal kültürümüzden geliyor ve son yirmi yılda yaşadığımız, hatta son otuz yılda tecrübelerden diyeyim ama özellikle AKP döneminde yaşadığımız tecrübelerin altını çizeyim çünkü orası önemli. Niye önemli? Şunun için: Bakın, 2011 seçimleri, galiba, otoriter bir yönetim anlayışına doğru kayışın en açık hâle geldiği seçimlerdir. Ondan öncekilere girmeyeceğim, benim derdim o dönemi tartışmak değil ama bu dönemi konuşalım. 2011, en yüksek oy oranına ulaştığı seçimlerdir ve 2011'den sonra adım adım daha otoriter bir dil ve yönetim tarzı benimsemeye başlamıştır AKP. Bu sürecin durduğu tek bir zaman dilimi var, tek bir tarihî olay var, o da 7 Hazirandır. 7 Haziran o nedenle büyük bir bela ve tehlike olarak algılanmıştır AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından. Ardından, 1 Kasım seçimlerine gidilmiştir, 1 Kasım seçimlerinde de yine 2011 seçimlerine benzer bir sonuç almıştır. Güçlendikçe otoriterleşiyor; desteğini artırdıkça, seçimlerde daha fazla oy aldıkça daha fazla otoriter oluyor.

Şimdi, 2011'den önce başkanlık sistemi de gündemde değildi. E, 2007 taslağını hatırlayın; AKP'nin, o zaman Başbakan Erdoğan'ın bir bilim heyetine hazırlattığı 2007 anayasa taslağı var ve o anayasa taslağında kesinkes parlamenter sistem esaslı bir Hükûmet düzeni, bir düzen kurulması söylenmişti orada bilim insanlarına, kendileri de söylüyorlar "Biz bu taslağı mutlak bir şekilde parlamenter sistem kabulü üzerine kurduk, AKP yönetimiyle de bu konuda anlaştık." diye. Güçlendikçe başkanlık istiyor. Peki, niye? Gerçekten bunun doyurucu bir açıklaması yok arkadaşlar. "İstikrar" diyorsunuz ama güçlendikçe istikrar da bozuluyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Sayın Hocam, devam edin şimdi.

Buyurun.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Sağ olun, teşekkürler.

Yani, AKP kendini seçmen nezdinde daha fazla güçlü hissettikçe daha da fazlasını istedi ve 2011'den itibaren sistematik olarak başkanlık meselesi gündeme getirildi. İlk açık, resmî öneri de -biliyorsunuz- Anayasa Uzlaşma Komisyonunun çalışmaları sırasında getirildi ve ondan sonra da bu talep, bu görüş sürekli gündemde tutuldu, başkanlık talebi gündemde tutuldu. "İstikrar getirir." deniyor. Peki, tek başınıza Hükûmettiniz, koalisyonlardan korkmak için herhangi bir yakın zaman tecrübemiz yok, neden istikrar gelmedi, engelleyen neydi? AKP hükûmetleri, bu kadar geniş çoğunluklara sahipken ne engelledi de Türkiye'ye arzulanan istikrarı, büyümeyi, kalkınmayı getiremediler? Bu "Güçlü ve otoriter yönetimler daha büyük kalkınma hızı yaratır." görüşünün bir gecikmiş yansımasıdır. Bu görüş "Asya Kaplanları" denen ülkelerde bir dönem prim yaptı ama o ülkelerin hepsi o sistemlerden vazgeçtiler, vazgeçmek zorunda kaldılar; vazgeçmeyenler de kaplan olmaktan çıktılar, bugün artık dünya ekonomisinde "kaplan" denebilecek büyüklükleri, güçleri yoktur. Dolayısıyla "Yürütmeyi daha fazla güçlendirelim, daha fazla otoriter yönetim kuralım, daha büyük kalkınma sağlarız." anlayışı da -dediğim gibi- bugün artık çökmüş, iflas etmiş bir teori ve uygulamadan ibarettir.

Şimdi, birkaç noktaya daha değinip bitireceğim Sayın Başkan, değerli üyeler. Sabrınızı da zorlamak istemiyorum ama bir parça uzatırsam sizden anlayış istirham ediyorum.

Deniyor ki: "Parlamenter sistem istikrarsızlık getirir." Şimdi, buradaki varsayımlar çok fazla temelsiz konuşuluyor. Türkiye'de parlamenter demokrasi kaç dönem kesintisiz yaşanabildi? Bakın, parlamenter demokrasiye gerçek anlamda geçiş 1961 Anayasası'yladır. 1961 Anayasası'nın uygulandığı süre on yıldır. Ardından, 12 Mart müdahalesi, darbesi gelmiştir. 12 Martta "Parlamenter sistemi rasyonelleştirelim, yürütmeyi güçlendirelim." dediler, öyle de yaptılar ve o da sadece dokuz yıl sürebildi. Ne zaman koalisyon kültürünün gelişmesi için bazı imkânlar doğduysa, parlamenter siyasal kültürün, parlamenter demokratik kültürün yerleşmesi için bazı imkânlar doğduysa askerî müdahaleler, askerî darbeler geldi. Yakın zamanda herhâlde en fazla şikâyet edilecek koalisyon örnekleri 3 tane falandır. O koalisyonlar da içeriden, koalisyon kültürü ya da koalisyon isteğinin olmamasından çökmedi, onlar da dış müdahaleyle çöktü. Bakın, 28 Şubat da bir koalisyon kültürüne parlamenter demokrasinin yerleşebilmesi için, biraz daha yerleşebilmesi için fırsat olarak görebileceğimiz bir koalisyonun yürümesine engel oldu.

BAŞKAN - Hocam, toparlayabilir misiniz.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Olur, birkaç dakikanızı rica edeceğim Sayın Başkan.

BAŞKAN - Tamam Hocam, lütfen.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Yani, bugün başka da söz almayacağım onun için söyleyeceklerime biraz da sabır gösterirseniz üç beş dakika içinde tamamlayacağım.

Şimdi, doğru dürüst koalisyon denemesi, deneyi yapma şansı bırakılmamış bir toplum. Siyasi dünyamız, siyasi kültürümüz bunları test edecek imkânlardan yoksun bırakılmış. İlk defa, uzun süredir ilk defa 7 Haziran sonrası bir koalisyon ihtimali doğdu ve bana göre Türkiye'nin kaçırdığı büyük bir şans oldu o. Eğer o gün, 7 Haziran sonrası koalisyon kurulabilseydi... Mesela, benim desteklediğim seçeneklerden, partimizin de desteklediği seçeneklerden biri AKP-CHP koalisyonuydu. Bu, belki de derin kutuplaşmaları yumuşatabilecek bir toplumsal uzlaşma zemini yaratacaktı. Çünkü, kutuplaşmanın çok arttığı dönemlerde özellikle parlamenter sistemin çok iyi uygulandığı ülkelerde büyük koalisyonlar denenmiştir. Bunun en iyi örneği Almanya'dır ve Almanya şimdi de büyük koalisyonla yönetilmektedir. Pek çok sıkıntıyı, düşünün ki İkinci Dünya Savaşı sonrası pek çok siyasal, sosyal, ekonomik sıkıntıyı yaşayan ülkeydi. Emin olun, o büyük yaraları, İkinci Dünya Savaşı'nda Alman halkı adına işlenen o korkunç suçların yaralarını bile o uzlaşma kültürüyle aşabildiler, büyük koalisyon veya farklı koalisyonlarla aşabildiler. Uzlaşma, hesaplaşma ve birlikte yaşama kültürünü o korkunç travmaların ardından Almanya, bu yolla aşabildi. O nedenle, tam da böyle bir imkân çıkmışken... "Neden çöktü?" "Kim ne yaptı?" bunları çok anlattık. Benim derdim burada sürekli tekrar ettiğimiz siyasal tezlerimizi bir kez daha dile getirmek değil, onların da bilindiğini varsayarak çerçeveyi tamamlamaya gayret ediyorum. Şimdi...

BAŞKAN - Hocam, ben bölmek istemiyorum ama lütfen toparlar mısınız.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Bitiriyorum, emin olun iki dakika sonra bitireceğim yani üç dakika.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Özür dilerim, 2 değil 1 konuşmacı verdik.

BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, değerli arkadaşlar, yani...

Baştan konuştuğumuz üzere devam ediyoruz.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Başkan, sorun yok, tamam. Bitireceğim Başkan, sorun yok yani bunu problem etmeyeceğiz. Ben etmek istemiyorum, siz de bir parça daha lütfen müdahale etmeden dinleyin. Bana inanın, sizin korktuğunuz ya da kaygı duyduğunuz gibi uzun sürmeyecek. Üç beş cümlelik konu var, onları söyleyeceğim ve bitireceğim.

BAŞKAN - Buyurun.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Şimdi, Sayın Erdoğan, "Türkiye'nin ihtiyacı olan şey başkanlık sistemidir." dediği konuşmasında bir kelime daha kullanmıştı, sanırım o biraz dikkatten kaçıyor. "Bizim bir liderlik sistemine ihtiyacımız var." demişti. Ben yine bazı karşılaştırmaları sık kullanmayı tercih eden bir anlayışı sevmiyorum, o anlayışta da değilim; ikide bir çok bilinen karşılaştırmaları dile getirmenin ayrıca o karşılaştırmaların etkisini de giderek aşındırdığına inanıyorum ama "liderlik" kelimesinin kullanıldığı tipik örneklere bakarsanız, şu an Güney Amerika elbette öyle fakat çok büyük -tırnak içinde- tek lider üretemediler ama 3 tane çok büyük tek lider var: Biri, Mussolini'dir, kendine "duce" dedirtmiştir, önder demektir. Biri, Hitler'dir tabii, "önder" dedirtmiştir. Biri de Franco'dur, kendine "el caudillo" dedirtmiştir. Hepsi de liderdir, önderlik sistemi kurmuşlardır.

Şimdi, bizim kişileri kutsallaştırmaya, böyle kült şahsiyetlere göre sistem biçimlendirmeye ihtiyacımız yok. Türkiye pek çok açıdan kutuplaşmış gerilimler yaşayan bir ülke. Bu ülkeye bir başkanlık sistemi getirmek kutuplaşmaları ve gerilimleri kalıcı hâle getirme riski taşıyor. Bunu daha önce de anlattım, bu risk çok ciddidir ve büyüktür. Bizim uzlaşma kültürünü teşvik eden sistemleri daha sağlamlaştırma ihtiyacımız vardır. Bu sistemlerin de en iyisi parlamenter çoğulcu özgürlükçü demokratik sistemdir.

Şu an önerilen şey, bu teklifle önerilen şey bakın, kuvvetler ayrılığı sistemi kesinlikle değildir, kuvvetler birliği sistemi demek bile bana göre bu sistemi biraz fazla masum gösterir; kuvvetler tekliği sistemidir, tek kuvvet sistemi amaçlanmaktadır. Tek kuvvet sistemi toplumu en az ikiye sürekli olarak bölecek tehlikeli bir gidiştir.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Başkan, bitiriyorum.

BAŞKAN - Toparlayın lütfen.

Buyurun.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - Son cümlem.

Kuvvetler tekliği dediğim bu sistem bir bıçak gibidir. Bir bıçak, keskin bir bıçak yaratıyoruz; toplumu en az ikiye bölecek keskin bir bıçaktır. Bunun iyi bir yol olmadığı ortada bana göre. Pek çok AKP'li vekilin de, AKP tabanında pek çok insanın da bu konuda ciddi kaygılar taşıdığını biliyorum. Onların da bu rahatsızlıklarını daha fazla dile getirecekleri vesileler yaratacaklarını da düşünüyorum. Bizim ihtiyacımız olan daha fazla uzlaşma...

BAŞKAN - Hocam, lütfen toparlar mısınız.

MİTHAT SANCAR (Mardin) - ...daha fazla diyalog, daha fazla toplumsal çoğulculuk kültürüdür. Bunun da yolu parlamenter sistemi güçlendirmekten geçer.

Ben biraz sabrınızı zorladım galiba.

Teşekkür ediyorum Sayın Başkan.