Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
Konu | : | Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/1504) |
Dönemi | : | 26 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 29 .12.2016 |
KADRİ YILDIRIM (Siirt) - Teşekkürler.
Sayın Başkan, değerli üyeler, arkadaşlar; öncelikle hepinize saygılarımı sunuyorum.
Bilindiği gibi her ülkenin kendine göre temel bazı sorunları vardır dünyada ve bu sorunların içerisinde de bir tanesi olur ki o ana sorun olur. Türkiye'ye baktığımızda, Türkiye'nin de kendine göre temel bazı sorunları ve halkın çoğunluğuna göre bu temel sorunların anası Kürt sorunudur. Dolayısıyla, görüşülmekte olan bu Anayasa değişikliğinde eğer bu sorun ve çözümü sağlıklı bir şekilde yer almazsa böyle bir anayasa ne demokratik olur ne de böyle bir anayasaya "toplumsal" sıfatını yakıştırabiliriz. Kürt sorunu sadece bir kimlik sorunu değil, aynı zamanda bir dil ve ana dille eğitim sorunudur. Dolayısıyla, bu sorun bu boyutuyla mutlaka ama mutlaka bir fırsat olarak şu anda önümüzde görüşülmekte olan Anayasa değişikliğinin içerisinde yerini almalıdır. Hepimiz biliyoruz ki, Türkiye bir diller ve kimlikler mozaiğidir, bir inançlar mozaiğidir ve her bir dilin kendine göre bir tarihsel geçmişi ve bazen de dinsel geçmişi vardır. Eğer bu dillere saygı gösterilmezse, adam yerine konulmazsa, Anayasa'da kendilerine yer verilmezse bu aynı zamanda tarihe karşı bir nankörlük ve kısmen de o dillerin alakalı olduğu dinlere karşı da bir nankörlük sayılmaktadır. Örneğin, Türkiye'de konuşulan dillerden biri olan Süryanice, Hazreti İbrahim'e indirilen ve "suhuf" adı verilen sayfalar vahyinin yazılmış olduğu bir dildir. Hazreti İbrahim, Fırat'ı geçmeyinceye kadar Süryanice konuşuyordu ve kendisine vahyedilen suhuf, sayfalar da -dediğim gibi- bu dille yazılmıştı.
Farsçayla birlikte Kürtçe de, Avesta da ifadesini bulan, Avesta'nın yazıldığı Farsçayla birlikte ikinci bir dil olan bir lisandır Kürtçe. Osmanlı Devleti'ne baktığımızda, Osmanlı sisteminde Kürt kimliği gibi, Kürt dili de inkâr edilmemiş ve Kürt beylikleri statüsü verildiği gibi Kürt medreselerinde bu dil ile ana dilde eğitim hakkı da verilmiş ve Kültür Bakanlığının da bastırmış olduğu ölümsüz eser Mem u Zin -ki Ahmedi Hani'nin eseridir- böyle bir medresede, böyle bir statünün neticesinde ortaya çıkmıştır ve Kültür Bakanlığı tarafından da yayımlanmıştır. Aynı şekilde Melaye Ciziri'nin Divanı ve aynı şekilde Feqiye Teyran'ın Divanı ki, Feqiye Teyran'ın Divanı ilk kez dünya dilleri içerisinde âcizane benim tarafımdan Kürtçeden Türkçeye çevrildi ve Kültür Bakanlığı yayınları arasından da çıktı.
Dolayısıyla, her fırsatta övündüğünüzü söylediğiniz ve söylediğimiz Osmanlı ataları, Selçuklu ataları hiçbir zaman Kürt kimliğini de, Kürt dilini de inkâr etmediler ve statü hakkını tanıdılar. Bakın, Selçuklular tarihte ilk kez "Kürdistan" kavramını kullanan atalarımızdır. Osmanlılarda -belki de ilk kez- 5 eyalet sistemi, her süreçte sınırları değişmek üzere Kürtlere tanınmış bir statü durumudur. Şimdi, benim bahsettiğim bu altı yüz, yedi yüz, sekiz yüz yıl önceki durumdur. Dünya ileriye doğru giderken biz altı yüz, yedi yüz, sekiz yüz yıl önceki atalarımızın vermiş olduğu hakların bile çok çok gerisindeyiz.
Dolayısıyla, eğer, şu anda görüşülmekte olan Anayasa metninde başta Kürt dili olmak üzere Türkiye'de konuşulmakta olan dillere bir en az ana dilde hakkı verilmezse bu anayasa asla ve asla ne Kürtlerin anayasası olur ne Ermenilerin anayasası olur ne Süryanilerin ne de öteki kimlik ve dillerin anayasası olur; bu, olsa olsa tek kişinin dayatmasıyla bir tek dilin anayasası olur, tek kimliğin anayasası olur ve bunun sancıları çok kısa bir süre sonra ortaya çıkacaktır. Onun için, şimdiden ne yaparsak yapalım bunun önünü mutlaka ama mutlaka almamız lazım.
Bakın, yeri geldiğinde deniliyor ki veya resmî ağızlar diyorlar ki: "Kürtçe medeni bir dil midir ki?" Yani istihza ederek, yani alaycı bir şekilde diyorlar. Ben de soruyorum: Peki, siz fırsat vermediğiniz bir dil, eğitimde kullanılmasına imkân vermediğiniz bir dil, o dille yazılmış olan eserleri yaktığınızda, o dille yazılmış olan eserleri yasakladığınızda böyle bir dilin medeniyet dili olması bir yana bir bakıma ayakta kalması bile acaba mümkün müdür? Ama yine de bu dile sahip çıkıldı, günümüze kadar getirildi ve varlığını korudu. O hâlde, siz resmî ağızlar olarak alay edeceğinize böyle bir dille "Medeniyet dili değildir." diyeceğinize medeniyet dili olmasının imkânını oluşturmanız mutlaka ama mutlaka lazımdır.
Bakın, İbni Haldun'un bir sözü var, diyor ki: (x) Yani "İnsan doğuştan medenidir." İnsan doğuştan medeni olduğu gibi insanın doğuştan konuştuğu dil de medenidir. Hiçbir zaman, hiçbir şekilde "medeni olan diller" ve "medeni olmayan diller" diye bir ayrım ne İbni Haldun'un sosyolojisinde ne din sosyolojisinde ne de insaniyet sosyolojisinde vardır, böyle bir şey mümkün değildir. Ha, diyeceksiniz ki: "Resmî dil..." Resmî dille ilgili kimsenin bir sorunu yoktur. Yani, biz Kürtçe ana dille eğitim yapılsın veya statü verilsin derken Türkçeyi hayatımızdan çıkaralım gibi bir iddiamız yoktur, hiçbir şekilde de olmamıştır. Biz yine çocuklarımıza hem okullarda hem evlerimizde Türkçeyi zaten öğreteceğiz, okulda zaten tüm çocuklar bunu resmî dil olarak öğrenecekler ve görecekler ama bunun yanında bizim kendi ana dilimiz olan Kürtçeye de lütfen saygı gösterin ve eğitimde kullanılmasının hakkını verin.
Bakın, bu dille ilgili eğitim talebi Kültür Bakanlığının bastırmış olduğu Mem u Zin'in yazarı Ahmedi Hani tarafından üç yüz küsur sene evvel dile getirilmiş ve onun yolunu takip edenlerden Saidi Nursi, Saidi Kürdi tarafından dile getirilmiş. Ahmedi Hani şöyle diyor: (x) Yani "Bizim dilimize, bizim nakdimize..." Burada dili nakde benzetiyor yani altın ve gümüşe benzetiyor. "Bizim dilimize 'Değersizdir.' demeyin." (x) "Onun üzerinde hükmü geçerli olan bir resmî makamın mührü, sikkesi olmadığı için, böyle bir onay mührü olmadığı için değersiz kalmıştır." ve şöyle diyor: "..."(x) "Her ne kadar altın ve gümüş değerliyse de sikke vurulmadığı takdirde hiçbir durumu yoktur, hiçbir geçerliliği yoktur." Yani, resmen onay verilmeyen bir altın ve gümüş kaçak bir durumda olduğu gibi, resmen tanınmayan bir dil de kaçak bir durumda oluyor. Ve yine, Saidi Nursi, Saidi Kürdi -iki lakabı da kullanılıyor- kendi ifadesiyle Kürdistan'da bir medresetüzzehrayı kurmak istedi üniversite olarak ve bunun için İstanbul'a, Ankara'ya, meclislere, bakanlara, sultanlara gidip yalvardı, görüşmelerde bulundu. O sırada kendisine soruldu: "Sen dil meselesini ne yapacaksın?" Saidi Nursi bir formülüzasyon olarak dedi ki: "Lisanı Arabi vacip, Lisanı Türki lazım, Lisanı Kürdi caiz kılmak gerekiyor." Yani Kur'an ve sünnet dili olan Arapçayı vacip, olmazsa olmaz; resmî dil olduğu için Türkçeyi de gerekli, lazım kılmak lazım ama 30-40 milyon insanın konuştuğu Kürtçeyi de... Bakın, caiz sıfatını bile yeterli gördü, biz şu anda o caiz sıfatını bile bu dil için layık ve yeterli göremiyoruz. Ne demek caiz? Yani, sakıncalı değil, serbesttir, okunabilir, yazılabilir, eğitim görülebilir demektir. Ama ne yaptılar Saidi Nursi'ye? Önce maaş teklif ettiler yani "Biz sana şu kadar maaş vereceğiz, sen şu Kürt dilinden, Kürt üniversitesinden, Kürtçe eğitiminden vazgeç." Saidi Nursi dedi ki: "Bu bir hakkısükûttur." yani "Bu, bir susma payıdır. Ben kendim için bir şey istemiyorum, milletim için istiyorum. Siz niye acele etmeniz gereken bir işi erteliyorsunuz, Kürt dilinde eğitim işini ve acele olmayan bir işi, maaş işini de önceliyorsunuz?" Baktılar ki maaş yetmedi Sait'i susturmaya bu kez tımarhaneye attılar ve bilenler biliyor, 4 doktor ayarlandı; 3 üye, 1'i de o heyetin başkanı. Kendilerinden istenen şuydu: "Siz Saidi Kürdi hakkında bir deli raporu çıkarın, altına da imza atın. En son heyet başkanı da imzalasın ki, Kürt dilinden veya Kürt statüsünden bahsettiğinde halk desin ki: 'Zaten deli raporu vardır. Ne dediğini bilmiyor.'" ve 3 vicdansız üye anında, tıpkı bazen sizin önünüze gelen metni okumadan imza atıyorsunuz ya, işte onlar da raporun içeriğini doğru dürüst okumadan Sait'le konuşma gereğini bile duymadan imzalarını attılar ve Sait'in deli olduğunu imzaladılar. En son, sıra heyet başkanına geldi. Heyet başkanı dedi ki: "Biraz Sait'i konuşturayım." Konuşturduktan sonra, o zekâ fışkıran Said'in bırakın deli, bir dahi olduğunu gördükten sonra çıkışta şunu söyledi: "Eğer Saidi Kürdi de deliyse bu memlekette akıllı adam kalmamıştır." ve imzalamadı. İşin çok aksi ve işin çok enteresan tarafı bu imzayı atanların Müslüman, atmayanların -denildiğine göre- Hıristiyan kökenli birisinin olmasıdır. Oysa, imzalamaması gerekenlerin Müslüman, imzalaması normal karşılanabilecek -geleneğe göre söylüyorum- öbürü olması lazımdı. O hâlde, vicdanlar inançlara göre değişmemeli, hakikatler değişmemeli. Bakın, Hristiyan ve Ermeni dedim, yine, Saidi Nursi'nin çok isabetli bir tespiti var, diyor ki: "Bu memleketin selameti Ermenilerle dost ve ittifak kurmaya vabestedir." yani bağlıdır. O hâlde, bir toplumsal anayasa imzalanıyorsa, hazırlanıyorsa neyin neye vabeste yani bağlı olduğunu bilmemiz gerekir. Aksi takdirde, birkaç yıl sonra dememeyeyim, bir iki yıl sonra tekrar, başka bir anayasa tartışması başlayacak.
Bakın, yeri geldiğinde biz diyoruz ki: "İslam hukuku, İslam referansı veya muhafazakârlık." Size o dilden de söyleyeyim. Bin dört yüz yıl önceki dille de konuşayım. Bin dört yüz yıl önce de bir toplumsal sözleşme hazırlandı, adı "Medine Vesikası", "Es-Sahifetü-l Medeniyye" veya Es-Vesikatü-l Medeniyye". Bakın, bin dört yüz yıl önce hazırlanan bu toplumsal sözleşmede Yahudiler ve dilleri yani ana dilleri İbranice olan Yahudiler ve inançları, ana dili Arapça olan Müslüman muhacir ve ensarlar ve inançları, yine ana dilleri Arapça olan müşrik Araplar ve inançları ve kısmen de Hristiyanlar bu toplumsal sözleşmenin içerisinde bütün kimlik haklarıyla, bütün dil haklarıyla, bütün inanç haklarıyla eşit bir şekilde, eşit bir ümmet olarak yer aldılar. Bakın, o sözleşmenin, Medine Sözleşmesi'nin ilk maddesine bakın, Arapçasında aynen şöyle deniliyor... İlk madde çok önemli. Yahudiler, Hristiyanlar, müşrikler, Müslümanlar kastedilerek "..."(x) "Bunların hepsi tek ümmettir." Bizim anladığımız anlamın dışında bir ümmet anlamı, Yahudi de o ümmet kavramına girdi, Hristiyan da girdi, müşrik de girdi, putperest de girdi, Müslüman da girdi. "..."(x) orijinalini söylüyorum, Medine Vesikası'nın ilk maddesi. Ve yine, inançlar bazında o sözleşmenin başka bir maddesi "..."(x) Yani, "Müslümanların dini Müslümanları bağlar, Yahudilerin dini de Yahudileri bağlar." Bunun manası şudur: Yahudiler kendi iç hukukuna göre yönetilecekler, Müslümanlar kendi İslam iç hukuklarına göre yönetilecekler. Dolayısıyla, bir Yahudi suç işlediği zaman Hazreti Peygamber onu Kur'an'a göre cezalandırmıyordu, "Getirin Tevrat'ı, Tevrat'ta ne deniliyorsa ona göre sizin bu suçunuzun cezası verilsin." diyordu. Nitekim, bunun uygulamaları vardır. Müslüman bir suç işlediğinde elbette ki İslam hukuku ne diyorsa ona göre cezasını görüyordu ve ilk kez, bakın, ilk kez bin dört yüz yıl önce Hazreti Peygamber ana dille savunma hakkını verdi. Nasıl oldu, anlatayım. Yahudi vatandaşın biri mahkemeye düştü. Mahkemenin başı olan kadı yani bugünkü ifadeyle hâkim Arap'tı ve dili Arapçaydı. Yahudi vatandaş ifadesini İbranice veriyor, hâkim anlamıyor; hâkim bir şeyler soruyor, Yahudi vatandaş anlamıyor ve durum Hazreti Peygamber'e intikal ettirildiğinde, Hazreti Peygamber, Zeyd bin Sabit adlı sahabesini görevlendiriyor ki bu sahabe İbraniceyi iyi biliyordu. Dedi ki: "Sen araya gir, Yahudi vatandaşın İbranice söylediklerini kadı için Arapçaya çevir, kadının Arapça söylediklerini Yahudi vatandaş için İbraniceye çevir." ve öyle yaptı. Ondan sonra, yüz yıllar boyunca, Osmanlılara gelinceye kadar bütün İslam hukuku kaynaklarında, gidin, araştırın, bir başlık kullanılıyor; başlık aynen şu: "İttihaz-ül mütercim" yani tercüman bulundurma, tercüman edindirme. Nerede? Mahkemelerde. Niçin bulunduruyorsunuz? Oraya düşenin kendi ana diliyle kendini savunması için. Bir dört yüz yıl önce toplumsal sözleşme olarak Hazreti Peygamber tarafından Medine Sözleşmesi'ne konulan böyle bir hak, bin dört yüz yıl sonra Türkiye'nin mozaiğini oluşturan, dillerden biri olan ve Türkiye'de yaşanan sorunun da başı olan Kürt sorununu, Kürt diliyle alakalı olarak hâlâ tanınmıyor, hâlâ tanınmamaktadır. O hâlde, dikkatinize tekrar sunuyorum: Vakit geçmeden, vakit çok geç olmadan, oldubittiye getirmeyelim bu Anayasa'yı. Yarın öbür gün bunun "Evet." veya "Hayır." kampanyaları başlatıldığında, öyle bir hâle getirin ki en şiddetli muhalif bile bu Anayasa'yı tenkit etme durumunda kendini görmesin ama şu anda en şiddetli muhalifi bir tarafa bırakalım, en şiddetli taraftarı olan AK PARTİ'nin içindekilerin bile kalbine, içine sindiklerine ben inanmıyorum. Evet, görünürde önüne geleni okumadan imzalayabilir, mikrofonun başına geçtiğinde propagandasını yapabilir, halkın içine gittiğinde lehte, "Evet." lehinde bir hitabette bulunabilir ama yüzde 100 eminim ki vicdanıyla baş başa kaldığında, bu kadar dillerden yoksun, bu kadar kimliklerden yoksun bir anayasayı gönül rahatlığıyla halka "Evet deyin." şeklinde bir durumda, bir gönül rahatlığında olacağına ben ihtimal vermiyorum. O hâlde, hem bir insani hak olan hem bir İslami hak olan bu ana dille eğitim hakkının mutlaka ama mutlaka bu Anayasa'da yer alması gerektiğine ben inandığım gibi, birazcık vicdanı olanın da inanması gerekiyor.
Bakın, ana dilde eğitim -inananlar için söylüyorum yani ölüm ötesine inananlar için söylüyorum- ana dilin önemi o kadar İslam hukukunda yer almış ki ve o kadar eşit statüde ele alınmış ki ölüm ötesindeki versiyonuna bile dikkat çekilmiş. Şunu demek istiyorum: İnsan ölüp kabre konulduktan sonra -inananlar için söylüyorum- sorgu melekleri bazı sorular soruyor yani nedir işte? "..."(x) "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir? Kitabın hangisidir?" vesaire. Hiç merak ettiniz mi, acaba bu sorular hangi dille soruluyor ve cevapları hangi dille veriliyor. İşin ırkçılığını yapanlar, işin taassubunu yapanlar "Arapçadır." demiş, "Süryanicedir." demiş, "Farsçadır." demiş vesaire ama en neticede, akait kitaplarındaki ibare şudur, orijinalini okuyorum: "..."(x) yani en doğru olan görüşe göre "..."(x) Münker ve Nekir adlı o iki melek "..."(x) Herkese kendi ana diliyle soruyor ve herkes kendi ana diliyle o sorulara cevap veriyor. Yine, ana dilin önemine binaen, Kur'an'a baktığımızda, Kur'an bütün dilleri Allah'ın birer ayeti olarak kabul ediyor. "..."(x) diyor yani "Allah'ın büyüklüğünü, mucizelerini, ayetlerini gösteren göstergelerden bir tanesi de sizin dillerinizi farklı farklı kılmasıdır." O hâlde, Arapça Allah'ın bir ayeti olduğu gibi, Farsça da Allah'ın bir ayetidir, Türkçe de Allah'ın bir ayetidir, ve izin verin de Kürtçe de Allah'ın bir ayeti olsun. Bunun manası şudur: Herhangi bir dil üzerinde uygulanacak olan baskı, herhangi bir dile yönelik uygulanacak olan asimilasyon, inkâr aynı zamanda Allah'ın bir ayetiyle ilgili bir asimilasyondur, Allah'ın bir ayetine taalluk eden bir inkârdır. Buna lütfen dikkat edelim, tekçi bir anayasa olmaktan çıkaralım. Bin dört yüz yıl önceki toplumsal sözleşmenin binde 1'i bile değil. Hiçbir inanç, hiçbir kimlik, hiçbir dil burada sağlam bir şekilde yer almıyor ve bu hakkı nereden alıyorsunuz? Bütün hakları bir dile, bir kimliğe, bir inanca, bir mezhebe hasredecek şekilde, onunla sınırlayacak şekilde belirleme hakkını siz nereden alıyorsunuz, referansınız bu konuda nedir? "İslamiyet'tir." derseniz, "İslam hukukudur." derseniz "Hayır." diyeceğim çünkü deminden beri anlatıyorum, İslam hukukunda, İslam'da, Kur'an'da tek dil yok, tek kimlik yok, tek renk yok, hatta tek inanç da yok. Evet, Müslüman'ın dini İslam ama Müslüman'ın dininin İslam olması, öbür din ve inançların tahakküm altında bulundurulması manasına gelmiyor. Ne diyor ayetikerime? "..."(x), Hazreti Peygamber yani "Sizin dininiz size, benim dinim bana." Ve yine "..."(x), "İsteyen inansın, mümin olsun, isteyen inanmasın, dilediği şekilde kalsın." Ve asla hiçbir zorlama olmamıştır. Dolayısıyla, tekrar söylüyorum, biz bu Anayasa'yı halka eşitlikçi, özgürlükçü, toplumsal sözleşmeyi kuşatıcı bir anayasa olarak anlatma gücüne ve imkânına sahip değiliz. Siz de inanıyorum ki bu şekilde ikna edici bir pozisyonda olmayacaksınız ve tekrar söylüyorum, bir dönüp bakın, tarihe bakın, Osmanlı'ya bakın, Selçuklu'ya bakın ve bunlar bizim atalarımız, "İftihar ediyoruz." dediğimiz atalarımız. Bunların hangisinde böyle bir tekçiliği görüyorsunuz? Bunların hangisinde böyle özgürlükten uzak bir şey görüyorsunuz? O hâlde sorunlarımız, temel sorunlarımız, ana sorunlarımız öncelikli bir sıraya konularak çözüme kavuşturulmalıdır. Türkiye'de bir Alevi sorunu varsa ki vardır, üstüne gitmeliyiz. Türkiye'de bir Ermeni sorunu varsa üstüne gitmeliyiz. Türkiye'de eğer bir Süryani sorunu varsa gitmeliyiz. Eğer Müslümanların Müslümanlığından yaşadıkları bir sorun varsa onun üstüne gitmeliyiz.
BAŞKAN - Sayın Yıldırım...
KADRİ YILDIRIM (Siirt) - Bu şekilde, bütün dillerin, bütün kimliklerin, bütün inançların özgür bir şekilde yer alacağı toplumsal bir sözleşmeyi hazırlarsak Türkiye şaha kalkar, Türkiye dünyada süper güç olur. Eğer -son veriyorum, toparlıyorum, son cümlelerimi söylüyorum- biz Kürt sorununu -günün tabiriyle- yerli ve millî olarak -ben bundan şunu anlıyorum- kendi içimizde, kendi sorunumuzu bilerek, çözümünü de kendi içimizden çıkararak... Eğer böyle yapmazsak yarın öbür gün dış müdahalelerden şikâyet etme hakkını da sanırım kendimizde bulmamamız lazım. Dış güçler diyoruz; dış güçler zaten bahane arıyorlar, fırsat arıyorlar. Üst akıl veya üst akıllar diyorsak, tabii ki fırsatlarını kolluyorlar ve günü geldiğinde... Biz diyoruz ki: Amerika niye Irak'a müdahale etti? İyi de Saddam'ın o zemini niye hazırladığını da sormamız lazımdır. Yeri geldiğinde, Amerika veya başkası Suriye'ye niye müdahale etti diyoruz. İyi de şunu niye sormuyoruz: Hafız Esad'dan tutun Beşar'a kadar niye böyle bir müdahale zeminini hazırladılar?
O hâlde, son olarak şunu söylüyorum: İş işten geçmeden dışarının müdahalesine zemin ve imkân oluşturmadan kendi sorunumuzu -ki başta Kürt sorunu geliyor- kendi içimizde, kendi reçetemizle, kendi özgürlük, eşitlik ve kapsayıcı anlayışımızla çözelim ki Türkiye'nin kaynakları boşa gitmesin, Türkiye dünyadaki süper güçler içerisinde yer alsın.
Böyle bir dilekle ben sözlerimi bitiriyorum. Ha, yerine gelir mi gelmez mi, tabii ki emin değilim ama ben yerine gelmesini diliyorum ve hepinize saygılarımı sunuyorum.