KOMİSYON KONUŞMASI

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Saygıdeğer Başkan, değerli arkadaşlar; hepinize sevgi ve saygılarımla iyi akşamlar diliyorum. Ben de Anayasa Komisyonu üyesi olarak ilk kez söz alma fırsatı şu anda elde ettim. Önemli bir konu etrafında burada günlerdir konuşuyoruz ve bence daha iyi olabilir ama daha da iyi olacağını düşünüyorum seviye açısından.

Öncelikle, Sayın Uğur Vekilim El Bab'da şehit olan canlarımızın isimlerini saydı, kendisine bu hassasiyeti için teşekkür ediyorum ve ben de tekrar bütün şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyorum, gazilerimize acil şifalar diliyorum. Gerçekten ülkemiz zor bir dönemden geçiyor. Bunu farklı şekillerde tarif edebiliriz ama en nihayetinde, burada gördüğüm kadarıyla hepimiz Türkiye'nin zor bir dönemden geçtiğini ve bu dönemde gerçekten birlik ve beraberlik içerisinde olunmasının ne kadar önemli olduğu konusunda bir farklılık görmüyorum. Bu da beni memnun ediyor çünkü bazı zorluklar Türkiye'nin içinden kaynaklandığı gibi, kendi özel sorunlarımızdan, öznel sorunlarımızdan kaynaklandığı gibi -işte bir tanesini 15 Temmuzda son olarak yaşadık- terör örgütleriyle mücadele veriyoruz. Şunu da görüyoruz ki dünyada yüzyıllık bir paradigma değişimi yaşanıyor. Türkiye'nin durumundan da bağımsız olarak 1916 Sykes-Picot düzeni, artık soğuk savaştan sonra, 1990'lardan sonra kendisini taşıyamamaya ve kendi cüssesi üzerine yığılmaya başladı. Şimdi, burada yeni dünya düzeni, 62 ülkenin birden mümkün olduğu kadar çok Suriyeli masumu öldürerek oluşturulmaya çalışılırken, Türkiye de bu coğrafyanın hem yanı başında, bu coğrafya içerisinde, özellikle Suriye'de kendi idam sehpasının kurulmasına mani olmaya çalışıyor. Yani El Bab'da hayatını bu ülkenin geleceği için, çocuklarımızın geleceği için veren şehitler herhangi bir siyasi tercih nedeniyle "Hadi biz de şu savaşın içerisine girelim, 62, 63 olsun." Şeklinde bir tercihle değil, gerçekten sınır bütünlüğümüz için, terör örgütlerinin Ankara'yı, İstanbul'u, Diyarbakır'ı ve 81 ili birden hedef almaması için, Beşiktaş'ta, Kayseri'de ve çoğu yerde yaşadığımız acıları, Antep'te ve diğer yerlerde yaşadığımız acıları yaşamamak için bu çocuklarımız orada şehit oluyorlar. Bunların her tür siyasi mülahazadan üstün tutulması gerektiğini düşünüyorum. Hele hele burada en azından 1960'tan beri, 1961'den beri yaşadığımız bir sistem sorununu tartışırken bu sistem sorununun karşısına bu türden bir öz varlık sorununa karşı mücadeleyi koymamak lazım. Neyin yeri olduğu, neyin yeri olmadığına karar verecek olan halkın kendisidir ve aslında sistem sorunu böyle bir coğrafyada güçlü ve etkin olabilmenin de en önemli reformlarından birisi olacaktır ki böyle bir zaafımız var. Bu açıdan, evet, ilgilidir, buna katılıyorum.

Şimdi, yine bir ek olarak, ben burada günlerdir söylenen her şeyi dinlemeye çalıştım, oldukça da devamlılık gösterdiğimi düşünüyorum. Tekrara girmek istemiyorum. Bir renk katsın diye, hani biraz iç karartıcı bu girişten sonra ben de bir Hristiyan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak Doğuş Bayramı'nı 24-25'inde idrak eden Hristiyan mezheplerinin buradan bu günlerini kutluyorum. Biz Ermeniler Doğu Ortodoks olduğumuz için 6 Ocakta kutluyoruz. Kutlamak isteyenler 6 Ocakta kutlayabilir. Katolikler ve Protestanlar 24 ve 25'inde Süryani kardeşlerimizle kutluyorlar. Ben de buradan tüm Hristiyan âlemine tebriklerimi gönderiyorum.

Şimdi, tekrara girmek istemediğimi söyledim ama doktrinsel anlamda şu devlet-birey, devlet-toplum, devlet-devlet ilişkinin temelinde nasıl bir ilişki olduğu üzerinde biraz kısaca durmak istiyorum. Çünkü, burada daha önce de Murat Emir Vekilimiz de bu konuda fikirlerini ifade etti. Orada notumu almıştım. Devletin nasıl kurulacağı, devletin nasıl organize edileceği ve bu devletin, organize edilen devletin toplumla, bir bireyle ilişkisinin nasıl olacağıyla ilgili bir serencam yüzyıllardır devam ediyor. İçinde bulunduğumuz süreç ulus devletler süreçleri. Şimdi, bu süreçte, yani devlet, birey ve toplum ilişkisinde bir çelişki olduğu söylenir ki ben bunun bir çelişki olduğunu düşünmem ama genelde köprüden önce son bir çıkış aramak isteyenler bu çelişkiye epey bir merkezî önem atfederler. O da şudur: Devletin yani hepimizi yönetecek olan devletin bir otorite yoğunlaşması merkezi olacağına göre, değil mi, otorite kullanacağına göre, bunun, devletin özelliğinin tikel olması, evrensel olması, tek bir kurum olması, yani tikel bir özelliği olması ama o devleti yönetecek olan toplumun bunun tam tersi bir tenakuz hâlindeymiş gibi gözüken şekilde çok çeşitli olması, oldukça farklı kesimlerden oluşan çoğulcu bir toplumla, özellikle imparatorluklardan sonra kurulan cumhuriyetlerde bu çok da iyi bir şeydir aslında. Çok çeşitli bir toplumsal yapıya sahibizdir. Yani bu kadar farklılıklar içeren bir toplumu tikel olan devlet nasıl karşılayacak, nasıl işte onların haklarını, aynı anda taleplerini karşılayacak? Çünkü bu toplumsal kesimlerin çoğunun da birbirleriyle rekabet hâlinde olduklarını, çıkar çatışmalarını yaşadıklarını biliyoruz değil mi? Yani bu son derece normal. Burada bir tenakuz, bir çelişki varmış gibi gözükür. Burada, yani aşağı yukarı işte beş bin yıllık anlamlı uygarlık tarihimizde geliştirebildiğimiz, demokrasinin olgunlaştığı yer nedir? Cumhuriyetle yönetiliyoruz yani halkın seçtiği iktidarlar bir ülkeyi yönetiyor, ideal olan bu. Bu cumhuriyet yönetimi parlamenter sistem içerisinde gerçekleşebilir, yarı başkanlık sistemi içerisinde gerçekleşebilir veya başkanlık sistemi içerisinde gerçekleştirilebilir veyahut da bizim ilk kez yapacağımız gibi Türkiye'ye özgü -inşallah- bir hikâyenin sonucunda, evrimsel bir süreçte ortaya bir sistem çıkar. Şu anda masada olan değişiklik teklifi bu. Kimsenin kafasından uydurduğu bir metin değil bu, Türkiye'nin demokrasi hikâyesinde olgunlaşan, krizlere ve ihtiyaçlara binaen ortaya çıkan bir değişiklik teklifi. O zaman, buradaki mesele devleti yönetecek olan otorite merkezi -hükûmet, başkan, cumhurbaşkanı kim ise- nasıl seçilecek? Seçimlerle seçilecek yani önünde sonunda ortaya bir sandık gelecek ve bu sandıkta insanlar, gruplar, partiler, adaylar yarışacaklar. Bu yarış nihayetinde -evet, başka bir yolunu bilen varsa söylesin- yüzde 50 artı 1 -veyahut da hangi seçim sistemiyse- alan bu yarışı göğüslemiş olacak. Peki, oyunun devam etmesi için asgari kural ne? Şöyle yani, Uğur Bey biraz evvel futboldan örnek verdi, golü yediğinizde topu kesmeyeceksiniz, santraya dikmesini ve oyuna devam etmesini bileceksiniz. Yani, nedir, kazanan artık o partinin hükûmeti değil, ülkenin hükûmetidir veya kazanan cumhurbaşkanı, başbakan artık o ülkenin hükûmetidir ve o ülkeyi -79-80 milyonluk bir Türkiye'den bahsettiğimize göre- kendi partisinin seçmenlerini seçerek değil, o ülkenin genel menfaatleri itibarıyla ya iyi yönetecektir ya kötü yönetecektir. Bunun da bedelini dört beş sene sonraki seçimde ödeyecektir.

Şimdi, burada, özellikle son yıllarda beni rahatsız eden, hani böyle bir iç dökerek sizinle de paylaşmak istediğim şey, bu seçim sistematiğinin, sisteminin, sandığın nedense böyle çok değersiz bir şeymiş gibi algılanmaya çalıştırılması. Yani, beş yılda bir, bir seçim mi bekleyeceğiz? Hayır, beklemeyeceğiz tabii ama demokrasinin temel kuralı, bir ülkede özgür bir şekilde o seçimin yapılabilmesi, insanların özgürce rekabet ederek o seçime katılabilmeleri ve bir sonuç elde edilmesi. Dolayısıyla, demokrasinin, cumhuriyetin temel omurgası seçimdir, sandıktır. Buna gözümüz gibi bakmalıyız yani bunu bir şekilde siyasi rekabetin, evet, belki işte... Bir başka konuşmacı şöyle bir şey ifade etti, sonra düzeltmeye çalıştı ama "Halk her zaman doğruyu seçmeyebilir." dedi. Mesela bunu asla söylememek lazım, çok ayıp bir şey bu. Yani, sandıktan çıkan bir sonuç hoşumuza gitmeyebilir, bizim için o sonuç bu ülkenin felaketine yol açacak kötülüklerin başlangıcı bile olabilir, biz öyle de görebiliriz ama en nihayetinde, dediğim gibi, beş bin yıl sonra geldiğimiz en iyi nokta o seçimin özgür ortamda yapılması ve sandıktan çıkan sonucun devletin otoritesini yönetmesidir. Bu kurala herkesin tabi olması ve bu tabiiyet içerisinde yoluna devam etmesi lazım. Ha, peki, yüzde 50 artı 1 oyun dışındaki yüzde 49,99 kişinin hakkı ne olacak? Şöyle bir şey söylenir bu konuda: Yani, biraz evvel çelişkiden bahsetmiştim, çelişki varmış gibi yani tikel bir devlet en nihayetinde, bu yüzde 50 artı 1 oyu alınca 49'u her zaman açıkta mı kalacak? Bu bir çelişkidir, bütün toplumsal çeşitlilikleri tek bir hükûmet asla kapsayamaz; doğru, kapsayamaz. E, hayat duracak mı? Durmuyor tabii ki. Hayat durmayacak ve eğer siz gerçekten işleyen bir demokratik sistem sağladığınızda, diyelim ki yüzde 3'lük bir parti kendince o sistem içerisinde yarışabildiğinde her zaman şunu bilecek: Bu ülkede seçimler demokratik bir şekilde yapıldığı müddetçe ve demokrasi kanalları açık olmaya devam ettiği müddetçe ben de bir gün yüzde 5, 10, 15, 20 olabilirim. Mesela Refah Partisinde bunun örneğini görebilirsiniz değil mi? Yüzde 2'lerden geldiği nokta ortada. Dolayısıyla, herkesin de bir gün iktidar olabileceğine dair ümidi var olur.

Mesela, bu önergede, bu değişiklik taslağında bazı yöntemleri artırabiliriz, bu konuda sizlerin de yardımı olabilir önergelerle. Mesela, çok önemli bir kılcal damar daha açılacak yani 100 bin vatandaş imza vererek bir cumhurbaşkanı adayı gösterebilecek. Bu türden yan kanallarda da bu beş yıl içerisinde insanların yönetimi etkileyebilmesi mümkün olabilir.

Bugüne gelişimizde -çok söylendi, ben hızlıca geçeceğim- yani biz niye bugün burada bunu konuşuyoruz, niye böyle bir değişiklik teklifimiz var, bunu ifade etmek istiyorum.

Bu önerdiğimiz Cumhurbaşkanlığı sisteminin sadece etkin bir yönetim ve istikrar için değil yani bu vurgu yapılıyor ama bu bizim için yeterli değil, sadece etkin bir yönetimi, hızlı, istikrarlı bir yönetimi getireceği, çok fazla araçsallıkla değil, ülkede demokratikleşme sürecinin de daha ileriye götürülmesi açısından da çok önemli bir etkisi olacağını düşünüyorum. Yani, bu sistem benim yıllardır gerçekten çok arzu ettiğim bir sistem. Bugün bunu konuşabiliyor hâle geldik. Bazı arkadaşlarımız bunun bir felaket olduğunu düşünürken ben bunun çok önemli bir demokratik gelişme olduğunu düşünüyorum. Demek ki gerçekten aradaki bu keskin farkın üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Ama, bu sistemin sadece istikrar değil, bu demokratikleşme konusunda da önemli bir tercih olacağını söylemek istiyorum.

Şimdi, burada, grupladım, bizim 4 ana problemimiz var yani bizim geçmişimizden bugüne geldiğimiz noktada 4 ana problem var. Çünkü, neden sistem değişimi gerekti, buna cevap vermemiz lazım. Neden biz bugün bunu konuşuyoruz? Bir hikâyeden geliyoruz ve burada 4 tane sıkıntı yaşadık; bunlar: Yönetim sistemindeki belirsizlik, vesayetçi parlamentarizm, siyasetin kurumsallaşamaması -ki ifade edildi çokça- ve parlamentarizmin krizi.

Şimdi, yönetim sistemindeki -ilkinden başlayacak olursak- belirsizlik sorununun temelinde, bahsedildi, 2007 yılında Cumhurbaşkanı seçimine yönelik Anayasa'da yapılan değişiklikle yürütme erkinde birbirleriyle eşit demokratik meşruiyete sahip iki aktörün ortaya çıkmış olması yatıyor. Bu sistemik belirsizlik ve doğurduğu çift başlılık sorunu ülke yönetiminde yetki karmaşası ve yetki-sorumluluk dengesizliğine yol açma riski taşımakta ve nitekim taşıyor da. Şimdi bunu biraz açmak gerekirse -bahsedildi ama altını bir kez daha çizmek lazım- bizim 4 tane Anayasa'mız var. Yani, ben 1921'i de cumhuriyetin içerisinde kabul ederek söylüyorum, aslında 3 tane ve 1960'ta başımıza 27 Mayıs darbesi gelmemiş olsaydı ve 1961 Anayasası gibi parlamenter rejimimizi altüst eden, delik deşik eden bir müdahaleye maruz kalmasaydık, vesayet kurumları orada Anayasa'ya eklenmeseydi ve bununla da kalmayıp daha sonra, 1980 darbesinden hemen sonra yeni Anayasa'da Kenan Evren için yapılmış bir Cumhurbaşkanlığı değişikliği yani daha doğrusu yeni Anayasa'da Cumhurbaşkanlığının yetkilerini düzenleyen madde... Mehmet Bey daha önceki Anayasa'da Cumhurbaşkanının yetkilerinin tek bir cümleyle ifade edildiğini ama şimdi en uzun maddesi olduğunu ifade etti, 2,5 sayfalık bir madde. Bu kadar büyük bir şişme, seçilen hükûmetlere daha sonra Cumhurbaşkanının makamını bir komiser gibi başlarının üzerine dayamak üzerine bu Cumhurbaşkanının görevinde bu değişiklik yapılmış olmasaydı... Ama, bununla da kalmadı, maalesef o zamanlar pek desteğinizi alamadık, 2007 yılında bu ülkede 367 gibi bir rezalet ortaya konulduğunda bugün gösterilen, şu değişikliğe gösterilen tepkinin onda 1'i gösterilebilmiş ve bunun büyük bir anayasal haksızlık olduğu ifade edilebilmiş olsaydı yani 367'yle AK PARTİ'nin adayının Cumhurbaşkanı seçilmesinin önünde yargı vesayeti ve diğer vesayet organları bu engeli ortaya koymamış olsaydı bu 2 darbenin çokça güçlendirdiği ve çift başlılık yarattığı Cumhurbaşkanı seçiminin halk tarafından yapılmasına dair Ekim 2007 ki yüzde 70'e yakın bir oyla kabul edilmiştir- değişikliği de ortaya çıkmamış olacaktı. Biz aslında 1961 yılından itibaren, 1982 yılından itibaren aslında vesayetçi bir parlamentarizme sahibiz. Yani, kimse kalkıp da -zaten bunu ben pek duymadım burada- parlamenter sistemimizin işte, Britanya'daki gibi veyahut da iyi işleyen yerlerdeki gibi normal bir parlamenter sistem olduğunu burada kimse söylemedi, doğru değil çünkü. Vesayetçi bir parlamenterizme sahibiz, parlamenter sisteme sahip değiliz. Ciddi bir problemimiz var ve bu problem üzerinde düşünmek lazım. Düşünenler epeydir düşünüyorlar, tartışılıyor ve bugün ortaya yüzde 60'ı aşkın bir tabana sahip 2 partinin ortaya koyduğu bir değişiklik çıkıyor. Keşke Sayın Başbakanımızın, Sayın Devlet Bahçeli'nin yaptığı çağrılar karşılık bulsaydı ve kategorik olarak karşı olunsa dahi bu süreçlere CHP de dâhil olsaydı ve bu noktada süreci etkileme yönünde yemek pişerken daha etkili bir pozisyon alınabilseydi ama parlamenter sistemimiz parlamenter sistem değildir, vesayetçi parlamenterizmdir. Şimdi, bu vesayetçi parlamenterizmde ülkede parlamenter sistemin kuruluşundan itibaren tipik parlamenterizm özelliği göstermediği, bürokratik vesayetin devamını sağlayan bir mekanizma işlevi gördüğüne de dikkat çektik, bunu açtığımı düşünüyorum.

Bununla ilişkili olarak siyasetin halkın talepleri doğrultusunda kurumsallaşmasına müsaade edilmemesi ve bu sürecin sürekli olarak darbelerle kesintiye uğraması, bürokratik vesayete karşı direnç gösteren toplumsal muhalefeti konjonktürel ve lider odaklı bir siyasete hapsetme ve bunun neden olduğu problemleri öne çıkarmaktadır, kurumsallaşamamaktan bahsediyoruz. Bakın, burada bir zararıyla daha karşılaşıyoruz, demokrasimiz kurumsallaşamıyor. Eğer şöyle bir spekülasyon yapsak, 1960'lara geri dönsek, 26 Mayısa dönsek ve bir şekilde dönemin cuntacıları bu hani 1980'lere kadar maalesef demokrasi bayramı olarak kutlanan o darbeyi yapmasa... Daha sonra, biliyorsunuz, cuntacı askerler bu darbeyi yaptıktan sonra merhum Menderes ve arkadaşlarını idam etmeyi pek düşünmüyorlardı ama İzmir, İstanbul ve Ankara merkezî yargıçlarının bir toplantısında "Bunlara ciddi bir ceza vermek lazım yoksa geri geldiklerinde siz ne yaparsınız?" diye bizzat sivil yargıçların askerleri fişteklemesiyle 27 Mayıs, daha doğrusu daha sonraki yargılama süreçlerinin bu şekilde sonuçlandığı da vakıadır. Şimdi, eğer o yaşanmamış olsaydı -Menderes döneminde problem yok muydu, vardı mutlaka- Bu problemlerin çözümü eğer sandığa bırakılabilseydi, gerçekten halkın bu süreci sağaltması beklenebilseydi, bu darbeler yaşanmamış olsaydı bizim parlamenter sistemimiz kendi doğası içerisinde, kendi hikâyesi içerisinde kurumsallaşacak, sivil toplum çok çok önceden bu son yıllardaki yapmış olduğu sıçramayı gerçekleştirebilecek ve bizim de belki böyle bir hikâyemiz olmayacaktı. Dolayısıyla, bu kurumsallaşamama meselesi neyi getiriyor arkadaşlar? Tabii ki lider odaklı siyaseti getiriyor. Kurumsallaşmayan bir siyaset düzleminde her şeyi çekip çeviren, sürükleyen bir lidere her zaman ihtiyaç olduğunu da görmek lazım.

Son olarak, parlamenterizmin kırılganlığının yarattığı tıkanmalar ve hükûmet krizlerine dikkat çekmek, parlamenter sistemin sırlarını göstermek gerekir. Bu pratik siyasi sorunlara kaynaklık eden asıl problem ise toplumsal olanın kurulumuna ilişkin ontolojik sorunların sistem değişimini gerektirmesidir. Burada öncelikli sorun ülkenin siyasi gündemini uzun süredir meşgul eden otorite krizidir. Bu sorun 19'uncu yüzyılda yani 1839 ve 1923 arasında modernleşme sürecinde imparatorluktan ulus devlete geçişte ortaya çıkmıştır. Modern ulus devlet düzenine geçişin yaşandığı bu dönemde Türkiye'de modern ulus devlet egemenliğinin yegâne taşıyıcısı millet de egemenliğin asli kaynağı olmuştur. Bu yeni siyasi düzende millet iradesinin ülke yönetimine en iyi şekilde yansıması yani devlet-millet etkileşiminin en iyi şekilde sağlanması siyasi otorite üretimi için elzem hâle gelmiştir. Ancak ülkede sırasıyla tesis edilen yönetim mekanizmaları ne devlet-millet birlikteliğini sağlayabilmiş ne de toplumsal farklılıkları garanti altına alacak demokratik bir yönetimi tesis edebilmiştir. İdeolojik açıdan kuru ve dar, kurumsal açıdan ise baskıcı bu yönetim anlayışı otorite üretememiştir. Bu durum devlet-millet yabancılaşmasına yol açmış ve siyasette demokrasi açığı, ekonomide az gelişmişlik ve güvenlik alanında dışa bağımlılık gibi birçok başka yapısal sorunu da beraberinde getirmiştir. Yani hükûmet sistemi diye geçemiyorsunuz, gerçekten sonuçları son derece yıkıcı olmuştur. Burada tekrar ifade edildi: "Kardeşim, işte, on beş yıldır bu ülkeyi siz yönetmiyor musunuz?" Hani herhâlde şu denmek istiyor: "Sistemde sorun olsa, hani siz koalisyonlara, istikrarsızlıklara vurgu yapıyorsunuz ya, bu hükûmet sistemindeki bir problemden kaynaklanıyor olsa siz nasıl on dört, on beş yıldır üstelik hâkim parti olarak ve gerçekten ciddi bir liderlik gösteren Sayın Erdoğan sayesinde bu ülkeyi nasıl yönetiyorsunuz?" Yani nasıl yönettiğimizi açıkçası bu soruyu soranın da biliyor olduğunu düşünüyorum. Pişmiş tavuğun başına gelmeyenin Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın başına geldiğini, bu partinin başına geldiğini, sırf 2007 yılında yaşanan antidemokratik müdahalelerin, 15 Temmuzda zirveye çıkan, 2013'ün başından beri yaşadıklarımızın herhâlde normal bir siyasi süreç olduğunu kimse söyleyemez. Dolayısıyla, burada âdeta bir ölüm kalım savaşı verilerek, çok büyük bir performans gösterilerek ve iyi yönetişimle, on dört-on beş yıldır sürekli darbelere maruz kalarak ama halkın desteğini arkasına alarak... Bu çok önemli, 15 Temmuzda gerçekten beni en çok etkileyen olaylardan biri, biz Ankara'da değildik, İstanbul'daydık, ben de evimden hemen İl Başkanlığımıza koştum. Orada 72 kişilik bir FETÖ'cü timle mücadele ettik sabaha kadar. Orada Cumhurbaşkanımızın yaptığı...

MURAT EMİR (Ankara) - Silahlı mücadele mi yaptınız?

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Silahlı değil. Anlatayım mı?

MURAT EMİR (Ankara) - FETÖ'cü timle nasıl mücadele edebilirsiniz ki?

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Biliyorsunuz bizim İl Başkanlığımızı işgal ettiler.

MURAT EMİR (Ankara) - Siz ne yaptınız?

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Halk geldi, biz indik aşağıya. Sorguya çeker gibi mi soruyorsunuz, yoksa merak mı ettiniz?

MURAT EMİR (Ankara) - 72 kişilik bir timle mücadele edince yani...

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Nasıl yani? Havan topuyla mücadele ettik mi diyeceğim yani?

Şimdi, öyle değil. Yani bu sarkastik şeylere gerek yok, hepimiz o gece bulunduğumuz yerde gerçekten onurlu bir duruş ortaya koyduk ama o akşam için benim söylemek istediğim şey şu: Sayın Cumhurbaşkanımızın söylediği, ifade ettiği şey bu on dört-on beş yıllık meselenin püf noktasını ifade eder, "Ben hayatım boyunca milletimden başka irade tanımadım." dedi. Bu irade sayesinde halk çevreden merkeze gelirken bu iktidarın faaliyetlerini beğendiği için ona güç verdi ve bu sayede bu on dört-on beş yıllık süreç gerçekleşebildi, yoksa 15 Temmuzda da bu halk sokağa çıkmasaydı gerçekten bu ülke şu an ne durumda olurdu, bunu söylemek gerçekten son derece güç.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Asker destek vermedi, Emniyet destek vermedi.

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - İşte, sizin bu işleri ne kadar dar okuduğunuzu da gösteren bir şey.

BAŞKAN - Evet, Sayın Eseyan'ı dinliyoruz Sayın Tanal.

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - O akşam yaşananları herhâlde siz daha sonra gerçek anlamda kitaplardan okuyacaksınız, pek içine girmemişsiniz.

Şimdi, bakın, ben sizi gocunduracak bir şey söylemedim, söylemeye de niyetim yok ama sözlerime son verirken farklı olsun diye şunu da ifade etmek istiyorum: Türkiye'de siyaset yapma tarzında da inşallah, bu değişiklik mümkün olursa ciddi kırılmalar yaşanacak ve değişmek zorunda kalacak siyasi partiler, herkes yani bütün siyasi partiler değişmek zorunda kalacak çünkü bizim siyaset yapma tarzımızda bir problem var. Bu problem, açıkçası, çoğunuz bilirsiniz, Radikal Demokrasi Kuramı'nda bunu Chantal Mouffe ve Laclau çalışır çünkü bu dünyanın problemidir, sadece Türkiye'nin problemi değildir ama Türkiye'de gerçekten bu çok karakteristik bir şekilde yaşanıyor, belki laboratuvar gibi yaşanıyor çünkü Chantal Mouffe da sık sık Türkiye'ye gelir, inceler bunu. Antagonistik bir siyaset anlayışı var yani zıtlıklar üzerine kurulu. Mesela, olabilir ki bir CHP'li arkadaşımız, vekilimiz burada -belki onların adına konuşamam ama- kendisini AK PARTİ'nin antitezi gibi hissedebilir. Bunu AK PARTİ açışından da belki söyleyebiliriz yani antitez, zıtlık yani onun bulunduğu yerin tam tersi noktasındayım ben ve bu şekilde siyaset yapmak çok fazla mümkün değil, dünyada da mümkün değil ve buradan Agonizme geçmeyi tavsiye eder Chantal Mouffe der ki: "Birbirimizin zıttı olduğumuzu düşünmek yerine, birbirimizin rakibi olduğumuzu düşünelim, rekabet edelim, birbirimizi yok etmeye çalışmayalım."

Ben bir gazeteci kökenliyim.

TAHSİN TARHAN (Kocaeli) - Ama kuralları değiştirmeyelim.

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Kurallar değişir, her şey değişir, dünyada değişmeyecek hiçbir şey yoktur. Şu anda üzerinde konuştuğumuz Anayasa değişikliği metni veyahut da şu anda kullandığımız Anayasa, bu değişiklik olursa meydana gelecek olan yeni anayasa, sıfırdan anayasa yapma amacını hiçbir zaman yitirmedi, bunu ifade ediyoruz. Onu yaptığımız zaman ortaya çıkacak anayasa, bunların hiçbirisi kutsal metin olmayacaktır, hepsi her zaman eksik olacaktır ama burada önemli olan, bir öncekinden daha iyi bir iş ortaya koyabilmektir. Dolayısıyla, değiştirilmeyecek bir mesele anlamında söylemiyoruz. Tabii ki temel kurallara, üzerinde anlaştığımız kurallara hepimiz riayet etmeliyiz.

Bu noktada, ben yani 3 Kasım 2002'de Agos'ta yazıyordum. Agos'un çıkardığı...

MUSA ÇAM (İzmir) - Çocuktan nasıl katil yaratılır, biraz da o konuya girseniz...

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - ...yani, Hrant Dink'in yetiştirdiği bir yazarım ben ve o günden beri AK PARTİ'yi izliyorum -tabii, o günden önce de izliyordum ama- ve hep şunu gördüm... Yani, benim geldiğim sınıfsal kesim de, mahalle de daha çok CHP'lilerin olduğu yani Şişli doğumluyum. Hayatım Nişantaşı, Şişli, Osmanbey kesiminde geçti. Dolayısıyla, hani, Millî Görüş'ten çok, sizin tabanı bilirim ve şunu gördüm: Sanki 3 Kasım 2002'de... Bunu da biraz şahsi bir anekdot olsun diye anlatıp bitireceğim konuşmamı. Ve bu hiç değişmedi ve gittikçe de sertleşti ve bu beni çok rahatsız ediyor çünkü bu Türkiye için iyi bir şey değil.

3 Kasım 2002'de uzaylılar Türkiye'yi işgal ettiler, bir düşman gücü Türkiye'yi ele geçirdi, bunlara "AK PARTİ'liler" deniyor, "AKP" diyorsunuz. "Recep Tayyip Erdoğan" diye bir şahıs çıktı ortaya, öteki düşman ve bu düşmandan ne şart ve ne koşulda olursa olsun kurtulmak lazım ve bunlar ne yaparsa yapsın ya kötü yaparlar çünkü bunlar göbeğini kaşıyan insanlardır, kendi kendilerine bırakıldıklarında bunların seçmenleri hiçbir zaman doğruyu bulamazlar, her zaman lider kültüyle bir kişinin ıslığının peşinden giderler. Ki biraz evvel buna benzer şeyler de söylendi, "Halk her zaman doğruyu seçmez efendim." diye ifade etmişlerdi ama her zaman şuradan, buradan fışkırır bu düşünce. Dolayısıyla...

NECATİ YILMAZ (Ankara) - "Affedersin, Ermeni." de var ama biliyorsun!

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Kesmeyin, bitiriyorum, bir dakika, sonra söylersiniz.

Şimdi, bu duygu rasyonel ve gerçekten nesnel bir duygu değil ve bu, gittikçe, böyle düşünenleri ve böyle davrananları -ki şu Anayasa değişikliğinde de bunu görüyoruz- sizi nesne yapar, siyasetin dışına atar. Çünkü, söylediğiniz şeylerin gerçeklikle bağı zayıfladıkça ve koptukça aslında kendi tabanınız da sizi dinlememeye başlar ve o zaman işte bir Recep Tayyip Erdoğan'a ihtiyacınız olur ki sürekli Recep Tayyip Erdoğan nefreti üzerinden tabanınızı tahkim edin. Çünkü, başka bir şey söyleyemezsiniz, çünkü rasyonel değildir söylediğiniz şey, hayata değemiyorsunuzdur, halkla ilişkiniz yoktur.

MUSA ÇAM (İzmir) - Çocuktan katil nasıl yaratılır, onu da bir anlatsana.

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Bu ülkeyi düşmanlar ele geçirmiştir. Hâlbuki düşman değiliz. Ben sizi hiçbir zaman düşman görmedim, arkadaşlarım da görmüyor. Söylediklerinizin çoğuna katılmıyorum, gerçekten katılamıyorum, bazen zorluyorum kendimi, gerçekten zor oluyor. Bazen olan da var. (CHP sıralarından "Zorlama, zorlama!" sesleri) Ben kendi kanaatimi söylüyorum.

BAŞKAN - Evet, lütfen dinleyelim arkadaşlar.

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Sakince dinleyelim. Zaten buradaki tavırlardan da bu anlaşılıyor. Çünkü, içeriksiz geliyor, kusura bakmayın, gerçeklikle bağlantısı çok zayıf geliyor. Tarif ettiğiniz Türkiye... Yani, şu anki Suriye, sizin tarif ettiğiniz Türkiye'den daha iyi bir yer, biliyor musunuz. O kadar fecaat hâlde bir irrasyonel değerlendirme var.

ÖZKAN YALIM (Uşak) - Aaa!

BURCU KÖKSAL (Afyonkarahisar) - Eyvah! Yani bunu bir milletvekili söylerse çok yazık.

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Yan yana getirdiğimde ben size bir gün metin hazırlarım da, edebiyatçıyım, "Bunları biz mi söyledik?" dersiniz ama öyle. (CHP sıralarından gürültüler)

BAŞKAN - Lütfen, hatibi dinleyelim arkadaşlar.

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Müsaade edin. Basın da var, söylediklerimin hepsini ben yazıyorum da zaten.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Yok, yok.

BAŞKAN - Sayın Tanal, lütfen, dinleme nezaketini gösterelim.

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Muhalefet bu antagonistik tavırdan çıkmadığı müddetçe -sadece sizin için demiyorum- yani karşınızdakini düşman değil, bir rakip, daha iyisini yapmak için veyahut da onu geçmek için bir rakip olarak görmediğiniz müddetçe bu metne de sağlıkla bakamazsınız, bakamıyorsunuz da zaten.

Altı gündür sizi dinliyorum. Uğur Bey demin gerçekten çok iyi bir sunum yaptı -teşekkür ederim- üslup olarak da vesaire. Bazen aradan çekebildiğim şeyler oluyor, mutlaka ben de sizleri doğru anlayamamış olabilirim, bunu da iddia etmiyorum yani böyle bir, tepeden bakıp kimseye not veriyor da değilim, kimse yanlış anlamasın. Ama, sadece, on beş yıllık, biraz o mahalleden gelmiş bir insan olarak belki bu faydalı olur diye söylüyorum. Burada bir normalleşme lazım.

Bu anlamda, bu Anayasa değişikliğinin hem çift başlılığı ortadan kaldırmak ve rejimin başına dikilmiş bir kurumsal komiserliği halka emanet etmek açısından önemli bir adım olduğunu düşünüyorum ve bu noktada, sanırım, kurumsal vesayetle birlikte yaşamaya alışmış olanlar bundan kopmakta birazcık sıkıntı yaşıyorlar ama alışırsınız yani bu çok şey değil, zamanla... On beş yıldır, değil mi? Mesela Merve Kavakcı'ya yapılanlardan sonra başörtüsüne ne güzel alıştınız. Bakın, sizin döneminizde, daha doğrusu AK PARTİ öncesinde, tek parti döneminde başlayan uygulamalarla, benim cemaatimin bütün vakıf mallarına el konulurken bugün AK PARTİ'nin sayesinde bu vakıf malları iade edildiği gibi, AK PARTİ sayesinde bugün 5 tane Hristiyan var bu Mecliste. Onlara alıştınız dolayısıyla bu Anayasa değişikliğine de alışırsınız.

MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - AK PARTİ sayesinde değil.

FATMA KAPLAN HÜRRİYET (Kocaeli) - Bu fazla oldu, o kadar da değil.

ÖZKAN YALIM (Uşak) - Seni AK PARTİ mi aldırdı yoksa?

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Ben bu kadarla kifayet edeyim çünkü biliyorum ki gerçekler bazen...

BAŞKAN - Evet, hatibi dinleyelim arkadaşlar, lütfen.

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Benim üslubum son derece kibar, biliyorum.

BAŞKAN - Bu kadar nazik, kibar bir konuşmayı nezaketle dinleyelim arkadaşlar.

MARKAR ESEYAN (İstanbul) - Her zaman da öyle konuşmaya gayret ediyorum ama gerçeklerin kendisi bazen ağır gelir. Dolayısıyla, en azından iyi niyetli eleştiriler olarak da hem bu değişikliği sunmaya çalıştım hem de birazcık farklı bir açılım getirmeye çalıştım.

Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum, hayırlı akşamlar diliyorum.