KOMİSYON KONUŞMASI

İLHAN CİHANER (İstanbul) - Teşekkür ediyorum.

Tabii, Anayasa'nın geneli üzerine konuşma girişiminde bulunup 10'uncu maddede ancak konuşma fırsatı bulduk. Onun için de hemen bir geneline ilişkin ve daha çok, meslektaşlarımızın, milletvekili arkadaşlarımızın değinmediği şeylere değinmeye çalışacağım elden geldiğince ve soruları ortaya bırakacağım.

Bir kere, her şeyden önce, bu yapılan değişiklik hükûmet sistemi mi, sistem değişikliği mi, rejim değişikliği mi? Bir kere, bu tartışma çok yapay kalıyor çünkü her ikisi birbirine geçmiş durumdadır. Eğer zaten Anayasa üzerinden gidecek olursak, tek bir maddeyle pekâlâ değişmez 4 maddeye müdahale etmeden rejimi değiştirebilirsiniz. Örneğin, Cumhurbaşkanlığının bir hanedana mensup olduğunu söylerseniz pekâlâ bir rejim değişikliği de yapmış olursunuz, başlangıçtaki 4 maddeye de dokunmamış olursunuz. Çünkü sizin başlangıçtaki 4 maddeyi ele alışınız şu şekilde: Ancak o maddelere fiilî bir müdahale varsa o 4 maddeye müdahale edilmiş olur, yani Anayasa'nın değişmez niteliklerine müdahale edilmiş olur. Oysa Anayasa Mahkemesinin, 1970'li yıllarda devlet güvenlik mahkemeleriyle ilgili vermiş olduğu bir karar, Anayasa Mahkemesinin bu 4 maddenin yorumlanması suretiyle içeriğe girerek -sadece şekil koşullarında değil- o 4 maddedeki, özellikle hukuk devleti niteliğini ortadan kaldıracak bir değişiklik olursa teklif yasağına girdiği... Burada da buna dair çok fazla madde var. Her şeyden önce, cumhurbaşkanına verilen yetkiler hukuk devleti niteliğini ortadan kaldıracak boyutta, HSYK'nın seçimine ilişkin verilen yetkiler. 1975/87 sayılı Kararı'yla Anayasa Mahkemesi böyle bir karar vermiş. Dolayısıyla, rejim mi, hükûmet sistemi değişikliği mi? Tartışmasız bir şekilde rejim değişikliğidir. Bu maddelere dokunulmamış olması bunun bir hükûmet değişikliği ya da sistem değişikliği olduğu anlamına gelmez, tek bir madde bile buna yeter.

Tabii, bunun dışında, esas teşkilatı değiştiriyor. Yani esas teşkilatın, anayasaların iki işlevi vardır: 1) Devletin temel örgütlenme niteliğini tanımlar. 2) Yurttaşların hak ve özgürlüklerine özellikle iktidardan gelebilecek tehditlere karşı bir güvence oluşturur. Belirsiz bir zamana, devletin esas teşkilatını değiştirme yetkisini cumhurbaşkanına vererek bir kere zaten gerçekten bir rejim değişikliği niyetini de ortaya koymuş oluyor.

Tabii, bu rejim değişiklikleri dışında, özellikle siyasi konulara değineceğim dedim. Şimdi, Türkiye'de -Naci Bostancı demişti- Osmanlı'dan bu yana üç tarzı siyaset çerçevesinde değerlendirilir genellikle; Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık, İttihadı İslam. Bu gelenek cumhuriyetle birlikte biraz daha değişmiştir. Geldiğimiz noktada 4 ana akım siyaset vardır Türkiye'de. Bir tanesi, milliyetçilik, ülkücülük; bu zaman zaman belki Büyük Birlik Partisi gibi dine yaklaşımı noktasında ufak tefek değişikliklerle ayrışmakla birlikte böyle bir hareket vardır. Bir tanesi, "İslamcı", "muhafazakâr" diyebileceğimiz, -bazen bu Millî Görüş'tür, bazen biraz daha liberal şekil almıştır- şu anda AKP ve belki de Millî Görüş Hareketi etrafında değerlendirebileceğimiz hareket. Bir diğeri, geçmişin Türkçü akımlarına denk gelen "ülkücü hareket", "milliyetçi hareket" diyebileceğimiz akımdır ve cumhuriyetle birlikte ana akım siyasetlerden birisi de gene, Cumhuriyet Halk Partisinin temsil ettiği, sol, sosyal demokrat bir hareket olmuştur ve Kürt hareketi de bunların arasına katılmıştır. Şimdi, bu 4 hareketten, Mecliste de temsili bulunan 4 hareketten herhangi birisini toplumsal dayanakları ortadan kalkmadan, Mecliste temsilsiz kalabilecek şekilde yukarıdan dizayn etmeye çalışırsanız bunun gerilimleri toplumsal çatışmalara yol açar.

Tam da burada başkanlık rejimiyle ilişkisini kurmak istiyorum. Bu ucube bir başkanlık sistemi olmakla birlikte, "başkancıl sistem" ya da belki ileriye götürüp "diktatörlük" falan da diyebiliriz teknik anlamda. Böyle bir sistemde 2 siyasi akım dışında başka siyasi akımın kendisini temsile yetki, yer bulması mümkün değil. Bunun yaratacağı toplumsal gerilimleri Türkiye'nin kaldırması mümkün değil. Dolayısıyla, geçen Burhan Kuzu'nun söylediği, sonradan düzeltmeye çalıştığı "MHP kapatılacaktır." tespiti siyaseten doğru bir tespittir. Burada, eğer böyle giderse, büyük ihtimaldir ki Kürt hareketi ve milliyetçi hareket kendisini Parlamentoda temsile yetki bulamayacaktır çünkü bunun arkasından da, anlaşılıyor ki, bir dar bölge sistemi gelecektir. Dar bölge sisteminde MHP'nin milletvekili çıkarması ya da bu tartışmalardan sonra kendi iç gerilimleri de göz önünde bulundurulursa temsili mümkün olmayacaktır. Bunun Türkiye siyasetine getireceği gerilimi Türkiye toplumu kaldıramaz. Aynı şey Kürt hareketi için de geçerlidir.

Bunun dışında, bu teklifi meşrulaştırırken en çok kullanılan kavram "istikrar" kavramı. Şimdi, "istikrar" kavramı aslında çok geniş bir kavramdır. Sadece hükûmet istikrarı, hükûmet sayısına indirgenemeyecek bir kavramdır. Öyle olsa bile, bakın, on dört yıllık AKP iktidarında 8 hükûmet değişmiş durumda, 8 kere hükûmet değişmiş, ayrı Bakanlar Kurulu oluşmuş, ayrı güvenoyu almış ama elli iki yıldır, çok partili hayata geçtikten bu yana Türkiye'de 39 ayrı hükûmet kurulmuş; oran daha fazla. Yani "AKP'nin istikrarı sadece hükûmet istikrarı." desek bile AKP'nin bu anlamda bir hükûmet istikrarını bile kurduğunu söylemek mümkün değil ama daha da önemlisi, istikrar sadece hükûmet istikrarı olarak ele alınamaz. "Siyasa istikrarı" dediğimiz, "politik istikrar" dediğimiz istikrar, asıl önemli olan odur. Bakın, devletin politikalarının başlıklarına bakalım, örneğin dış politika. Dış politikada Avrupa Birliği tam üyelik hedefinden Şanghay Beşlisine geldik. Suriye'de -hepiniz biliyorsunuz- iki üç kere çok radikal dönüşümler oldu, neredeyse bir yıl üst üste iki ayrı politik hattı tutturamadık. Ekonomi derseniz gene öyle. Hatta yargının istikrarına bakın, şu anda Türkiye yargısının üçte 1'i ya açığa alınmış ya tutuklanmış. HSYK, daha beş yıl önce bir Anayasa değişikliği yapıldı... Bürokratik istikrar deseniz, o zaten yerle bir, neredeyse kamunun tamamını bir cemaate teslim etmişsiniz. Dolayısıyla, Türkiye tarihinin en istikrarsız dönemidir şu anda AKP'nin topluma şiddet olaylarının bile gerekçesi olarak sunduğu istikrar tutkusu. Dolayısıyla, çok partili hayat istikrarsızlık getirmez; tam tersi, uzlaşmayı dayattığı için meşruiyet oranı da yüksektir ve istikrarı getirir.

Kullandığınız bir diğer kavram "elitizm". Yani, işte, bu, özellikle Anayasa'yı değiştirirken de çok kullanılan bir kavram ve genel olarak da sola, sosyal demokratlara, sosyalistlere yöneltilen bir suçlamadır. Bir kere, elit nedir? Bununla ilgili Sencer Ayata Hoca'nın güzel bir yazısı var T24'te ama ben de dilim döndüğünce bir söylemeye çalışayım. Bir kere, elitizm, eşitlik karşıtı olduğu için kötü bir şey olarak algılanıyor. Genellikle ilk ortaya çıktığı 17'nci yüzyıldan beri bu şekilde ele alınmış. Pejoratif yani aşağılayıcı anlamda kullanılıyor genellikle sağ siyasetler tarafından, -işte, elitler, Boğaz kenarında durup viski içerek dünyayı algılamaya çalışanlar, halka inemeyenler- ama zaman içerisinde, 18'inci yüzyıl, 19'uncu yüzyıldan sonra tam tersi, aristokrat ve teokratik, işte, toprak sahipliği kökeninden gelenlerin yanında, kendi yetenekleriyle herhangi bir meslekte toplum içerisinde sivrilip toplumda yer edinen liyakat sahibi insanlar hâlinde kullanılmaya çalışılmış. Ama asıl elit kriterinin, gelinen noktada, yöneten/yönetilen ayrımı olarak ele alınması gerekir. O zaman, baktığımız zaman, oldukça uzun süreden beri Türkiye'de, eğer elitizm bir suçlamaysa, herhâlde en büyük bu suçlamaya maruz kalabilecek siyasi hareket AKP'dir, hem sermaye dönüşümü hem toplumda yönetim erkini kontrolsüz bir şekilde kullanması nedeniyle. Dolayısıyla, bu getirdiğiniz suçlama da tamamen boş.

Her şeyden önce, bu Anayasa değişikliğine de zaten bu elitist yaklaşımınız damga vuruyor. Örneğin, Cumhurbaşkanının yüksekokul mezunu olması. Türkiye'de, TÜİK verilerine göre Türkiye toplumunun yalnızca yüzde 12'si yüksekokul mezunu. Niye böyle bir şart getiriliyor? Şimdi, ırkçı yaklaşım olarak "Türk olarak doğmak, doğuştan Türk olmak" koşulunu da getiriyorsunuz. Herhâlde bundan daha elitist bir yaklaşım olmazdı. Bu kavramınızın da, bu kavramın da...

ZEKERİYA BİRKAN (Bursa) - Çıkarıldı.

İLHAN CİHANER (İstanbul) - Çıkarıldı ama yaklaşımı ortaya koyuyoruz yani niye çıkarıldı, niye anlaşıldı?

BAŞKAN - Sayın Cihaner, toparlarsak...

İLHAN CİHANER (İstanbul) - Toparlamaya çalışıyorum.

Şimdi, bir elbise dikilmeye çalışılıyor -yani zaten anayasalar da genellikle böyle anlatılır- ama bu elbise, soyut, Türkiye toplumunun önümüzdeki dönemini karşılayacak bir profile uygun değil, sadece şu anda tarihsel olarak -teknik anlamıyla söylüyorum- somut bir profile göre dikiliyor. Bunun sonrasında herkes, her toplum, her siyasi hareket... Her kişi ölümlüdür. Bu başlar, gelir gider, kaybolur gider. Bundan sonra gelecek kişilerle kurulmak istenen, dikilmek istenen elbisenin gerilimi olduğunda bunun nasıl giderileceğine dair kesinlikle hiçbir önlem yok.

Bunun dışında, en çok kullanılan kavramlardan birisi de "meşruiyet." "Meşruiyet" kavramını kullanırken de gene "millî ve yerli" kavramını kullanıyorsunuz, "millet" kavramını kullanıyorsunuz. Bakın, "millî ve yerli" kavramını o kadar kötü kullanıyorsunuz ki örneğin, dış politikada, biraz önce bahsettiğim bu hızlı hat değişikliklerinden birinde -daha önceden biliyorsunuz- "BOP Eş Başkanıyım." diye Recep Tayyip Erdoğan bunu açıkça kendisi kendi sesiyle söylüyordu. Bu başka bir politik hatta oturuyordu ama herhâlde millî ve yerli değildi. Şimdi de Şanghay Beşlisine döndük. Herhâlde Şanghay Beşlisi Yozgat'ta konumlanmış bir şey değil.

BAŞKAN - Sayın Cihaner, lütfen toparlar mısınız.

İLHAN CİHANER (İstanbul) - Bunun neresi yerli, neresi millî? Ama, en büyük tehdit, en büyük tehlike de AKP'nin ele almış olduğu ve realize ettiği "millet" kavramında. AKP'nin "millet" kavramı, sadece kendisine iradesini teslim etmiş insanları millet olarak kabul ediyor. Örneğin, Gezi'de sokağa çıkan gençlerin -siz bunları farklı görüyorsunuz, velev ki dediğiniz gibi, öyle olsun ama- nihayetinde toplumun önemli bir kısmı -polis rakamlarına göre 10 milyona yakın insan sokağa çıkmış- AKP'ye göre milletin parçası değil. Gene, burada, anayasanın içerisinde Türkiye toplumunun temel gerilimlerinin hiçbirinin çözümüne dair bir öneri yok. Burada anlaşılıyor ki örneğin, Kürt sorununa dair bir çözüm perspektifi var mı? Bizim tartışmamız gereken şeyler odur. Anayasalar teknik metinler değildir. Buraya iki doktora öğrencisi getiririz, dünyanın en güzel anayasa metnini hazırlar ama bu bir metin fetişizmidir, şu andaki yaklaşım da odur. "Metin üzerinden gidilemez, güç ilişkileri vardır, bu güç ilişkilerinin arasında gerilimler vardır. Bu gerilimler toplum sözleşmesiyle nasıl giderilir? Olası riskler nasıl ortadan kaldırılır?"ın tartışması yapılırken "Yukarıdan bir toplum mühendisliğiyle bahsedilen belli politik figürler iktidarını nasıl sürdürür?" diye bir anayasa yapmaya çalışıyorsunuz. Dolayısıyla, kapsayıcı bir anayasa değil; Türkiye toplumunun temel meselelerini, Kürt meselesini, Alevilerin meselesini karşılamayan bir yaklaşım içerisinde...

Son olarak "meşruiyet" kavramına dair şunu da eklemek istiyorum: Şimdi, Anayasa Mahkemesi anayasanın oylanmasıyla ilgili olarak daha önceki kararlarında -çok "vesayet, vesayet" deniliyor ya- gizli oylamanın da geçerlilik şartı olduğunu ortaya koyuyor. Burada meşruiyeti ister hukuki meşruiyet olarak alalım, ister sosyopolitik meşruiyet olarak alalım, açık oy kullanılması hem milletvekillerinin kişiliğine hem iradelerine vesayetçi ve meşruiyet noktasında inanılmaz bir hakarettir. Umuyorum ki bu hakaretin kendinize edilmesine izin vermezsiniz, herkes kendi özgür iradesiyle girer, orada oyunu kullanır.

İleride konuşma fırsatı bulursam maddelere ilişkin de fikirlerimi söyleyeceğim.

Son bir şey söyleyeceğim, en önemlisi bu: Türkiye sahiden çok kritik bir kavşaktan geçiyor yani dış politikada, içeride özellikle Fetullahçı yapılanmanın akamete uğramış darbe girişimiyle, işte toplumdaki gerilim, fay hatlarının her an tetiklenmeye hazır olması, değişik terör gruplarının saldırılarıyla çok kritik bir kavşaktan geçiyor. Böyle kritik bir kavşakta sistemi komple değiştirecek ve uyum sürecinde Türkiye'yi bu tehditlere, bu kırılganlığını artıracak bir rejim dönüşümüne ya da -sizin deyiminizle- hükûmet ya da sistem dönüşümüne maruz bırakamazsınız. Bakın, HSYK üyeleri hukuktaki birincil sorunu, Fetullahçı yapılanmayı tasfiye etmek üzere önüne koydu -Hükûmetinden de önceliklerinden birisi, çok açık bu- ama siz hemen HSYK üyelerinin bu yasa yürürlüğe anda görevlerinin sona ermesini ve kısa sürede, bu görev yapanların, şimdiye kadar bu kritik dönemde görev alanların görevlerinin sona ermesini getiriyorsunuz. Burada hafızanın sıfırlanmasından tutun, bu yapıyla mücadeledeki birikimin de sıfırlanması anlamına gelecektir. Dolayısıyla, bu geçiş döneminin bu kadar kritik bir döneme denk getirilmiş olması Türkiye'yi hiç öngörmediğimiz bir risk ve tehditle de yüz yüze gelmek durumunda bırakabilir. Onun için, ben de daha önce söyleyen, söz alan arkadaşlarımın birçoğu gibi, sizi aklıselime ve Türkiye toplumunun tamamıyla uzlaşacak gerçek bir toplumsal sözleşme yapmaya davet ediyorum.

Teşekkür ederim.