Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
Konu | : | (2/1504) esas numaralı Kanun Teklifi'nin görüşme usul ve esasları hakkında görüşmeler |
Dönemi | : | 26 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 26 .12.2016 |
MİTHAT SANCAR (Mardin) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Değerli arkadaşlar, ben de usul üzerine fikirlerimi dile getirmeye çalışacağım, arkadaşlarım, grubum adına.
Beş günlük görüşme maratonu olmuş, onu maalesef burada bulunarak izleyemedim, katılamadım ama elimden geldiğince bilgi edinmeye çalıştım. Ola ki bir yanlışlık, maddi bir hata yaparsam bu eksikliktendir, onu da hoş görmenizi isterim.
Anlaşılıyor ki daha önce dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili Anayasa değişikliği görüşmelerinde yaşadığımız sorun burada da gündeme gelmiş. Muhalefet partileri daha fazla konuşmak, daha fazla söz almak, daha fazla değerlendirme yapmak istiyorlar, iktidar grubu da olabildiğince hızlı ve seri bir şekilde bu değişikliği Komisyondan geçirmeye çalışıyor.
Burada tartışmanın konusunun İç Tüzük olmadığı açık aslında. Yani İç Tüzük'e dayanarak iktidar grubu ya da buradaki çoğunluk grubu bazı kısıtlamalar getirebileceğini iddia edebilir, buna karşı muhalefet milletvekilleri de itiraz edebilirler. Her iki taraf da kendilerine göre haklı gerekçeler çıkarabilirler ama buradaki asıl mesele İç Tüzük tartışmasının çok ötesindedir, oraya boğmanın usulü de İç Tüzük'le sınırlı tartışmanın gerçeğe karşılık gelmediğini söylemek isterim. Nedir buradaki gerçek, nedir buradaki hakikat? Buradaki hakikat şudur arkadaşlar: Anayasa değişikliği önerisi, köklü bir değişiklik teklif ediyor. Evet, bize göre de bir rejim değişikliği önerisidir bu. Yani, cumhuriyet ile demokrasi arasında bağ kurmak için on yıllardır sürdürülen demokratik mücadelenin hedeflerinin tam tersi bir değişiklik öngörüyor; hem cumhuriyeti zayıflatmak, cumhuriyeti iyice bir köşeye sıkıştırmak istiyor hem de demokrasiyle arasındaki mevcut bağları da koparmak istiyor. Demokratik cumhuriyet diye bir hedefimiz var bizim. Hedefimizin bu iki unsuruna da ağır bir darbe indirecek bir değişiklik teklifiyle karşı karşıyayız.
Bu konudaki ayrıntılara şimdi girmeyeceğim. Asıl, usule bağlamak istediğim noktaları biraz daha öne çıkarmaya çalışacağım. Bu teklifi hangi şartlarda tartışıyoruz? Olağanüstü hâl şartlarında. 20 Temmuzdan bu yana olağanüstü hâl uygulanıyor ve olağanüstü hâlin nasıl uygulandığına dair pek çok tartışma yapıldı. Bizler de imkân bulduğumuz şartlarda ve platformlarda bu konulardaki değerlendirmelerimizi dile getirdik. Bir defa, Anayasa tartışmaları, Anayasa değişikliği, hele böyle önemli sonuçlar doğuracak Anayasa değişikliği görüşmelerinin özgürlükçü ve demokratik bir ortamda olması gerekiyor. Neden gerekiyor? Eğer amacınız gerçekten demokratikleşme yönünde bir ilerleme sağlamaksa toplumda geniş bir mutabakat oluşturmak zorundasınız. Hem demokratik meşruiyet kaygısı bunu gerektirir hem de Anayasa değişikliğinin kalıcı ve istikrarlı bir siyasi sonuç doğurmasını istiyorsanız bu gereklidir. Eğer mutabakat derdiniz yoksa, geniş bir mutabakat derdiniz yoksa toplumda, o zaman kendi çoğunluğunuza dayanarak ve şartları da olabildiğince kendi lehinize kullanarak hızla bu değişikliği geçirmek istersiniz. İktidar grubunun şu an yapmak istediği budur, bunu anlıyoruz, görüyoruz.
Bir defa, tek taraflı bir tartışma ortamı hüküm sürmekte Türkiye'de. Evet, pek çok yayın organı kapatıldı olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnameleriyle, muhalefetin konuşma imkânı bulabildiği kısıtlı bütün alanlar ortadan kaldırıldı. Sadece "tweet" attığı için gazeteciler içeri alınıyor ve üstelik suçlamalar çok ağır; örgüt üyeliğinden. Cumhurbaşkanına herhangi bir söz söylemek ciddi bir tutuklama tehdidi yaratıyor. Basın ve ifade özgürlüğü Türkiye'de şu an diplerde. Bunu sadece biz söylemiyoruz, uluslararası kuruluşlar da söylüyor. Peki, basın ve ifade özgürlüğünün bu kadar ağır kısıtlamalar altında olduğu bir ortamda demokratik bir tartışma yürütmek nasıl mümkün olacak, nasıl bir özgür mutabakat arayışı mümkün olacak? Mümkün olmayacak elbette.
Bunlara bir de şunu eklememiz gerekiyor, her vesileyle hatırlatmamız gerekiyor: Anayasa'ya ağır aykırı olduğunu bizlerin sürekli dile getirdiği, CHP temsilcilerinin de öyle olduğunu kabul ettiği dokunulmazlıklarla ilgili Anayasa değişikliğinden sonra HDP yani Meclisteki üçüncü büyük gruba sahip partide 12 milletvekili -eş başkanları dâhil- tutuklanmak suretiyle bu tartışmaların olabildiğince dışına itilmek isteniyor. Sadece o değil. Elbette bu son derece önemli; 12 milletvekili, eş başkanları dâhil, iki ayı aşkın bir süredir tutuklular. Anayasa'ya aykırı olduğu bariz, net; sadece Anayasa'ya değil, evrensel normlara da aykırı olduğu açık bir Anayasa değişikliğiyle partimiz bu çalışmaların dışına itilmek isteniyor. Yani, hem Parlamentoda böyle bir antidemokratik ortam yaratıldı hem de ülkenin genelinde basın-ifade özgürlüğü, toplantı, gösteri özgürlüğü askıya alında ve biz bu şartlarda Anayasa değişikliği tartışacağız. Nasıl bir Anayasa değişikliği? Gerçekten rejim değişikliğiyle sonuçlanacak bir Anayasa değişikliği. Yani, yeni bir anayasa yapmak kadar, hatta daha önemli bir Anayasa değişikliğini bu şartlarda tartışacağız.
Madalyonun öbür yüzüne bakıyorsunuz; bu teklifin asıl sahipliğini, savunuculuğunu Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan yapıyor. Sayın Erdoğan her gün canlı yayında, her gün kendi görüşlerini anlatıyor. Bu bir propaganda çalışmasıdır aynı zamanda. İktidar partisi, Başbakan ve bakanlar başta olmak üzere her gün televizyonlarda, canlı yayınlarda konuşabiliyorlar; tartışma programlarında onlara yakın, onların görüşlerini savunan gazeteciler her gün görüşlerini aktarabiliyorlar.
Bu kadar adaletsiz bir tartışma ortamında, bir tarafın ellerinin tamamen serbest olduğu, diğer tarafın ise sürekli köşeye sıkıştırılmak, elleri kolları bağlı bir dövüşe, bir boksa razı edilmek istendiği, zorlanmak istendiği bir ortamda böyle bir Anayasa tartışması yapılıyorsa başlı başına tehlikedir; ne getirirse getirsin, hatta çok olumlu şeyler içerse bile, içermiş olsaydı bile başlı başına bir tehlikedir; ileriye devredilecek çok ciddi bir kutuplaşma, kalıcı bir gerilim ve kavga potansiyelini içeren bir girişimdir.
Bunu da biraz sonra biraz daha açacağım ama dediğim gibi, bu şartları dikkate almadan usul tartışmasını da anlamlı bir şekilde yürütmenin imkânı yoktur. Elbette sesi bu kadar kısılmışsa muhalefetin, elbette imkânları, kendini ifade ve görüşlerini savunma imkânları bu kadar gasbedilmişse muhalefetin, diğer imkânları değerlendirmeye çalışacaktır. Bu imkânların başında da Parlamento geliyor.
Daha önceki tartışmalarda, hatta bu Komisyondaki görüşmelerde de söylemiştim. Parlamentonun kökü "parla" kelimesidir yani "konuşma"dan gelir; söz, konuşma, Parlamento bunun üzerine kurulmuştur, Latince kökü de budur. Dolayısıyla, burada, konuşmayı kısıtlamaya yönelik her girişim Parlamento kavramının, kurumunun ruhuna, parlamenter sistemin ana mantığına aykırıdır. Hele muhalefet, kamuoyunda bu kadar çok kısıtlamayla, kuşatmayla karşı karşıya kalmışsa Parlamentoda daha çok konuşmak isteyecektir. Bu son derece meşru bir haktır. Üstelik, dediğim gibi, böyle bir değişikliği tartışan bir Komisyonda söz kısıtlamaya yönelik manevralar yapılırsa o zaman amacın başka bir şey olduğu, Hükûmet kanadının, iktidar kanadının amacının başka bir şey olduğu şüphesi, çok daha büyük bir haklılık kazanmış olur.
Evet, ben de bu bağlamda, yeterlilik önergelerinin usule aykırı olduğu görüşündeyim arkadaşlarımızla birlikte. Cumartesi günü yapılan oylamanın da geçersiz kabul edilmesi gerektiğini savunuyorum. Yeniden bir oylama mı yapılır, yoksa o karar geri mi alınır, bunu Divanın mutlaka değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum. Geneli üzerindeki görüşmeler ne kadar devam ederse etsin, bunları kesmek ve kısıtlamak kesinlikle doğru olmayacaktır.
Şimdi, acelenin ne olduğu konusunu da sormamız gerekiyor. Bir planınız var büyük ihtimalle, iktidar grubunun bir planı var, kendine göre bir zaman planı var ve Komisyon çalışmalarını da, Genel Kurul görüşmelerini de bu plana uydurmaya çalışacaktır. Ama, bu zaman baskısının ülkenin menfaatine olduğunu kanıtlayacak hiçbir gerekçe, inandırıcı gerekçe gösteremiyor iktidar milletvekilleri ve sözcüleri. Mesela, Türkiye'nin neden böyle bir değişikliğe acil ihtiyacı olduğunu kim anlatabilir, bilmiyorum. Neden, neden? Türkiye on dört yıldır koalisyonlarla yönetilmedi, Türkiye on dört yıldır tek parti Hükûmeti tarafından yönetiliyor. Daha güçlü bir Hükûmet mi istiyorsunuz, daha güçlü bir yürütme mi istiyorsunuz? Niye? Neden daha güçlü bir yürütme ihtiyacı var Türkiye'nin?
Bakın, 1 Kasımda, 7 Hazirana göre çok daha güçlü bir yürütme çıkardınız, Türkiye istikrar görmedi. Bu istikrarsızlığın sebebini başka faktörlere bağlamak yerine, yönetme konusundaki beceriksizliğin ve demokrasiden uzaklaşma niyetinin buradaki belirleyici rolünü daha açık tartışmayı neden denemiyorsunuz? Demokrasiden uzaklaştıkça, hukuk devletinden uzaklaştıkça, özellikle hukuk devletinden uzaklaştıkça istikrar bulmanız mümkün değil arkadaşlar. Ekonomik istikrar da buna dâhil ama bundan çok daha önemlisi, siyasal ve toplumsal istikrardır. Siyasal ve toplumsal istikrar, kutuplaşmanın olabildiğince azaltıldığı, toplumsal diyalog kanallarının açık olduğu ve mutabakat arayışlarının bir kenara itilmediği bir ortamda gerçekleşebilir. Aksi, sürekli bir gerilim, sürekli bir kutuplaşma havasıdır ve bundan da hiç kimse fayda görmez, toplumun tamamı ortak bedel öder, Hükûmet kanadı da -istediği çoğunluğu elde etsin- bundan hayır görmez.
Bakın, 12 Eylül şartları ve Anayasası'yla kıyaslanıyor. Bunu şimdi sadece not olarak düşeceğim, daha sonraki aşamalarda görüşmelerin biraz daha ayrıntılı anlatacağım. 1982 Anayasası'nın da en önemli düzenlemesi, kurumu, Cumhurbaşkanlığıydı. Bunu uzun süre pek fazla dile getiren olmadı. Ben akademideki çalışmalarımda da hem Anayasa'nın aşil topuğunun o olduğunu söylemiştim hem de potansiyel kriz kaynağının esas Cumhurbaşkanlığının konumu olduğunu belirtmiştim çeşitli yazılarımda, çeşitli konuşmalarımda ve derslerimde. Neden böyleydi? Şunun için, basitçe: Cumhurbaşkanı güçlendirilmişti. Parlamenter sistemde olabilecek sınırların çok ötesinde bir konuma, güçlü konuma yerleştirilmişti ve fakat kafada belli bir Cumhurbaşkanı tipi vardı, belli bir Cumhurbaşkanı modeli, kişi modeli vardı. sürekli vesayetin kontrol edeceği ya da önereceği, destekleyeceği bir Cumhurbaşkanının olacağını, seçileceğini varsayarak yapmışlardı bu Anayasa'yı. Hani "Kenan Evren kendine göre yaptı deniyor. Hayır, şahsına göre, belki, tabii, ilk dönem, şahsına göre düşündü fakat sonrasında da kendisinin savunduğu çizgiyi devam ettirecek cumhurbaşkanlarının seçileceğini varsaydılar ve bu varsayım üzerine Anayasa'yı kurdular. Nerede çöktü? Tam da Cumhurbaşkanı, istedikleri kişilerden, çevrelerden değil, tamamen, o zaman kendilerine göre karşı oldukları çevreden seçilme ihtimali doğunca kriz ortaya çıktı. Ne kriziydi? Bir sürü ifadeyle anılıyor o kriz. 367 kriziydi ama bütün hepsinin ortak noktası şuydu: 367 de bir sonuçtu, berbat bir sonuçtu, diğer bütün tartışmalar da sonuçtu; mesele, Cumhurbaşkanlığını kontrol etmekti. Cumhurbaşkanlığını kontrol etmek için her yöntemi meşru gördü o zaman, kendilerini muktedir sayan çevreler. Ama, bu kriz, başka bir kriz yöntemiyle aşıldı, o zaman da uyardık. Cumhurbaşkanının hem parlamenter sistem devam edecek hem de halk tarafından seçilmesi öngörülecek bir değişiklik yeni krizlere gebedir dedik. Oraya şimdi girmeyeceğim, daha sonra bunları da açacağım. Şimdi, bu teklife bağlayayım.
Bakın, bütün sistem tek kişiye göre biçimlenmiştir. Çok samimi konuşabilsek bunun mümkün olmadığını biliyorum, hepimizin diplomatik dil kullanma ihtiyacı var, hepimizin gerçeği biraz giydirerek ifade etme mecburiyetleri var. Dolayısıyla, burada herhangi bir akademik görüşme ya da dostlar arası, arkadaşlar arası muhabbet ortamında konuşamayız. Bu teklifin tek sebebi olduğunu hazırlayanlar da, iktidar grubu da, savunanlar da biliyorlar: Sayın Erdoğan'ı olabilecek en geniş yetkilerle ve en zayıf denetim sistemiyle tek adam olarak başa geçirmek. Bunun tek sebebi, bu değişikliğin, bu tartışmanın uzun süredir tek amacı var. Bu söylense belki de bu kadar tartışma yapılmayacak, belki usul tartışmasına gerek kalmayacak. Bunu itiraf edebilse Hükûmet sözcüleri, AKP temsilcileri, deseler ki ya bizim derdimiz bu, oraya bir sürü madde yazdık, o maddeleri de boş verin yani biz de biliyoruz bu maddelerin nasıl kolay aşılabileceğini.
MUSA ÇAM (İzmir) - Naci Hoca birazdan itiraf eder.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Amasya) - CHP'nin itirafını bekliyorum CHP'nin.
MİTHAT SANCAR (Mardin) - Naci Hoca bir durun hele, bir durun şimdi, karşılıklı konuşmayın, sonra devam edin o konuşmaya. Zar zor zaten toparlıyorum.
Şimdi, tek kişi yönetimi isteniyor, bu çok açık; kuvvetler ayrılığı sistemi değil, bu çok açık. Yani ben hani burada uzun uzun bir şeyler anlatmayı bile gerekli görmüyorum. Kuvvetler ayrılığı sistemi değil bu, bu çok net bir kuvvetler birliği sistemidir.
Şimdi, biraz önce Cumhurbaşkanlığı kurumu hakkında söylediklerime bağlayayım. Burada, şimdiki Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan'a göre bir model kuruluyor. Eğer ilk seçimde veya diyelim ki ilk seçimi atlattınız, ilk seçimde -2019 öngörülüyor- Sayın Erdoğan aday oldu ve seçildi. Meclis çoğunluğu da kendine göre, kendine uygun ortaya çıktı. Sadece bir dönem ertelemiş olursunuz. Bu çoğunluk değişecek arkadaşlar, isterseniz Anayasa'yı askıya alın, isterseniz bütün özgürlükleri kaldırın; bir gün gelecek ve değişecek. Ben size öngörümü söyleyeyim, 2019'da da bu çoğunluğu yakalama ihtimaliniz zayıf, çok zayıf. 2024'te bana imkânsız geliyor. Eğer seçimleri ilga etmeyi düşünürseniz ülkeyi çok korkunç bir kaosa yani şekli hâle getirecek düzenlemeler yaparsanız veya fiilen engellerseniz ülkeyi korkunç bir kaosa sürüklersiniz. Şimdi, kritik nokta şu: Muhalefet bastırılıyor, Anayasa ihlal ediliyor, evrensel kurallar hiçe sayılıyor, olağanüstü hâl şartlarında korkunç hukuksuzluklar, korkunç haksızlıklar yapılıyor. Dış politikada çok büyük çöküşler ve çok büyük bedelleri ödemeyi gerektiren korkunç yanlışlar yapılıyor. İşte, hiç somut örneklere girmek istemiyorum yani şu an El-Bab'da olan, IŞİD'in yayınladığı söyleyen videolar, Hükûmetin bu konudaki çıkmazları ve bana göre son derece aciz hâli, topluma çok ağır bedeller ödettirildiğini gösteriyor. Bunların hepsi var, onları da ayrıntılı zikretmeyeceğim. Asıl vurgulamak istediğim noktaya doğru devam edeyim, oraya doğru ilerlemeye devam edeyim.
Evet, bu kadar büyük yanlışlıklar, bu kadar büyük haksızlıklar, bu kadar büyük baskılar yapılıyor içte ve dışta. Şu an yüzde kaç oyunuz olduğunu bilmiyorum ama sürekli yüzde 50, 51, 52'den söz ediyorsunuz. Yüzde 50-51 destek belki vardır bilemem, şu an kamuoyu yoklamaları ne gösterir; yüzde 50-50 olsa, yüzde 50 destek ve yüzde 50 nefret var. Bunu görmeniz gerekiyor yani şunu görmeniz gerekiyor: Yüzde 50 destek varsa bile yüzde 50 muhalefet değildir, yüzde 50 rahatsızlık değildir, karşısındaki yüzde 50 sürekli nefret dolan, büyük bir öfkeyle dolmuş kitledir. Toplamda bu tabloya baktığımızda korkunç bir kutuplaşma ve öfke, her iki tarafın birbirine karşı öfkesi.
Devam ediyoruz, yarın öbür gün iktidar değiştiğinde veya Cumhurbaşkanlığı seçimi sizin öngördüğünüz şekilde sonuçlanmadığında ne çıkacak? Devamlı bir devrisabık, devamlı bir rövanşizm, devamlı bir intikamcılık çıkacak. Gelecek çoğunluklar, yeni çoğunluklar, eskinin hesabını sormak için, açılan bütün hukuksuzlukları kullanmaya kalktığında ben itiraz edeceğim, biliyorum, arkadaşlarım, partim itiraz edecek ama sizin itiraz etmeye hakkınız olmayacak. Siz bugün bu kadar hukuksuzluk yaptıktan sonra bu hukuksuzluklarla, bu haksızlıklarla bu kadar ağır bedeller ödettirdikten sonra birileri size bunu yapmaya kalkarsa o zaman siz buna itiraz edemeyeceksiniz. Bu sistem, mutlak rövanşizmi korkunç bir şekilde besliyor. Bizim kaygımız, şahsımıza, partimize değil; bizim kaygımız, Türkiye'nin geleceğine ilişkindir. Mutabakat arayışından vazgeçen, köklü öfke ve kutuplaşma zeminini derinleştiren, besleyen bir Anayasa değişikliği getiriyorsunuz ve bunu da olabildiğince hızla, bu antidemokratik ortamda, kamuoyunda tartışılmadan, burada da en az tartışarak geçirmek istiyorsunuz. Türkiye'nin geleceğine zaman ayarlı bomba yerleştiriyorsunuz. Buradan çıkış olmaz.
Daha önce cemaatin kontrol ettiği yargının kararlarıyla ilgili söylemiştim, sayısız yazı yazdım orada da, söyledim. Yollar ve sonlar birbirine karışırsa sonuç felaket olur. Yani, kullandığınız yol varacağınız sonu belirler. Eğer haksız ve kirli bir yol kullanıyorsanız varacağınız sonuç mutlaka haksız olacaktır. Araç, amacı meşrulaştıramaz ama cemaat kontrolündeki yargı organları "Biz kendi kontrolümüzü, kendi iktidarımızı, çıkarlarımızı sağlamlaştırmak için her yolu kullanma hakkına sahibiz; mubahtır, meşrudur." dediler. Makyavelizmin en çapsız, en çürük, en kokuşmuş hâlini kullandılar. Bakın, sizi uyarıyorum tekrar, o zaman da uyarmıştık, Hükûmeti ve bu kararları veren organları da uyarmıştık: Bu, felakete gider. Net olarak -yazılarım duruyor- şunu söylemiştim: Eğer siz bunları şimdi kullanırsanız yarın birileri gelip bunları size karşı kullandığında itiraz etme hakkınız kalmaz. Size de söylüyorum, söyledim, şimdi tekrar ediyorum: "Her yöntemi kullanmak mübahtır, yeter ki sonuca varalım." anlayışını kullanırsanız yarın öbür gün bu size karşı kullanıldığında itiraz etme hakkınız olmaz. Bizim olur, sizi de savunacağız, söz. Yani, bugün nasıl mağduriyetlerden söz ettiğimizde cemaati değil, o hukuksuzluğu değil, o kirli yöntemleri değil ama mağdura, kime yapılmış olursa olsun, haksız bulduğumuz bir uygulamaya karşı çıkmak için nasıl böyle yapıyorsak yarın da aynısını yapacağız. Yarın da bugün bu yöntemleri kullananların mağduriyete uğraması, haksızlığa uğraması hâlinde biz yine haksızlığa karşı çıkacağız.
Şimdi, asıl meselenin şu olduğunu görün: Bir kişiye göre bir sistem kuruluyor, bir kuvvetler birliği sistemidir bu, Türkiye'yi en az bir 4 dönem korkunç -bu kelimeyi sürekli kullandım, birkaç kere- bir rövanşizm arzusuna, tuzağına iteleyen bir yaklaşımdır bu. Buradan biz -bu nesil de, gelecek nesiller de- asla hayır görmeyiz arkadaşlar.
Şu an yaptığınız şeyin bir başka özelliği var. Aslında, hukukta ve Anayasa değişikliklerinde nedense bu yöntem size cazip geliyor, "Yıkalım." diyorsunuz, "Bozalım." Evet, doğrudur, bozabiliyorsunuz. "İnşa edelim." dediğinizde inşa yok. Bakın, şu teklif, bozma teklifidir, anayasa fikrini bozma teklifidir, anayasa kavramının geleneksel içeriğini bozma teklifidir. Mevcut kötü sistemi bile -yani bir sistem var, kötüdür ama var şu an, 1982 Anayasası'nda- çökertme teklifidir. İnşa? İnşa yok. Yerine ne koyacaksınız? Yok, yerine bir sistem konulmuyor. Daha önce, milletvekili olmadan önce de AKP'li hukukçularla konuştuğumuzda, "Ya, şu, şu, şu, şunları yaptığınızda şu boşluklar doğuyor, ileride şu sorunlar doğar." "İleride doğarsa bakarız." demişlerdi, aynı mantık devam ediyor. "Biz şimdi çökertelim, şartlar bizim lehimizde akar, o zaman da buna bir inşaat yaparız." Nasıl yapacaksınız? "Önemli değil, bunun planının sağlam, imar izninin mevcut olup olmadığı önemli değil; biz bu inşaatı bir şekilde tamamlarız." Sağına uyduruk bir kat mı çıkarsınız, tepesine acayip bir şey mi yaparsınız...
MUSA ÇAM (İzmir) - Kaçak inşaat mı Hocam?
MİTHAT SANCAR (Mardin) - Kaçaktan beter bir inşaat; plansız, imarsız ve bana göre, meşruiyet anlamında, izinsiz.
GÜLAY YEDEKCİ (İstanbul) - Biz zaten hep böyle inşaatlarla doluyuz.
MİTHAT SANCAR (Mardin) - Şimdi, evet, doğru diyorsunuz, ben ona da değinecektim ama yani inşaatın Türkiye'de ekonominin temeli olarak bu iktidar tarafından görüldüğünü biliyoruz.
BAŞKAN - İç mimariye de girersiniz belki.
MUSA ÇAM (İzmir) - Çevre ve Şehircilik eski Bakanı burada, izin vermez.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Amasya) - Musa Bey kaçak konuşma yapıyor.
MİTHAT SANCAR (Mardin) - Olsun ama böyle konuşalım, gerçekten konuşalım, Musa Bey de oradan konuşsun, sataşmalar böyle olsun. Ama sizden ricam, burada kavgayı, tartışmaları boğma aracı olarak hiç kimse kullanmasın. Bunu dokunulmazlıkların kaldırılmasıyla ilgili görüşmelerde çok vahim bir şekilde yaşadık ve bunların hesabı, maalesef, görülmüyor, kimse hesaplaşmaya, kimse yüzleşmeye yanaşmıyor. O zaman da Sayın Bakana ve sayın grup başkan vekillerine, bütün kayıtları izleyelim, biz dâhil, kimin suçu varsa özür dilemeye hazırız dedik, yapılmadı, ona da yanaşılmadı. Yüzleşmeden gidebileceğimiz fazla bir yer yok Sayın Bakanım, değerli arkadaşlar. Hatalarımızla yüzleşmek zorundayız. Haklılık iddiasını mutlaklaştırdığınız yerde haksızlık kaçınılmaz olur. "Yaptığım her şey doğrudur." mantığı, bir toplumun başına gelebilecek en felaket yönetim anlayışlarından biri, belki birincisidir; tartışmaya açın. Tabii ki şu söylediklerimin naif olduğunun farkındayım yani burada gerçekten samimi bir tartışma yürütmenin mümkün olmadığını bu kadarlık, bir buçuk yıllık parlamenter tecrübemle yeterince öğrendim. Belirlenmiş bir hedef var, çizilmiş bir çerçeve var, diğer bütün aşamalar teferruattır, bunu biliyorum, öyle görüldüğünü biliyorum. Dolayısıyla, bu çağrımın fazla naif kaldığının farkındayım ama bizim bir isteğimiz, bir çabamız var, bu naiflik aptallık değildir, bundan vazgeçmeyeceğiz, kimse bunu da aptallık sanmasın ama, naifliğimizi bir noktada korumaya devam edeceğiz. Aptal değiliz ama bu naiflikte ısrar edeceğiz. Darbe Komisyonunda da yapmaya çalıştık bunu, orada da aynı sonuçla karşılaştık. Bu tecrübelerin büyük hayal kırıklığı olduğunu, bu anlamda, tekrar söyleyeyim, şahsım adına değil, gelecek kuşaklar adına, gelecek kuşaklar ve Türkiye'nin geleceği adına. Tekrar şu rövanşizmi Türkiye'nin kaderi hâline getirmeye dönük, sistem yaratmaya değil kaos üretmeye yönelik bu teklifi çekmenizi tabii ki öneriyorum ama çekmiyorsanız sonuna kadar sınırsız tartışma yollarını kapatmayın lütfen. Burada konuşabildiğimiz kadar konuşalım, bunun kimseye zararı olmaz, bilakis tarihe de, gelecek kuşakların bizi yargılayacağı zamanlara da bir adil katkı olur.
Efendim, ben biraz uzun konuştum, teşekkür ediyorum.