| Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
| Konu | : | Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/1504) |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 23 .12.2016 |
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; evet, birkaç gündür burada son derece yoğun ve ciddiyetle tartışılan görüşleri ben de dikkatli bir şekilde dinliyorum. Bugüne kadar dinlediklerim içerisinde birçok görüşün, aslında burada zikredenler tarafından da kamuoyunda sıkça tartışıldığı, yoğunlukla tartışıldığı ve hepsinin de bilinen şeyler olduğunu ben de biliyorum. Aslında burada bir hukukçu olarak sizlerden daha fazla bir şey söylemek imkânım yok. Sizlerin bilmediğiniz bir şeyi de benim bilmem söz konusu değil. Aslında hepimizin bildiği bir şeyleri konuşuyoruz ama aslında konuşmuyoruz, birbirimizle hangi kaleye nasıl gol atarız mücadelesi içerisindeyiz; aslında aynı takımda sol açık, sağ açık gibi -Karadeniz deyimiyle anlatayım- oynadığımızı fark edersek başka bir kaleye gol atma olanağımız doğabilir diye düşünüyorum. Burada gördüğüm şey şu: Biz, burada, bir sorunu tüm bütünlüğü içerisinde, hepimizin bilmesine rağmen, kendi bildiklerimiz doğrultusunda kabullenilmesini ve o doğrultuda algılanarak çözümlenmesini istiyoruz ama ne durum burası, ne Türkiye burada ne de dünya böyle bir yerde.
Bakın, çok kısa süre önce, Rusya'nın Ankara Büyükelçisi burada son derece menfur bir saldırıda katledildi. Sayın Büyükelçiyi gerçekten zor bir dönemde tanıdım, tanımaktan da çok büyük mutluluk duydum. Uçak krizi olduğu dönemde, havacılık hukukuyla olan ilgimden dolayı gazetelerde, televizyonlarda şöyle bir açıklamada bulunmuştum: "Evet, bizim Hava Kuvvetlerimiz uçak krizine ilişkin açıklamasında ne söylüyorsa doğru söylemiştir. Çünkü geçmişte de Hava Kuvvetleriyle ilgili çeşitli çatışma olaylarında tartışmalar yaşanmış, Hava Kuvvetleri bu tartışmalarda kamuoyunu bilgilendirmelerinin tamamında yüzde yüz doğruyu söylediğini kabul ettirmiş, nitekim bu konuya ilişkin uluslararası hakem heyetlerinde, mahkemelerde de Hava Kuvvetlerinin görüşleri teyit edilmiştir ve Türkiye haklı çıkmıştır. Ancak vurma kararının doğru olup olmadığı havacılık terminolojisi açısından tartışılabilir. Bu anlamda, Türkiye'nin hava sahasının ihlal edilmesi hatta daha öncesinden çeşitli füzelerin Türk hava sahası üzerinden, ihlal edilerek Türk sınırına gönderilmesi, Türkiye'nin de egemenlik haklarının ciddi anlamda riske edilmesi anlamına gelir ki bu da kabul edilebilir bir durum değildir." diye açıklama yapmıştım. Bu açıklamadan birkaç ay sonra Sayın Büyükelçi, çok sevdiğim, çok kıymet verdiğim değerli, eski bir devlet adamı, bir bürokrat vasıtasıyla, Sayın Kemal Baytaş vasıtasıyla bizimle irtibat kurdu ve o zaman sarf ettiğim bir cümleden dolayı biraz da sitemkâr bir görüşme başladı. Şunu söylemiştim: "Rusya gibi çok büyük bir devletin Devlet Başkanının televizyon ekranlarına çıkıp, önüne bir cihazı alıp 'Bu kara kutuyu deşifre edeceğim.' demesi Rusya'nın büyüklüğüyle -yakışmıyor- doğru orantılı bir davranış değildir, doğru da bir şey değildir." demiştim. Niçin? Çünkü hepimiz biliriz ki, havacılıkla ilgilenen insanlar bilirler ki savaş uçaklarının kara kutusu olmaz. Nitekim bu açıklamamdan bir gün sonra Sayın Putin kara kutunun arızalı olduğu açıklamasını yapmış ve kara kutu konusunu gündemden kaldırmıştır.
Burada anlatmak istediğim şey şu: Bu Büyükelçi aslında sıradan bir insan değildi. Tanıştığımızda uzun uzun görüşmüştük. Ona şunu söylemiştim: "Ben muhalif bir partinin milletvekiliyim ama sonuç itibarıyla aynı geminin içerisindeyiz, bu ülkenin kaptanı biz değiliz ama bu geminin içerisinde bizim de bir görevimiz var. Biz de o görevimizi ülkemizin çıkarları doğrultusunda mümkün olduğu kadar doğru bir şekilde yapmak isteriz. Rusya bizim Atatürk'ün de vasiyet ettiği tarihî komşumuz, özenle ve özellikle, dikkatle komşuluk ilişkilerini yürüttüğümüz bir komşumuzdur. Bu itibarla sizin Türkiye'yle ilişkilerinizde bu uçak krizini baz alarak, yaşanmış olan bu olayı baz alarak tek başına buradan bir husumet çıkarmanız Türkiye açısından da Rusya açısından da telafi edilemeyecek sonuçlara doğru sürükler, bunun zaman içerisinde ağır bedellerini hep beraber öderiz." demiştim. Ve o dönemde kendisiyle yaptığımız görüşmede kendisinin Türkiye'ye gelmezden önceki görevini sormuştum ve Dışişleri Bakanlığında genel müdürlük görevini yürüttüğünü söylemişti. Ben de bunun üzerine biraz daha üzerine gittim ve dedim ki: "Sayın Büyükelçi, bizde de genel müdürlükler var Dışişleri Bakanlığımızda ama genel müdürlüklerin işte, görev alanları vardır. Sizinki hangisiydi?" Bana şunu söylemişti: "Ben özellikle Orta Doğu, Yakın Doğu, Asya, Balkanlar, Kuzey Afrika bölgesinde bugün görev yapan bütün konsolosları ve büyükelçileri yetiştiren genel müdürdüm. Bugün burada görev yapanların tamamını ben yetiştirdim." Onun için, bu menfur cinayetle son derece başarılı bir diplomat, iyi bir Türk dostunu kaybettiğimizi ifade etmekte yarar görüyorum, bundan da üzüntülerimi bir kez daha paylaşmak istedim.
Burada, belki bunun arkasından şuna bakabilirsiniz: İktidar ve muhalefet ne yapabilirler? Bu, belki de çok ciddiye alınmayabilir ama Türkiye-Rusya ilişkilerinin yeniden telafi edilmesinde bir muhalefet milletvekilinin ilk başlattığı adımlar, sonra devreye o dönem içerisinde planlandığı şekilde soktuğumuz iş adamları ve bugün yeniden kurulmuş olan ilişkiler... Doğru olan, ülkemizin çıkarlarını iktidar ve muhalefet olarak doğru analiz edip doğru takip etmemizdir.
Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; geçen hafta sonu Sayın Cumhurbaşkanı Trabzon'da yapılmış olan stadyumun açılışına geleceği için bizler de o stadyumun açılışına katılmak üzere buradan hareket ettik. Anadolu Havayollarında Ulaştırma Bakanını ve çok sayıda kıymetli bakanlarımızı, siyasetçilerimizi gördüm, mutlu oldum, onların da açılışa katılacak olmaları bir Trabzonlu olarak beni de çok mutlu etti. Ama uçağın içerisinde gezen bir korumanın belinde kocaman bir silahla gezdiğini görünce de dehşet içerisine düştüm. Çünkü uluslararası havacılık mevzuatı gereğince, bir korumanın, kim olursa olsun, uçak kabinine belinde silahla binmesi mümkün değildir. Bu hem havacılık IATA kuralları açısından kesinlikle yasaklanmıştır hem de uçak güvenliği açısından, korumanın güvenliği açısından da yasaklanmış bir durumdur. Buna ilişkin mevzuatlar vardır. Nitekim sayın korumayı bir müddet sonra horul horul uyurken gördüm, iyice dehşete düştüm. Bunun üzerine kural gereği kabin amirini davet ettim ve kendisine korumanın belindeki silahı görüp görmediğini sordum. Farkında olduklarını söyledi, binerken de fark ettiklerini ama engel olamadıklarını söyledi. O hâlde gidin ve kendisini derhâl uyandırın dedim. Onun uyuması yalnızca kendisinin değil, uçak içerisindeki bakanların da milletvekillerinin de yolcuların da herkesin hayati tehlikesini maksizime eder. Nitekim, Rus Büyükelçinin öldürülmesinde olduğu gibi benzer bir durum olabilirdi. Ama ne yazık ki korumanın bu uyarımıza rağmen -uyandı ama- daha sonrasında da farklı bir tavır sergilediğini düşünmüyorum. Hangi bakanın, kimin koruması olduğu hiç önemli değil; önemli olan buradaki mantık, anlayış, bir zihniyeti anlatmak istiyorum; bir öz güven patlamasını, meydan okumayı, yasaları hiçe saymayı, yasayı yok saymayı, "Yasayı yalnızca ben bilirim, benim söylediğimdir ulusal menfaatler, benim söylediklerimdir çıkar." diye düşünme anlayışıdır. Aslında yerleştirdiğiniz temel kök burası, yanlış, bir yanlıştan dönme erdemini göstermeme direnci, ısrarı.
Hepimiz her sabahleyin sabahın kör ışıklarıyla uyanıyoruz. Ülkenin her tarafından ekranlara yansıyan, medyaya yansıyan büyük dramları, acıları hepimiz görüyoruz. Bugün öyle kötü bir günde konuşuyorum, öyle talihsiz bir günde ki dünden beri hepimizin morali çok bozuk. Çocuklarımız, evlatlarımız can vermişler. Ben beklerdim ki Sayın Komisyon Başkanı bugün bu acımızı bir ulusal birliktelik saysın, "Bu Komisyonu tatil ediyorum arkadaşlar, gidin, pazartesiye kadar acımızı yaşayalım. Pazartesi günü gelin, devam ederiz. Hiçbir şey canımızdan, birlikteliğimizden, acılarımızı paylaşmamızdan daha önemli olamaz." diyebilseydi ama demedi, demiyoruz. Çünkü sabahın kör ışıklarıyla minicik yavrularımızı karanlıklara sürüyoruz ve o minicik yavrular her gün ekranlarda bir şekilde, sokaklarda büyük tehlikelerin olduğunu, büyük dramların yaşandığını biliyorlar; yalnızca bizim çocuklarımız değil, sizin çocuklarınız da. Bunların hepsi bizim çocuklarımız. Her sabah size söylüyorlar, uyanmak istemiyorlar; okul karanlık, okul onlar için kâbus. Ruh hâlleri, psikolojileri ne oluyor? Ama geri adım atmıyorsunuz. Enerjiymiş, paraymış vesaireymiş cehennem olsun. Daha nelere para ödemiyoruz, çocuklarımızın psikolojisi için değer mi? Ama hiç, hiçbir şekilde ona da itibar etmiyoruz. Çocuklarımızın geleceği bile siyasi bir kararlılıkla, "Ben söyledim, burada da ısrarlıyım." dayatmasıyla ne yazık ki siyasetin içerisinde kaybolup gidiyor.
O hâlde, bir bakıyorum ben, bu Türkiye'de neler oluyor, biz neleri konuşuyoruz, niçin bu Anayasa tartışması var, aslında neler olup bitiyor da biz Anayasa tartışması gibi bu olan biteni bir şekilde algılamaya çalışıyoruz? Bence çok şey oluyor. Bunun adına ne söylerseniz söyleyin, bana sorsalar "Adını ne koyarsın?" deseler, bunu adı... Hani Einstein'a soruyorlar ya "Üçüncü dünya savaşı nasıl olacak?" diye, o da diyor ya "Dördüncüsünü biliyorum." Bence bu üçüncüsü çünkü bu çok açık. Biz buraya nasıl geldik? Bunu isterseniz beraberce bir takip edelim. Neredeyiz biz ve neyin ortasındayız, bunu belirleyebilirsek o zaman sorunları daha kolay çözeriz, daha kolay yakalarız.
Bakın, bulunduğumuz coğrafyanın, hepimiz biliyoruz, iki çok önemli özelliği var: Bir jeopolitik, bir de tarihsel mirası var. Bu coğrafya dünyanın hiçbir coğrafyası kadar kolay değildir. Bu ülkeyi yönetmek inanılmaz zor bir şey. Evet, sizin de işiniz çok zor, anlıyorum sizi. Burayı yönetmek olağanüstü zor ama burayı yönetirken bilime, akla, liyakate, kariyere, sadakate, bunlara temel olan yönetim biçimini dışlamayı siz kabul ettiğiniz için bugün savruluyorsunuz. Oturmanız gereken zeminden siz uzaklaşıyorsunuz. Bakın, bir kısa tarih turu yapalım, "Neredeyiz, nasıl bir anayasaya ihtiyacımız var?"a isterseniz oradan başlayalım. Ne zamana kadar Osmanlı İmparatorluğu? Ta ki "Gama" denilen bir katilin Ümit Burnu'nu geçip Hindistan'a ulaştığı döneme kadar. Niçin? Çünkü, Gama, Ümit Burnu'nu geçip Hindistan'a ulaştığı zaman Avrupa'nın temel ekonomik ihtiyaçlarını karşılayacak bir yol bulunmuştu. Böylece, Osmanlı'nın tümüyle kontrolü üzerinde olduğu İpek Yolu'ndaki gelir kaynakları artık çökmeye başlamış ve tam da o dönemde Amerika Kıtası keşfedilmiş, Amerika Kıtası'ndan büyük bir ekonomik kaynak Avrupa'ya akmaya başlamıştı. Avrupalı, gıda ihtiyaçlarını artık İpek Yolu üzerinden karşılama mecburiyetinden kurtulmaya başlamıştı. Doğal olarak Avrupalının bu ekonomik dönüşümü, kaynakları başka bölgelerde araması, Osmanlı'nın da buna ilişkin hazırlık yapamaması... Zaman içerisinde "Yok efendim, Osmanlı'da şu oldu, bu oldu." bir sürü palavra vardır. Temel gerekçesi, ekonomik girdiler çökünce, her yerde olduğu gibi, bütün imparatorluklarda olduğu gibi Osmanlı da çökmeye başlamış.
O dönemde bir büyük de olay gerçekleşmiş. O olayın sonuçlarını bugünlerde görüyoruz. Gerçekleşen olayı isterseniz biraz da hafızalarınızı tazeleyerek bir anlatalım. İlk Haçlı Seferi milattan sonra 1080 yılında olmuş. İlk Haçlı Seferi'ni, o zamanki tabiriyle değil ama günümüz tabiriyle söyleyelim, sivil toplum aktivistleri yapmışlar, kadınlar, çocuklar işte Kudüs'ü kurtaracaklar vesaire; gelmişler, geçmişler, yollarda telef olmuşlar, perişan olmuşlar; sonra büyük bir kısmı can vermiş, geri dönen insan sayısı çok az olmuş ama ikincisini bu defa çok ve profesyonelce yapmışlar. Kime karşı yapmışlar? Bizim resmî tarihimizde hep şu anlatılır: İkinci Haçlı Seferi Müslümanlara karşı yapılmıştır. Aslında bir de tarihleri gerçekten okusak böyle olmadığını orada göreceğiz. Niçin? Çünkü İkinci Haçlı Seferi'nin ilk tatbikatının yapıldığı yer bu "Aslan Yürekli Richard" dedikleri katilin sefer yaptığı Almanya'dır, ilk Yahudi katliamı orada yapılmıştır. Almanya'ya gitmişlerdir İngiliz Kralıyla birlikte, 12 bin Yahudiyi kesmişlerdir. Bu tatbikat sonrasında geriye dönüyorlar ve bu defa doğrudan Haçlı Seferi'ne çıkıyorlar, Bizans yağmalanıyor, Mora Yarımadası'nda kadınları ve çocukları kesiyorlar ve dramatiktir, J.M. Roberts'ın anlatımına göre de ilk yamyamlık hikâyeleri orada olmuştur. Sonra, o Kudüs'e kadar gelen ve sonra üçüncüsünde, dördüncüsünde tekrar eden bütün çatışmalar da aslında Katolik ve Ortodoks çatışmasıdır yani Hıristiyanlığın iki ayrı mezhebi arasında büyük bir çatışmadır. "O dönemde Anadolu'da Müslümanlar vardır, yoktur." tartışması ayrı bir konu, ona girmeyeceğim ama Katolikler ve Ortodokslar arasında o kanlı çatışma ta ki 2004 yılına kadar kıran kırana devam etmiştir. O kilise çatışması, bir tarafta Roma, öbür tarafta patrikhane çatışması 2004'te Roma'nın, Papa'nın Bükreş'i ziyaretinde bir cümlesiyle sona ermiştir; Bükreş'te Papa "Özür diliyoruz." Demiştir, Patrik Bartholomeos'nun 2006 yılında "Özrünüzü kabul ediyoruz." demesiyle birlikte o büyük kavga sona ermiştir. Yani bu mezhep çatışmaları, inanç temelli çatışmalar dünyada hep var ola gelmiştir ama asıl bu çatışmaları çözümleyebilen ve oradan büyük bir uzlaşmayı yakalayabilen büyük uluslar ayakta kalmışlar, büyük evrimleri yazmışlar, büyük tarihleri yerleştirmişler.
Bakınız, hiç tesadüf değildir, ortak paydalarımızda aslında inanılmaz güzel figürlerimiz ve renklerimiz var. Mevlâna, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Pir Sultan; bunların hepsi barışı, insancıl değerleri, insanlığı, uzlaşma kültürünü en önemli mihenk almış olan insanlardır. Doğal olarak biz ne yazık ki tarihimiz adına düşünmüyoruz, "Kim kime nereden gol atabilir, kim kimi nasıl yenebilir?"i düşünüyoruz ama bence ülkenin şu anki mecali burayı taşıyabilecek durumda değildir. Öylesine bir noktaya geldik ki... 1600 yılında Osmanlı İmparatorluğu çökmeye başlıyor, ondan bugüne dört yüz küsur yıl sonra tarih bir kez daha büyük bir şansı Türkiye'nin önüne getiriyor. Bu şans gelirken Türkiye'nin de rakipleri elbette olan biteni görüyorlar. Böylesi bir ülke, nüfusu genç, Orta Asya'ya kadar yayılmış ve orada da müthiş bir soydaş bağları oluşmuş, tarihî, kültürel bağları oluşmuş, yeniden o tarihî miras güçlü bir şekilde Türkiye'yi tutar hâle gelmiş; Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan ve Orta Doğu coğrafyası, Kuzey Afrika coğrafyası, Balkanlar. Türkiye, kendisi de büyük bir refah toplumuna doğru koşarken bunda da iktidarınızın azımsanamayacak kadar önemli bir payı var, 2007'ye kadar müthiş iyi şeyler yaptınız ve halk sizi bu yaptıklarınızdan dolayı da başarılı buldu, sizi desteklemeye başladı ve siz Orta Doğu'nun, Kuzey Afrika'nın, Asya'nın ve Balkanların çekim merkezi olmaya başladınız. Oralarda barışı bozan etkiler oluşmaya başlayınca insanlar Türkiye'ye sığındılar. Barışın ülkesine, gelişen, çağdaş, modern, hayatları iyi yaşayan, kavgasız, uzlaşı kültürünün hâkim olduğu ülkeye doğru gelmeye başladılar; tıpkı Sezar döneminde Roma'da olduğu gibidir. Roma, milattan önce 100'lü yıllarda cumhuriyet. İnsanlar için karnı doyduktan sonra en önemli ihtiyaç yaşama hakkı. O hâlde, insanlar güven içerisinde yaşayabilecekleri yerler aramaya başlıyorlar. Roma cumhuriyet olunca en azından birilerinin onları gelip öldürmeyeceklerini, yağmalamayacaklarını, mallarına el koymayacağını bildikleri için güven içerisinde Roma'ya gidiyorlar ve bildiğiniz Sezar hikâyesi orada doğuyor. Roma'ya yoğun bir nüfus göçü başlıyor, her taraftan insanlar güvenlik içerisinde yaşayabilecekleri Roma'ya gitmeye başlayınca Sezar projesi ortaya atılıyor. Diyorlar ki: "Sezar, gel, burada Roma'nın varoşlarında çok sayıda insan yaşıyor, bu insanlar büyük bir yoksulluk içerisinde, perişanlık içerisinde ve sonuçta suç artıyor, toplumda çatışmalar artıyor, kamu düzeni bozuluyor, sosyal düzen bozuluyor, siz buna müdahil olun." Bunun üzerine Sezar da diyor ki: "Haklısınız, ben iyi bir askerim ama biliyorsunuz ki bu, vergiyle olur." Peki, Sezar vergi istiyor, senato onlara vergiler sağlıyor, para veriyor; Sezar o paranın karşılığında asker alıyor. Böylece Roma'ya gelen insanlar birincil iş alanı olarak asker olmayı seçiyorlar çünkü garantili bir iş alanı. Sezar'dan para alacaklar ve aldıkları parayla hayatlarını idame edecekler, geçimlerini sağlayacaklar. Böyle olunca, zaman içerisinde, Sezar'ın askeri olmak için de çeşitli bilindik insancıl entrikalar ve işler başlıyor. Sezar gücünü artırıyor ve bildiğiniz hikâye, sonunda Sezar "Ben imparatorum." diyor. Nereden? Cumhuriyetten imparatorluğa geçiyor. Bu hikâye o kadar bildiktir ki tıpkı 1789 Fransız Devrimi'nde olduğu gibi. 1789 Fransız Devrimi'nde de o zaman Avrupa'nın en güvenilir ülkesi büyük savaşlardan çıkmış Fransa, yine aynı şekilde güvenli yaşanabilecek, barış içerisinde yaşanabilecek özgürlükler ülkesi; herkesin eşit, herkesin özgür, herkesin yurttaş olduğu bir ülke. Doğal olarak Fransa'ya, aynen Roma'da olduğu gibi, büyük göçler başlıyor ve aynı şey Napolyon'a teklif ediliyor, "Gelin, siz Fransa'da Fransa'nın düzenini sağlayın, biz de size gereken vergileri verelim." diyorlar. Sonra, bildiğiniz parlamento tartışmaları ve halka gidişler. Öylesine enteresan ki parlamentoyu feshedip kendisini de kral ilan etmeye giden yolda parlamentodan 2, senatodan da -yanılmıyorsam- 3 muhalefetle yasayı geçiriyor, halk oylamasına gidiliyor. 3 milyon 200 bin küsur Napolyon'un tek başına imparatorluğuna "Evet." deniliyor, 2.600 küsur de "Hayır." deniliyor. Sayıya bakar mısınız: 3 milyon 200 bin "evet", 2.600 "hayır." Sonraki hikâyeleri biliyorsunuz. Napolyon ve son derece ağır bedeller, ağır faturalar ve kaybeden bir Fransa -ta ki De Gaulle dönemine kadar- çok ağır savaşlar yaşamış, çok büyük bedeller ödemiş, 2 savaş kaybetmiş, 2 kez işgal edilmiş ve Avrupa'nın en büyük krallığıyken, en büyük devletlerinden birisiyken Almanya'nın işgaline muhatap olmuş, İngilizlerin yardımına mazhar kalmış, Amerikalılara teslim olmuş bir Fransa. Napolyon'a soruyorlar Elba Adasında. "Hayatınızda yaptığınız beş tane hatayı söyleyin." diyorlar. "Bir tane yaptığım beş bin taneye bedel." diyor. "Nedir o?" diyorlar. "Keşke cumhuriyet hep var olsaydı." diyor.
Evet, insanlık tarihinde insanlara çekim merkezinin temeli, insanların, hukuk devletlerinin, yasaların işlediklerine ilişkin ve yasaların yazıldıkları gibi, matbaacıyı değil herkesi bağladığına inandıkları yerlerdir. Bizim ülkemizde de sizin iktidarınızın ilk döneminde böyleydi. İnsanlar buraya geliyorlardı, Türkiye'ye geliyorlardı, kendi ülkelerinde yaşamış oldukları acılardan, dramlardan, savaşlardan kaçıyorlardı. Onları Türkiye'de büyük bir şekilde siz karşılıyordunuz ve kendi ülkelerindeki acı dramlara da çeşitli şekillerde inisiyatifler kullanıyordunuz. Hatta 2005 yılında, Avrupa Birliğine gelindiği dönemde, iktidarınıza Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliğiyle, özellikle Fransa'yla kavga etmek adına büyük destek verdi. Amerika Birleşik Devletleri'nin büyük desteği ve Türkiye'de çeşitli uzlaşı arayışlarınızla birlikte Avrupa Birliğinden tarih alma ve adaylık müzakerelerini bir üst çıtaya taşıma başarısını yakaladınız ama sonrasında, bu defa sizin de iktidarınızda her yerde olduğu gibi, herkesin olduğu gibi emperyallerin, kapitalizmin ayağınızın önüne gösterdiği muzları göre göre, Temel fıkrası gibi, onlara basacağınızı bile bile gittiniz bastınız ve düştünüz.
Bugün, aslında, burada Anayasa konuşmuyoruz, ayağınızın altındaki büyük bir muza basmak üzeresiniz ve eminim, bu da yalnızca sizi değil, Türkiye'yi bir kez daha tepe üstü çakacak ve buna burada direnmeye çalışıyoruz. Konu Anayasa değil, buradaki tartışmanın konusu Anayasa değil, siz de bunu biliyorsunuz. "Anayasa'da şöyle yazılsın, böyle yazılsın." böyle değil. Bunu hepiniz biliyorsunuz. Sayın Cumhurbaşkanı Başbakanı atıyor ya. Biz burada neyi tartışıyoruz? Efendim, üst düzey bürokratları atıyormuş diyoruz. Başbakanı atadı, görevden attı. İsteyip de yapamadığı bir şey var mı? Allah aşkına, burada, ya beni bırakın, herhangi bir bakan, başbakan, başbakan yardımcısı bir temel yasayı Sayın Cumhurbaşkanına çıkıp okuyabilir mi? Onun için konu Anayasa değil, konu başka. O zaman konuyu konuşalım; bu konu meşakkatli, bu konu çok problemli, bu konu çok büyük bir risk.
Şimdi, bakın, Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri, bu bizim coğrafyamızda sizin iktidarınızla birlikte Türkiye'nin giderek artan ritmi... Bir hakkı da teslim etmek lazım. Bu size sağlanmış olan başarının ardında koalisyon döneminin çok radikal kararları vardır. O 3 lider büyük risk aldılar, siyasi partilerini tarihe gömme adına tarihin en büyük reformlarını yaptılar. Bunu lütfen teslim edin. O büyük reformlar size piyango oldu. O büyük reformların arkasından sizin iktidarınızla birlikte büyük bir çıkış sağlandı. O çıkışla birlikte, Eric Hobsbawm diye birisi, bir Harward profesörü kitabının son iki sayfasında şunları yazıyordu. Diyor ki son iki sayfasında: "Bugün Amerika Birleşik Devletleri'nin denizlerde, okyanuslarda ve havadaki mutlak hâkimiyetine meydan okuyabilecek donanımda ve birikimde ve yürüyüşte olan yalnızca Türk Silahlı Kuvvetleridir. Onlar da bunun bedelini çok ağır ödeyeceklerini bile bile bu yoldadır." Sonra Madeleine Albright, Dışişleri Bakanı, diyor ki hanımefendi: "Biz dünyanın bazı ülkelerinde bize rağmen, o ülkelerin ordularını yargıyla dizayn ederiz, yola getiririz ama onlar bunu anladıklarında zaten iş işten geçmiş olur. Niçin? Çünkü dünyada herkes dilediği kadar tank yapabilir, herkes dilediği kadar taşıyıcı yapabilir, zırhlı taşıyıcı yapabilir, tüfek de yapabilir ama dünyada hiç kimse okyanuslarda bize rağmen bir tek yelkenli dahi gezdiremez. Ayrıca dünyada hiç kimse bize rağmen havada bir uçak üretemez." Ne zaman? Tam Balyoz davası, Ergenekon davasıyla sizin Millî Uçak Projesi, Millî Gemi Projesi, Millî Hava Savunma Projesi'ni uygulamaya koyduğunuz aşamalardı. O dönemlerde büyük bir tuzak önünüze sürüldü. Önünüze sürülen tuzak sizi hâlâ sürüklüyor ve o tuzaktan ne yazık ki hâlâ çıkamadınız. Neydi tuzak? Hiç kimse size söylememesine rağmen, kendi kendinize propaganda yapacak güçlü bir argümanı elde ettiğiniz düşüncesiyle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ilk defa büyük uzlaşıyı, Türkiye'deki Anadolu'nun büyük uzlaşısını reddettiniz. Bakınız, sizden önceki koalisyon iktidarı Parlamentoda yüzde 53 oranında milletvekili sayısıyla Cumhurbaşkanı seçme yeterliliğine sahipken yüzde 53,40 oranında halk nezdinde oya sahipken Cumhurbaşkanını seçmediler; üçü bir araya gelip "Bizim yeterliliğimiz var, Cumhurbaşkanını seçebiliriz." demediler. Büyük uzlaşı arandı -çünkü çok önemliydi bu- ve o büyük uzlaşı da Refah Partisinin zımni desteğiyle, Doğru Yol Partisinin de katılımıyla Parlamentodaki bütün partilerimiz ülkenin Cumhurbaşkanını seçtiler.
Ama, 2007'de böyle olmadı. 2007'deki e-muhtıra, bence asıl soruşturulması gereken, tarihteki en önemli muhtıradır. 1961, kaba saba bir muhtıradır; 1971, kaba bir muhtıradır; 1980, kaba saba bir muhtıradır, kaba saba bir darbedir ama o 27 Nisan e-muhtırası -"e" diyorsunuz ya, oradan kendi lehinize sonuç çıkarıyorsunuz ya- siyasal tarihin en tehlikeli muhtırasıdır. Niçin biliyor musunuz? Orada tuzağa çekildiniz çünkü. Bakın, Anayasa Mahkemesi o gün toplanmış -367 doğrudur, yanlıştır, bunları tartışmak istemiyorum- karar almış, pazartesi günü sabahleyin kararını açıklayacak. O gün akşam saat 21.00, Habertürk televizyonuna bağlanıyor bir gazeteci, diyor ki: "Bekleyin, birazdan Türkiye'nin gündemini sarsacak çok önemli bir konuyu sizlerle, kamuoyuyla paylaşacağım." Ben de dinler dinlemez, ne demek yani Genelkurmay Başkanlığı nasıl, neyi açıklayacakmış Türkiye'nin gündemine düşecek... Böyle bir şey olabilir mi? Ben de siyaseten tanıdıklarımı aradım ve bu konuda bilgi sahibi olup olmadıklarını sordum ama hiç kimsenin bilgisi yoktu. Saat 23.05'te, usul olduğu üzere, Genelkurmay Başkanlığının internet sitesinde o meşhur e-muhtırayı gördük. Ertesi gün, sizin iktidarınız tam da planlanmış olan tuzağa düşmüştü ve sabahleyin "Bakın, bunlar dindar bir Cumhurbaşkanı istemiyorlar. O zaman halk kendi Cumhurbaşkanını seçer, buna kimse direnemez." dediler ve siz müthiş bir propaganda yaptınız, büyük bir özgüveni yakaladınız, uzlaşmayı reddettiniz. Nasıl olsa uzlaşmanıza gerek yoktu, anketler yeterliydi, anketler istediklerinizi veriyordu size, önemli olan oydu, güç sizi biraz daha sizi çekim merkezi hâline getiriyordu, daha güçlü oluyordunuz ve o tuzağa düştükten sonra Anayasa'yı değiştirebileceğiniz özgüveniyle birlikte kalktınız, başka işlere doğru yelken açtınız. Sizin önünüze dediler ki: "Bu ordu millî ordu değildir." Niye? Çünkü, 1 Mart tezkeresine bu ordu o zaman Türkiye'nin çıkarları doğrultusunda 'Hayır' görüşü vermişti ve bu Parlamento gerçekten müthiş büyük bir iş yapmıştı, son derece doğru ve son derece saygın bir iş yapmıştı, 1 Mart tezkeresine "Bu coğrafyada ben Türkiye Cumhuriyeti olarak, tarihî jeopolitik sorumluluklarım gereğince, bana rağmen, hiçbir projeye izin vermem." demişti ve bu Parlamento bu coğrafyanın büyük saygınlığını 1 Mart tezkeresiyle kazanmıştı.
Sonra? Sonrasında, işte tam da o hazırlanmış olan tuzağa doğru sürüklenmeye devam ettiniz: Balyoz ve Ergenekon. Ama, Balyoz'un yapılabilmesi için mutlaka kamuoyunda algının hazırlanması ve o hazırlanan algıyla sizin Balyoz'u yapabilir, Balyoz'a mecbur bir hâle gelmeniz gerekiyordu. Tam da öyle oldu zaten. Müthiş bir şekilde Ergenekon'da bombalar bulundu, çatıda bilmem ne oldu, kamuoyunun da, insanların da kafasında şaibeli olan çeşitli insanlar da, soru işareti olan isimler de davanın ortasına, çekim merkezine konulunca artık kamuoyu için müthiş bir hazırlık vardı. Kamuoyu "Evet ya, bunlar zaten geçmişte de darbe yapmışlardı, yaparlar kardeşim." dedi. Niye? Çünkü, tarihî süreç içerisinde kendisi yaftalanmış bir Silahlı Kuvvetleri topun önüne koymak önemli bir siyasi propaganda avantajı sağlıyordu, tam da o yapıldı. Böyle olunca siz büyük bir gücü de elinize geçirdiniz, kamuoyu algısı tam da yanınızdaydı, bundan iyisi sizin için Şam'da kayısıydı, "O hâlde şu hesaplaşmayı bir yapalım bakalım." dediniz. Öyle de oldu, hesaplaşmayı yapmaya başladınız ve önce Ergenekon'dan insanları cezaevlerine doldurmaya başladınız.
O dönemlerde televizyonlarda, gazetelerde ardı ardına çok açık bir tartışmayı da kamuoyu ilgiyle izledi: Savcı ve avukat tartışmaları. Bunlara girmek istemiyorum ama Cumhuriyet Halk Partisi, o dönemde Türkiye'nin ve sizin de, AK PARTİ'nin de girdiği bu yolun son derece tehlikeli olduğunu, riskli olduğunu, bunun millî bir proje olmadığını ve dehşet bir sonuca doğru Türkiye'yi götüreceğini avazı çıktığı kadar size haykırdı. Burada, o dönemde görev yapan milletvekillerinin de hepsinin hafızalarında bunlar var ama bunlara itibar etmediniz. Niye? Çünkü, sizi iktidara getiren yapı, aslında, sizi müthiş de bir tuzağa düşürmüştü. Siz bu tuzağa düşüp düşmemekte iyi niyetli misiniz, değil misiniz tartışmasına da girmeyi doğru bulmuyorum. Yaşanmış olanlardan geçmişe yönelik dönüp, bakıp ders çıkarmak gerekir, bunlardan hayıflanmak doğru bir şey değildir.
Şimdi, bakınız, 1999 yılında Ankara Emniyet Müdürlüğü devletin kayıtlarına bir rapor sunuyor, diyor ki: "FETÖ -o zaman adı başka- böyle bir yapıdır." Bunu o zamanın iktidarı ciddiye alıyor ve buna ilişkin birtakım tedbirler almaya başlıyor. O kitap atılma hikâyesinin de -belki ilk defa tarihe doğru bir bilgi olarak geçsin- herkes banka kriziyle ilgili çıktığını zanneder ama değildir, tam da bu FETÖ'yle ilgili birtakım yasa çalışmalarının o dönemde yapılmasından kaynaklanmıştır; bu kadarı yeterli. Sonra bu rapor yeterli görülmemiş Millî Güvenlik Kurulunda, denilmiş ki: "O zaman, Millî İstihbarat Teşkilatı da buna ilişkin bir çalışma yapsın." Millî İstihbarat Teşkilatı da benzer bir çalışma yapmış, o da neredeyse bire bir benzer isimlerle sizin önünüze FETÖ örgütünü koymuştur. O dönemdeki siyasi iktidar buna ilişkin gereken tedbirleri alamadan, siz erkene alınan bir seçimle iktidar oldunuz. Erkene alınması doğruydu, değildi; tartışmam, bunlar da hikâye; geçti, geçmiş olsun, bitti; geldiniz, iktidar oldunuz, kutluyoruz. Ama, 2004 yılında önünüze bu raporlar geldiğinde hiç bunlara itibar etmediniz çünkü sizin için, aslında, sizi iktidar yapan insanların algıları bu gerçeklerle ilgili değildi. Size ne demişlerdi? "Ya, zaten başı secdeye değen adamlar bunlar, iktidara gelirlerse çalmasınlar yeter, o kadar, yeter; başka bir şeye gerek yok bu ülkede, yolsuzluk yapmasınlar, çalmasınlar, yeter. O hâlde, bunlar başı secdeye değen insanlar, yapmazlar zaten." Siz bunu yeterli gördünüz ve bununla ilgili "Ya, bunların da zaten başı secdeye değiyor." diye değerlendirdiniz, onlarla ilgili devletin kamu düzenini, kamu gereğini yine yapmadınız. Bakın, sizi devlet uyarıyor. Onun için, hani "uzlaşmak" diyoruz ya, devlet olmak, devlet düzenini, düzeni kapsayıcı kurumları işletmek ne demektir? İşletmiyorsunuz. Hani diyorsunuz ya: "Biz aldatıldık, yanıltıldık, bizi kandırdılar." Olamaz, devlet aldatılamaz, devlet kandırılamaz. Devletin düzeni, sistemi, yasaları işlerse, emin olun, hiç kimse sizi aldatamaz. Tarihi öyle bir ıskaladınız ki -emin olun, büyük ıskaladınız- bu ülkeyi belki 21'inci yüzyılın en büyük ülkelerinden biri yapma fırsatını Allah sizin önünüze getirdi, koydu ama ıskaladınız. Siz ıskaladınız, hep beraber kaybettik. Şimdi kaybetmemekten nasıl çıkabiliriz, onu konuşmaya gayret sarf edelim.
Bu dönem içerisinde Balyoz ve Ergenekon davalarına ardı ardına yeni davalar eklendi. Niçin eklendi peki? Çünkü, bu coğrafyada, Orta Doğu coğrafyasında hazırlanmakta olan bir senaryo "Türkiye'ye rağmen" icra edilemezdi. O hâlde, bu senaryonun "Türkiye'ye rağmen" icra edilebileceği koşullara taşınması gerekiyordu. Hepimiz şunu biliriz: İngiliz imparatorluğunun, İngiliz emperyalizminin olmazsa olmaz temel koşulu İngiliz donanmasıdır ama İngiliz donanması çökerse İngiltere'nin dünya üzerindeki küresel emperyalizmi de elbette ayakta kalamaz. O hâlde, bu coğrafyada, Anadolu coğrafyasında da bu Orta Doğu'nun kuralı koyanı ve bu bölgede jeopolitik, jeoekonomik, jeososyal, jeokültürel her türlü etkeni Türkiye ve onun en büyük gücü de Türk Silahlı Kuvvetleridir. Aslında, tam da ipler 2006 yılında bir gecede koptu. 2006 yılında dünya büyük bir şaşkınlık yaşadı. Neydi o şaşkınlık? Bir gece Hava Kuvvetleri Genelkurmayın çok ciddi bir planlamasıyla 17 hava meydanından 54 tane uçağını kaldırdı -bunların içerisine kargo uçakları, lojistik uçakları, AWACS uçakları, savaş uçakları, keşif uçakları dâhil- üçüncü bir ülkeye gönderdi. Sabaha karşı tam bir mutabakatla hiçbir eksiklik yaşamaksızın mükemmel bir operasyonla uçaklar meydanlara inmişti. Ertesi gün dünyanın bütün ülkelerinde büyük bir şaşkınlık vardı, bunu yapabilen dünyada 4'üncü Silahlı Kuvvetlerdi. O zaman düğmeye basma zamanı gelmişti işte. Ardı ardına Ergenekon oldu, Balyoz oldu, askeri casusluk oldu, Silahlı Kuvvetlerle bir anda siz gücünüzü, Türkiye gücünü, bu coğrafya gücünü kaybetmeye başladı. Bunu geçen ay -geçen ay demeyelim, biraz daha zaman tanıyalım, iki üç ay oldu galiba- İstanbul'daki enerji konferansına gelen Rusya'nın Genelkurmay Başkanı aynen şu cümleyle söylemişti: "Türkler bilsinler ki Karadeniz artık bir Türk gölü değildir." Ben de kendisine şöyle bir cevap vermiştim, rahmetli Demirel'i de bu vesileyle analım: Binaenaleyh, Karadeniz zaten bir göl değildir. Ama ne yazık ki söylediğini duyunca, bunu ona söyleten cesareti duyunca da üzülmedim diyemeyeceğim.
Şimdi, bu coğrafyada Silahlı Kuvvetlerini büyük bir şekilde kendi içerisinde kumpaslara teslim etmiş, kendi coğrafyası içerisinde önüne sürülen muzlara ayağını basmış ve düşmüş bir Türkiye nerelere doğru geliyor? Bakın, nerelere geldiğimizin ilk adımını Libya'da attınız. Çok canlı... Libya bize müteahhitliği öğreten... Geçmişinde bizim için ne olduğunu anlatmama gerek yok, burada herkesin az çok bildiği bir konu. Gecenin saat ikisinde Kaddafi'nin Türk maslahatgüzarını arayıp ona söylediklerini burada söylemeye gerek yok, bizim için ne demek olduğu çok açık. Libya'nın Çin'den sonra en büyük ekonomik partneri Türkiye'ydi, 60 bin çalışanımız vardı; müteahhitlerimiz, ustabaşılarımız, sanayicilerimiz, iş adamlarımız. İthalatının Çin'den sonra en büyüğünü Türkiye'den yapıyordu. O Libya enteresan bir sürece girmişti. Mesela Kaddafi Libya iç savaşa girmeden üç ay önce Paris'teydi. Elyssee Sarayı'nın bahçesine çadırını kurmuş, Lockerbie hikâyesiyle, senaryosuyla "On bir yıl benim gazımı, petrolümü aldınız, paramı vermediniz, o senaryoyu bana iteklediniz. Lanet olsun, yapmadık ama yapmış olduğumuzu da kabul edelim, hadi, neyse tazminatı onu da ödeyelim, paramı ödeyin." dediği Fransa'dan bir ay sonra İtalya'ya geçmiş, Berlusconi'nin sarayının bahçesinde çadır kurmuş ve aynı şeyi onlara söylemişti, "Paramı ödeyin. Bu para Libyalıların parasıdır." demişti. Ne kadar para istiyordu? 118 milyar avro. "118 milyar avro Libyalıların parasıdır, paramızı verin." diyordu ama "Paramı verin." dediği Avrupa Birliği gırtlağına kadar ekonomik krize batmıştı. Bırakınız Libya'ya olan borçlarını ödemeyi, kendi ekonomisini ayaklarının üzerine kaldıramıyor, Türkiye'ye yatırım yapmaya çalışıyorlar, Türkiye'ye büyük methiyeler düzüyorlar, hayranlıkla Türkiye'yi takip ediyorlar ve arkasından, NATO, Libya'ya operasyon yapmaya kalkıyor. Sonrasında, biliyorsunuz, "NATO'nun ne işi var? Yok." tartışması sonrasında biz de İzmir'de NATO üssünden yapılan destekle Libya'yı kendi ellerimizle teslim ettik. Kime? Zamanın Başbakanı Sayın Erdoğan Libya ziyaretine gittiğinde ondan bir gün önce oraya gitmiş olan kimlerdi? Fransa, İngiltere ve İtalya'nın başbakanlarıydı. Kimden para istiyordu Kaddafi? Onlardan para istiyordu. Sonra ne oldu? Libyalıların önüne kocaman bir fatura koydular, "Sizin için savaş uçaklarımız uçtu, silahlarımız patladı, gaz yaktık, şu oldu, bu oldu; alacağınızın 80 küsur milyar doları buna mahsup edilmiştir, geri kalanını bizden çiklet, kozmetik malzemesi olarak on yıl içerisinde alabilirsiniz." dediler. Libyalılar kaybetti ama biz de kaybettik, büyük kaybettik.
Oradan başladık, Mısır'a geldik, aynı şey Mısır'da oldu. Orada da sizin siyaseten saplandığınız bir mezhepçi tuzak sizi Mısır'da da yakaladı. Büyük Mısır Türkiye'ye artık ram olmuş, bu coğrafyanın iki tartışmalı ülkesi "Bu coğrafyanın patronu kimdir, Mısır mıdır, Türkiye midir?" tartışmasında Türkiye açık ara öne geçmiş, Sayın Erdoğan'ın "One minute" senaryosundan sonra Orta Doğu'da büyük bir karşılığı oluşmuş, büyük bir sempati yakalanmış, insanlar Türkiye'ye o bölgedeki insanlar büyük güven duymaya başlamışlar, uzun dönem, ta ki bu Lawrence'tan bugüne kadar büyük kavgayı sona erdirecek bir aşamaya geldiğinde de bu tuzak ne yazık ki bu kez de Mısır'la yaşanmış.
Ardından, Irak'ta Amerika Birleşik Devletleri'nin büyük hatasıyla, Türkiye, yine bir başka mezhep orijinli tuzağa doğru sürüklenmiş. Ne olmuş? Amerika Birleşik Devletleri "Saddam'ı devireceğim." diye Irak'ta hâkim olan Sünni yapıyı ortadan kaldırmış, doğal olarak ortaya çıkan yeni yapı İran'ın da çok istediği, gökte ararken yerde bulduğu Şii bir yapı olmuş. Amerikalılar savaş bittiğinde bir anda anlamışlar ki aslında savaşın kazananı İran olmuş çünkü Irak Şii bir yapıya teslim olmuş. Böylece bir yandan Rusya... Nitekim daha yeni Rusya'nın dış politikasını yöneten Aleksandr Dugin'in söylediği gibi Rusya bir anda hayal edemediği bir hilali kucağında bulmuş; Tahran, arkasından Bağdat ve Şam, Kahire; "Gökte ararken yerde bulduk." diye sevinmeye başlamışlar. Sonrasında jetonlar düşmeye başlamış. Nasıl? O arada başka hikâyeler de olmaya başlamış. O hikâyeleri birazdan da ilginizi çekeceğini düşündüğüm görsel bir şekilde anlatmaya başlayacağım.
Tam bu dönemde dünyada yeni iki kutuplu bir yapılanmaya doğru gidişat da başlamış. Hani o methiyeler dizilen Asya Kaplanları vardı ya, 1998'leri hatırlayınız; yaşı 18'in üzerinde olanlar hatırlarlar, 18 yaşında olan çok var burada, üzerinde olanlara hatırlatalım. O Asya Kaplanları vardı, hatırlıyorsunuz, Asya'da müthiş işler yaptıkları söyleniyordu. O zaman onlara diyorlar ki: "Siz Asya'nın müthiş ülkelerisiniz." Endonezya, Malezya, Singapur, Filipinler, Tayland, Tayvan falan filan; methiyeler diziyorlardı onlara. Onlar da gerçekten kendileri o şişirilmiş egolarıyla "Bundan sonra dünyanın çekim merkezi biziz." diyorlardı. Dünyanın gelişmiş ülkelerinden CNC tezgâhlarını satın aldılar, çok gelişmiş makineler satın aldılar, makine parkları satın aldılar, büyük altyapı yatırımları yaptılar ama sonra gelişmiş ülkeler oradan o fason sanayisini çektiler. Böylece, bütün o yapmış oldukları yatırımlar ellerinde kaldı. Anladılar ki aslında tekstil malzemesi satarken tekstil makinesi satın almışlar, aldıkları da ellerinde kalmış ve lades olmuşlar.
Sonrasında, aynı senaryoya bu defa Çin yelken açmıştı. Kapıları açmış, büyük methiyeler dizilmiş. "Aman Allah'ım, Çin mucizesi geliyor. Amerika'yı da bu Çin şöyle yakalar, Fransa'yı da böyle yakalar." diye bir sürü efsane hikâyeler anlatılmış. Sonra, Amerikalılar Çin'e makine parklarını taşımışlar, çamaşır makinesi üretim tesislerini, otomobil üretim tesislerini, tekstil üretim tesislerini vesairesini Çin'e taşımışlar. "Bak, sana 1,3 trilyon dolarlık dış ticaret hacmi sağladık." demişler. Çin, böylece kendisini de dünyanın yeni aktörü, büyük aktörü olarak bu işin içerisinde görmeye başlamış ama zaman içerisinde bir bakmış ki bir tek marka oluşturamıyor, bu kadar büyük bir ekonomi ama hiçbir markası yok. Markası olmayan ülkelerin kapitalde nasıl tuzağa düştüklerini bildiği için de bu kez kendisine dünyadaki kabul edilmiş pazarların açılması düzenini zorlamaya başlamış. İşte, zaten olan biten de ondan sonra olmuş.
Şimdi, 1973 tarihinde kapitalizmin yaşamış olduğu büyük bir krizin bugüne kadar nasıl taşındığını ve bugün geldiğiniz noktanın aslında 1973'te başlayan bir savaşın finali olduğunu da anlatmak isterim ama izin verirseniz bu araya bir Karadeniz fıkrasını izninizle sokalım. Bizim Karadenizli paraşütçüye gitmiş, bir tane paraşüt satın almış "Lütfen bana bunun kullanımı öğretir misin?" demiş, paraşütçü demiş ki: "Bak, bunu alıyorsun, sırtına giyeceksin, bu ipi çektiğin zaman zaten paraşüt açılır." "Ya açılmazsa?" "O zaman ikincisini çekersin, bu da yedeği, bunu çekersin." demiş. "O da açılmazsa?" "Hiç sıkıntı etme, iki yıl garantili, getirirsin değiştiririz." demiş.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) - Ağabey, o, bildiğimiz fıkra değildir yalnız.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Efendim?
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) - O, bildiğimiz fıkraysa tutanaklara zor geçer diye korkuyorum.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Evet, tutanaklara zor... Bu kadar, fıkra bu kadar.
Bizim de şu anda dünyada gelinen durum, geldiğimiz durum tam da buna benziyor. Yani bu Anayasa tartışması tam da iki yıl garanti gibi. Konuştuğumuz bu ama gerçek burası değil. Bakın, şimdi, gerçeği size, biraz da görsel, izin verirseniz anlatmak isterim.
Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; basit bir şekilde anlatmak istiyorum, çok detaya girmeye gerek yok, sizler zaten her şeyi biliyorsunuz, sizin bilmediğiniz hiçbir şeyi benim söylemem söz konusu değil, ben yalnızca, sizlere bildiklerinizi bir kez daha hatırlatarak belli bir sonuca doğru taşımak istiyorum. Ülkemin içerisine sürüklenmekte olduğu bir karabasanı, bir kara çukuru burada göstermeye çalışacağım.
Şimdi, bakınız, bu bir harita -şöyle tutalım Tuncay Beyciğim- buradan Türkiye'nin bulunduğu coğrafyaya bakarsanız bu coğrafya, Türkiye'nin coğrafyası İpek Yolu'ndan yani 1600'den bugüne kadar ilk kez tarihin en büyük ekonomik fırsatını yakalamış durumdadır. Niçin tarihin en büyük ekonomik fırsatını yakalamış? Bakınız, dünyada iki tane büyük petrol havzası var, bunlardan bir tanesi Hazar petrolleri, bir diğeri ise burada gördüğünüz gibi Basra petrolleri. Dünyanın batısında, başka bölgelerinde çıkarılan petrollerin toplamı 2,68'dir; o kadar hikâye anlatırlar ki ama gerçek rakam yüzde 2,68'dir. Dünya petrollerinin yüzde 62'si Basra Körfezi'ndedir. 17 Ekim Rus Devrimi'nden sonra paylaşımda "Hazar senin, Basra benim." paylaşımı yapılmış, o zaman Amerikalılar biliyorsunuz geç kaldıkları için self determinasyon hikâyesini uydurmuşlar ve o self determinasyonla uzun dönem orada kavgalar devam etmiştir. Şimdi ne oluyor? Olan şey şu: 1973'te Arap-İsrail Savaşı'nda 1 varil petrol 1 dolar 35 sent, altı gün sonra 1 varil petrol 8,5 dolar. Ayağa kalkıyor Batı, diyorlar ki: "Böyle bir şey olur mu? 1 dolar 35 sentten 8,5 dolara çıktı. Böyle bir şey kapital düzen içerisinde kabul edilebilir bir durum değildir." O hâlde ne yapılması gerekiyor? "Suudi Arabistan'a baskı yapalım, bu rakamları düşürsünler." diyorlar. Bir Amerikan şirketi diyor ki: "Hayır, bunu doğru bulmuyorum, bu çok önemli; biz burada ortaya çıkmış olan büyük rantı paylaşmanın yolunu bulalım." Nasıl? Amerikan şirketi Suudi Arabistan'a geliyor ve Suudi Arabistan'la 40 milyar dolarlık altyapı yatırım anlaşmasını yapıyor. O 40 milyar dolarlık yatırım anlaşması, Türk şirketlerinin de ilk dış müteahhitlik hizmetlerine katıldığı anlaşma temeline gelmiştir. Şimdi, böyle bir durum içerisinde bir bakıyorlar ki "Müteahhitlikten müthiş para kazanıyoruz, o hâlde petrol fiyatları artabilir; ortaya çıkan, açığa çıkan büyük rantla birlikte biz daha büyük işler yaparız; onlara tekstil satarız, otomobil satarız, dünyanın birçok alanından ürün satarız; o hâlde petrol fiyatlarını artıralım. Petrol fiyatı arttığı zaman dünyanın bütün ülkeleri alıyor ama ürünü biz üretiyoruz, onlara satılacak ürünü biz satacağız, doğal olarak biz daha kârlı ürünler satacağız." Başka? "Bir de finansman satacağız, bu satılan ürünlere, otomobile banka kredisi vereceğiz. Doğal olarak, faizden de ayrı bir gelir elde edeceğiz." İşte bu senaryo 2006 yılına kadar bir şekilde taşınmış. 2006 yılında petrol fiyatlarının yükselmiş olması, gaz fiyatlarının yükselmiş olması Avrupa gaz tekelini elinde bulunduran Rusya'ya büyük bir avantaja dönüşmüş ve Rusya, bu petrol fiyatlarından elde ettiği büyük paralarla birlikte çok ciddi bir ekonomik gücü de elinde tutmaya başlamıştır. Rusya, bu hâle gelmesiyle birlikte, yavaş yavaş kendi siyasi ve ekonomik gücünü de yaymaya başlamıştır.
İşte, bugün Anayasa tartışması diye burada aslında konuşmaya çalıştığımız hikâyenin temeli 2006'da, "Bugün burada biz neyi konuşuyoruz?" diye sorduğumuz hikâyenin temeli 2006'da atılmıştır. 2006'da ilk kez Rusya, Hindistan, "Şanghay Beşlisi" diye başlayan, sonra da adına "BRICS" denilen ekonomik birliğin temelini atmaya başlamıştır. Bu temelle birlikte dünya yeniden iki bloklu hâle gelmeye başlamıştır; bir tarafta Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve onunla birlikte hareket eden ülkeler; öbür tarafta Rusya, Hindistan, Çin ve daha sonra katılan Güney Afrika ve Brezilya'yla birlikte BRICS. Bu yapı 2007'den sonra batıda büyük bir kriz varken kendi içerisinde büyük bir ekonomi yaratmış, yarattığı ekonomiyle birlikte kendi içerisinde beş yıl içerisinde gayrisafi millî hasılada yüzde 200'lük bir artışı yakalamış; öbür tarafta gelişmiş ülkelerdeki bu artış oranı beş yıl içerisinde yüzde 50'lerde kalmış. Böyle olunca insanlar ciddi anlamda bu iki bloku dikkatli bir şekilde izlemeye başlamışlar. İşte o iki blok arasında herkes kendisine yandaş arama telaşı içerisine düşmüştür. Bu iki blok, uzun hikâyeler, bunları özet geçelim; iki blok arasındaki çatışma aşamasına doğru yavaş yavaş gelinen süreç içerisinde Rusya'nın uçağının düşürülmesi, Çin'in Antalya'daki G20 zirvesine geldiği gün füze hava savunma sistemi ihalesinin feshedildiğini öğrenmesi, Fransa'daki Charlie Hebdo baskını, Paris baskını, Ankara'da patlayan bombalar, hepsi bu büyük fotoğrafın içerisindedir. Niçin? Çünkü Hindistan, Güney Afrika, Brezilya, Rusya, Çin aldıkları bir kararla daha önce uluslararası tedavül parası olarak kabul ettikleri dolardan uzaklaşıp kendi paralarıyla ticaret yapacaklarını deklare etmişlerdir. Bunun meali şu demektir: Dolar dediğimiz paranın karşılığı "seniority" denilen bir gelir kaynağıdır, yıllık 14 trilyon dolarlık kayıp demektir. Bu, gerçekten uluslararası sermaye açısından kabul edilebilir bir durum değildir. İşte, ondan sonra kavga büyümüştür. Şimdi, bu büyüyen kavgada Suriye ne yazık ki seçilmiş olan en stratejik platodur. Orada boru hatlarının, gaz yollarının kimden geçeceği, nasıl geçeceği planlanmış, tam da...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun Sayın Pekşen.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - ... bu dönemde Avrupa gaz pazarını tekelinde bulunduran Rusya, ama ona göre ne enteresan ki Kıbrıs'ın güneyinde, Türkiye'nin büyük haklara sahip olmasına rağmen, Türkiye'nin rezervlerini, itirazlarını kaldırmasıyla birlikte bulunan büyük gaz rezervi. O gaz rezervinin bulunması ve arkasından Türkiye'nin de Suriye'yle yavaş yavaş bir şekilde iltisaklı bir kavganın ve çatışmanın içerisine doğru sürüklenmesi. Bakın, hiç tesadüf değilmiş, son derece sistematik ve son derece planlı bir ekonomik kavga ülkeleri bir yerden bir yere doğru savurmaya başlamış ama Türkiye bu savrulmuşluğun içerisinde siyasi kontrolünü yavaş yavaş kaybetmeye başlamış. Niçin? Çünkü Türkiye'ye dönüp baktığınızda, Türkiye, İran ve Fransa; 3 tane tereddüt yaşayan, hangi blokta yer alacağına karar veremeyen 3 ülke ortaya çıkmış. Ve bu dönem içerisinde Amerika Birleşik Devletleri'nin İran'la, Vietnam'la, Küba'yla bir anda iyi ilişkiler geliştirip eskiden olan kavgalarını, husumetlerini sona erdirme gayretleri; öbür tarafta, Fransa'nın İran'la olan ilişkilerini iyileştirme gayretleri. Türkiye'nin de bir gün BRICS birliğinden yana olması, bir diğer gün Batı'dan yana olmasına ilişkin tartışmaları Türkiye'nin bugün içerisine sürüklenmiş olduğu büyük tartışmanın da asıl kaynağıdır. Bugün Anayasa'yı tartışmıyoruz. Bugün biz hangi blok bizi nasıl savuracak ve hangi bloktan yana olursak Türkiye'nin çıkarlarını, ekonomisini nasıl kayırabiliriz? İşte, bunun için mutlak bir yetkiye ihtiyaç var. Bu mutlak yetkiyi birisine vermek istiyorsunuz. Burası doğru değil, bu daha büyük bir hata.
7 Haziranda tarih önünüze büyük bir avantajı getirdi bugün olduğu gibi. 7 Haziranda eğer Türkiye'de uzlaşıya imza atabilmiş olsaydınız, Cumhuriyet Halk Partisinin otuz sekiz gün "Gelin, bir büyük koalisyon kuralım, hatta gerekirse büyük bir millî mutabakat kuralım." diye sunduğu teklife "Evet." diyebilseydiniz Türkiye, bugün bu ağır bedelleri ödemekten kurtulmuş olurdu, bu büyük badireden, bu büyük stresten kurtulabilirdi ama o gün çeşitli gerekçelere yaslandınız, bunu yapmadınız. Sonrasında, 1 Kasım seçimlerine gelene kadar çeşitli yöntemlerle seçimi kazanacak sonuca ulaştınız ama herkesin bildiği bir gerçeği siz de gördünüz: Asıl sorun seçimi kazanmanız değildir, seçimi kazanabilirdiniz ama Türkiye'yi uzlaşı zemininde tutmanız olağanüstü güçleşmişti, şu anda yaşadığınız tam da budur. Sürekli ayrıştırılıyor Türkiye ve siz bu tuzakları göremiyorsunuz, her gün ayrıştırılıyor. Bir gün polislere katliam yapılıyor, öbür gün spor camiasına katliam yapılıyor, çocuklar katlediliyor, sivil insanlar katlediliyor ve Türkiye her gün kutuplaştırılıyor, ayrıştırılıyor ve siz bunun temel uzlaşı noktasını bulamıyorsunuz. Niye? Çünkü baştan beri, ilk dakikadan beri üzerinde vurguladığım uzlaşma sizin temel kültürünüz içerisinde yok. Uzlaşmayı reddediyorsunuz ve uzlaşmaya ilişkin hiçbir projenizin de olmadığını görüyorum. Ayrıştırma, çatıştırma kültürü siyasi olarak sandıkta size büyük güç sağlamış olabilir ama uzlaşının olmadığı yerde burası, emin olun, giderek sizin için de daha tahammül edilemez büyük bir sorunlar yumağı hâline dönüşebilecektir.
Bakın, çok basit, Mustafa Kemal Atatürk, kurucu Meclis esasında tam da bugün geriye dönüp geldiğimiz noktadır. Bugün sizin Başbakan Yardımcınızın deyimiyle, hatta birçok partilinizin de açıkça söylediği gibi Türkiye, tarihinin son yüzyıldır en zor günlerinden geçiyor. Niçin? Bu en zor günler nedir? Ekonomi düzelir, para bulunur, silah üretilir, sanayi yeniden kurulur, her şey yapılır ama en zor uzlaşmak, barış içerisinde bir arada yaşamak, kardeşliktir. Mustafa Kemal Atatürk'ün devrimlerinin en önemlisi, en önemli ayağı yurttaşlıktır. Bu ülkede hepimiz yurttaş olarak yaşamayı, büyük bir uzlaşı içerisinde kardeşçe yaşamayı ve barış içerisinde bir arada yaşamayı başarmalıyız temeli üzerine kurduğu bir ülkedir burası. Ne ırkçılık ne orijin ne aidiyet duygusu, hiçbiri Mustafa Kemal'in devrimleri için hiçbir önem arz etmemiştir; devrimin temel mantığı uzlaşmak ve yurttaşlıktır. Hepimiz özgür, hepimiz kardeş, hepimiz yurttaş olacağız. Nitekim 1921 ve ondan sonraki anayasaların tamamında, Türkiye Cumhuriyeti devleti, beğenmediğimiz bütün anayasalarda da esasında bu üç ayağın üzerine sistemini, rejimini oturtmuştur. İlk kez bugün bu anayasayla bunu ayrıştırıyoruz, buradan çıkıyoruz, bu kulvardan çıkıyoruz. 78 milyon kendi Parlamentosunu artık sona erdiriyor, "Gerek yok." diyoruz; uzlaşıya, uzlaşı arayışına, muhalefet etmeye hiç gerek yok. Ama bütün insanların, bütün insanlığın bütün demokrasilerde, hukuk devletlerinde bildikleri temel kural şu ki bir anayasa o ülkede muhalefeti ve insan haklarını korumuyorsa o ülkede en büyük tehlikede olan iktidardır.
15 Temmuz aslında 17 Aralıkta size yapılmış olanın devamıdır, hiç sürpriz değildir. 17 Aralık "Yolsuzluk var, rüşvet var." tartışmalarını bir kenara koyalım, 17 Aralıkta sizin kabul ettiklerinizin tamamını da biz de doğru kabul edelim. Evet, 17 Aralıkta size kumpas kuruldu, 17 Aralıkta siz darbeye muhatap oldunuz. O hâlde, 17 Aralıktaki o yapılmış olanı, orada ileriye sürülmüş iddiaları niçin soruşturmadınız, niçin üzerine gitmediniz? Onu yapmadığınız sürece toplum sizi yaftaladı. Siz, partiniz 17 Aralıkla artık hesaplaşma şansını kaybettiniz çünkü aklanma hakkını reddettiniz. 17 Aralıktan 15 Temmuza geldiniz. Evet, doğru, bu çok alçakta, bu haince bir darbeydi ve gerçekten, ben de katılıyorum, Sayın Recep Tayyip Erdoğan olmasaydı bugün Türkiye'de büyük bir kesimimize "Geçmiş olsun." diyebilirdik. Şahsi inisiyatif kullandığına ben de inanıyorum ve hâlâ buna ilişkin daha yeni yeni iktidarınızın da bir destek verme aşamasına doğru geldiğini ben de düşünüyorum ama büyük bir uzlaşıyı orada da çöpe atmaya başladınız. Daha ilk gün sizi FETÖ konusunda uyardık, dedik ki: "Burada önünüze konulacak olan en önemli şey, bu insanlar sıradan insanlar değil, bunların önünüze koyacakları tuzakları sıradan bir şekilde değerlendirirseniz bu tuzaklara düşmüş olursunuz. Size gösterilenleri değil, doğru adamları yakalarsanız 15 Temmuz ve öncesindeki süreçle hesaplaşabilirsiniz ve bunun Türkiye'nin bekasıyla ilgili sorunları aşmasında büyük bir katkısı olur." Ama oradan çıkmak için olağanüstü hâl sürecini tercih ettiniz ve elinize aldığınız olağanüstü hâlle birlikte ne yazık ki bugün Anayasa tartışması var ya, şimdi tartışıyoruz ya Anayasa'yı, aslında hiç burada Anayasa tartışmadığımızı bir kez daha söyleyelim.
Anayasa Mahkemesinde bir karar çıkıyor, bence o karara önce, ilk önce Sayın Adalet Bakanı, siz, sizler itiraz etmeliydiniz. Anayasa Mahkemesine Cumhuriyet Halk Partisi OHAL'i taşıyor, Anayasa Mahkemesi diyor ki: "Efendim, usul açısından ben bunu inceleyemem." Eyvah, gerçekten çok eyvah! Tarih sizi büyük bir uçurumun eşiğine getirdi, siz büyük bir başardınız zannettiniz yani Anayasa Mahkemesi Cumhuriyet Halk Partisinin OHAL başvurusunu reddetti ya bundan iyisi, bence giyotine doğru gidiyorsunuz, Şam'da kayısı değil. Bakın, OHAL yasalarını denetleyemeyen bir Anayasa Mahkemesi, OHAL'de Anayasa'ya rağmen dilediğiniz şekilde artık yasa çıkarmanıza olanak sağlamış mı? Sağlamış. Yani aslında bu anayasaya gerek yok, buna gerek yok ki. "Cumhurbaşkanı başkandır." deseniz ne olacak? OHAL oldu, Anayasa Mahkemesi incelemeyecek. "Bütün yetkileri Cumhurbaşkanına verdik." deseniz ne olacak? Kardeşim, Cumhurbaşkanı Parlamentoyu üç ay tatile çıkardı, ne olacak? Altı ay oldu. "Niye maaş alıyorlar?" Zaten büyük bir yemekhane var, ondan dolayı herhâlde devam ediyor bu işler. "Kapattık." Ne olacak? Anayasa Mahkemesine gitme olanağımız var mı? Bu yasaya göre gitme olanağımız var mı? Yok.
Şimdi, burada bir sürü hukuk adamıyız. Neyi anlatayım, neyi konuşalım biz? Anayasa'nın 138'inci maddesi yasama, yürütme ve yargıyı bağlıyor mu? Bağlıyor. Yargıyı bağlıyor mu? Bağlıyor. Anayasa Mahkemesi, 2012'de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesiyle protokol yapıyor, diyor ki: "Evet, ben Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihat istikrarı ilkesine uyacağımı taahhüt ediyorum. O halde, bu taahhüt doğrultusunda bana senin adına da yargılama yapma, inceleme yetkisi ver." Protokolü yapıyorlar. "Evet." diyor. Ama, aynı Anayasa Mahkemesi kendi istikrar ilkesini reddediyor, hem Avrupa İnsan Hakları Mahkemesiyle yapmış olduğu protokolü yok sayıyor hem de Anayasa'yı tümüyle yok sayıyor.
Şimdi, bir hukukçu olarak bu Anayasa'nın 138'inci maddesinin son fıkrası, Anayasa Mahkemesini bağlar mı, bağlamaz mı? Hadi bakalım; yargıyı bağlıyorsa, Anayasa Mahkemesi yargı mı, değil mi? Yargıysa onları bağlardı, değilse... Daha fazlasını söylemeyeyim. Anayasa Mahkemesi ağır bir eleştiriyi şimdilik hak etmiyor. Çünkü, kısa dönem önce, gerçekten Türkiye'nin yüreğine su serpen doğru birçok iş yaptılar. Onun için, bunu telafi edeceklerini düşünüyorum.
O hâlde, bir kez daha kapsamı bir gözden geçirelim. Bakınız, OHAL yasaları içerisinde, hani, söylüyorsunuz ya, hukuki güvenirlilik ilkesi, geleceği planlayabilme ilkesi, idari istikrar ilkesi, usulde paralellik ilkesi; bize taahhüt ediyorsunuz ya, diyorsunuz ya: "Arkadaşlar, bunlar, bunlar var." Ama olmadığını siz de görüyorsunuz. Siz, kıymetli hukukçular, görmenize rağmen, OHAL yasaları içerisinde Anayasa'ya birçok aykırılık olmasına rağmen bunlara bugün sessiz kalıyorsanız yarın bu Anayasa değişikliklerinde hukuksuzları, temel insan haklarının çöpe atıldığını, Magna Carta'dan daha geriye düştüğünü gördüğünüzde ne yapabilirsiniz? Ben soruyorum.
Çok kıymetli Başkan, açılış konuşmasını yaptı, uzun uzun dinledim. Orada iki temel konuya vurgu yaptı. "Geçmişte bunları çok tartıştık, bu yasaları çok tartıştık." dedi. Ben de doğrusu, hani, böyle bir Komisyonda gelip bir şeyler söyleyeceğim için o tartışmaları da mümkün olduğu kadar okumaya gayret gösterdim. Yanlış bir şey söylemek istememek, doğruları söyleyip olası tarihe de not düşmek için titizlikle birkaç kez taramaya çalıştım. Ama orada, özellikle bu, idarenin kanuniliği ilkesinin hiç konuşulmadığı gördüm. O tarihlerde yani 24'üncü Dönem içerisinde idarenin kanuniliği ilkesi hiç konuşulmamış, hiç tartışılmamış. Sayın Parsak'a söyledi Sayın Başkan. Ben eminim ki Sayın Parsak da bunu karşılayacaktır çünkü Sayın Parsak'ın da o dönemde görüşlerini inceledim, bu konuya ilişkin hiç, tek bir cümle yok.
Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri, esasında, benim söylediklerim, benim sizlerle paylaştıklarım sizlerin de vicdanında, aklında daha farklı bir şey söylemiyor, çok benzer şeyleri söylüyorsunuz; ben bunları görüyorum. HSYK'nın yapısına ilişkin düzenlemeyi hiçbiriniz hiçbir yerde savunamayacaksınız. Bunu, bu anayasa farz edin ki kabul edildi, edildiği dakikadan itibaren hepiniz bir şekilde anlatmaya çalışacaksınız. Size soracaklar, bunu herkes soracak ama burada çok saygın, çok kıymetli hukuk adamları, çok değerli hukuk adamları siyasetin Türkiye'yi nasıl bir kulvara soktuğunu aslında yaşayarak görüyor.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Haluk Bey, insanları; sadece adamlar yok burada, lütfen.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Çok özür diliyorum, evet.
MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Ama "adam" Arapça "Âdem"den gelir ve anlamı insandır.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Evet, özür diliyorum "hukuk insanları" diyelim. Haklısınız, çok özür diliyorum. Evet, daha düzgün bir cümle oldu.
BAŞKAN - Muharrem Bey, bu açıklamalarınız için teşekkür ederiz.
MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Ama "insan"ı kullanalım, daha iyi.
ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) - Muharrem Bey de bu cinsiyetçi yaklaşımı desteklemiyor yani.
MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Hani, soyadım "erkek" ama...
ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) - Sizin yapmış olduğunuz, bizim katılmadığımız savunmayı tekrar etti espri olarak.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; şimdi, zaman zaman buradaki konuşmacıların da vurgu yaptığı ve Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk'e ithafen bazı değerlendirmeleri oldu. Ben bu değerlendirmelere ilişkin de izninizle birkaç görüşü sizlerle paylaşmak istiyorum.
Mustafa Kemal Atatürk'e ilişkin... Aslında, her alanda söylenebilecek birçok şey zaten söylenmiş. Benim haddime düşmez ama burada hukuk insanlarının -evet, hukuk insanları, doğru söyledim bu kez- görüşleri, kabul edilmiş görüşleri, tartışılmış görüşleri var. Ben eminim ki çok kıymetli Sayın İyimaya da bunların büyük bir kısmına vâkıftır, hatta bizden çok çok daha vâkıftır; büyük bir Parlamento deneyimi var, yasa yapıcılık deneyimi var; onun bu birikimlerinden, söz aldığında da zaten tartışmasız yararlanacağız.
Şimdi, bakınız, Mustafa Kemal Atatürk'ün anayasal gelişmelerin dinamikleriyle ilgili görüşlerinde bir özellik göze çarpmaktadır. Bu görüşlerin 19'uncu yüzyıla ilişkin olanlarında ön plana çıkan düşünce ile millî Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyet devrimini içine alan gelişmelerine ilişkin görüşlerinde ön plana çıkan düşünceler birbirinden oldukça farklıdır. Mustafa Kemal Atatürk, 19'uncu yüzyıl yani Osmanlı anayasa hareketlerinin temelinde toplumdan gelen bir itme görmüyor ve bu yoldaki girişimleri daha çok, yönetici kişilerin isteklerine bağlı sayıyor. "Onları bu yönde davranmaya iten etkenler ise kimi zaman bir taklitçilik duygusu, kimi zaman dış etkenlere karşı koyabilme ve yabancı devletlerin gözünü boyama güdüsüdür. İç karışıklıkları savuşturma isteği de bunlara eklenmelidir." diyor.
Örnekleriyle anlatmak gerekirse, Tanzimat öncesinde girişilen hukuki yenilik çabaları, Sultan II. Mahmut'un isteği üzerine oluşmuştur ve bunlar Avrupa'yı taklit etmek, Avrupa kanunlarını, Avrupa nizamlarını almak şeklinde ortaya çıkmışlardır. 1839 Gülhane Hattı Hümayunu, Reşit Paşaların teşvikiyle ülkenin Müslüman olmayan unsurlarını memnun etmek zaruretinden, bunların memnuniyetini iltizam eden, Avrupa'nın ve garbın karşısında bir şey yapmak gereğinden doğmuştur. Aynı dış baskılar daha sonra 1856 tarihli Islahat Fermanı'nın doğumuna da yol açmıştır.
1876 Kanun-ı Esasi'ye gelince, bu ilk Anayasa da Avrupalıların Osmanlı Devleti'nin artık kendi kendini yönetmekten aciz olduğunu ileri sürüp onu vesayet altına almak istemelerinin bir sonucudur. Kanun-ı Esasi'nin toplumsal ve yapısal bir itme sonucu değil de dış baskıları savunmak isteyen yöneticilerin girişimi sonucu ortaya çıktığını, Mustafa Kemal 1 Aralık 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde yaptığı uzun konuşmada aynen şöyle aktarmıştır: "İşte o zaman efendiler, bir paşanın başkanlığında 3'ü Hristiyan olmak üzere 16 memur, 10 ulema ve 2 askerden mürekkep bir heyet Babıali'de toplandı ve -elinde Kanun-ı Esasi'yi göstererek- bu kitabı yazdı. Bu kitap, milleti memnun etmek için müspet, maddi bir mâkesitecelli değildir. Efendiler, bu kitap, düşmanlarımızı muvakkaten olsun memnun etmek gayesini gözetmiş bir kitaptır. Bu kitabın mahiyetinin milletle, iradeyimillîyeyle hiç alakası yoktur. Bu kitap yapıldığı sırada hariciye nazırı olan zatın Avrupa devletleri elçilerine yazdığı bir tahriratta dediği gibi padişah ile milletin karşılıklı taahhütlerine müstenit bir kitaptır, mukavelenamedir. İnsaf edelim, bu kitabı yazan heyetin kimlerden ibaret olduğunu söyledim ve bu heyetin içindeki bir azanın yazılışı sırasındaki vicdani kanaatini söyledim. Binaenaleyh, bu kitapla millet arasında ne alaka ve münasebet vardır. Efendiler, bu kitap, üstündeki unvanla milleti senelerce aldatan ve aldattıkça yok olma uçurumuna sevk eden bir kitaptan başka bir şey değildir."
19'uncu yüzyıl anayasa hareketlerinin dinamiklerini, iç ve dış baskılar karşısında bunalan, ufak bir yönetici azınlığın çabalarında bulan Mustafa Kemal Atatürk, ilk defa olarak 1908 İkinci Meşrutiyet'ten söz ederken milletin hürriyet ve egemenliğini ele almak için yapmış olduğu çalışmalardan söz etmektedir. Böylece, Atatürk, anayasal gelişmenin dinamikleri konusundaki görüşlerinin 20'nci yüzyılın başlarından sonra gelişmeye başlayan yeni hareketler için farklılaşmaya yüz tuttuğunu söyleyebilir. Burada artık yönetici azınlıkların yanı sıra millet de siyasi hukuk sahnesine girmektedir. Bu tutum, özellikle Kurtuluş Savaşı'yla ve millî egemenliğin elde edilişiyle ilgili yorumlarda kendini açıkça belli etmektedir. Mustafa Kemal, gerek Kurtuluş Savaşı'nı gerekse egemenlik hakkının millete geçişini doğrudan doğruya, milletin kendi mücadelesinin bir ürünü olarak görmekte ve göstermektedir. "Hâkimiyet saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla, Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına el koymuşlardır. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hâkimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline bilfiil almış bulunuyor." Evet, Atatürk böyle söylüyordu.
Anayasal gelişmeleri, yapısal etkenler ve tabandan gelen zorlamalarla açıklama yöntemi, Mustafa Kemal'in millî kurtuluş dönemi başındaki anayasal gelişmelerle ilgili görüşlerinde de kendini açıkça belli ediyor. Gerçekten, Mustafa Kemal gerek Erzurum ve Sivas Kongrelerini gerekse Türkiye Büyük Millet Meclisinin toplanışını ve 1921 Anayasası'nın yapılışını bir yönetici azınlığın değil, milletin bağımsızlık isteğinin, millî iradenin eseri olarak açıklamaya özel bir dikkat gösteriyor. Kurtuluş Savaşı'nın önderi, kuruluş savaşının anayasasını, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nu şu sözlerle tanıtacak: "Bu kanun doğrudan doğruya, yalnız bizim kafalarımızdan, ilmimizden çıkan bir kanun değildir. Bu kanun, doğrudan doğruya her ferdi milletin kalbî vicdanında kendiliğinden tecelli etmiş ve binaenaleyh heyeti içtimaiyemiz ve vicdani ulvisi levhasında var olmuş ve ondan sonra yürürlüğe girmiştir. Kanuni hakiki yalnız böyle olur. Taklitle kanun olmaz. Kanun, kanunihakiki olmak lazımdır. Kanunu tabii olmak lazımdır. İşte efendiler, Teşkilat-ı Esasiye'miz böyle bir kanuni hakikiyedir. Gerçek bir kanundur. Çünkü, milletimizin vicdanından, kanaatinden çıkmıştır." Bu anlatıda özellikle dikkat çeken nokta, Mustafa Kemal'in gerçek kanundan, halkın temsilcileri aracılığıyla da olsa oluşumuna katıldığı kanunları anlamasıdır. Bunları, küçük bir yönetici azınlığın kendi isteklerine göre çıkardıkları sözde yasa ve anayasalardan ayıran da zaten budur. İşte Kurtuluş Savaşı anayasası, kendisini yaratan dinamikler bakımından da önceki anayasa ve anayasal belgelerden faklı olduğu içindir ki hakiki bir kanundur. Böylece, sahte kanun, anayasa ya da anayasal belgelerden gerçek yasa ve anayasalara geçişe değinen Mustafa Kemal, aslında toplumumuzda Kurtuluş Savaşı'yla birlikte anayasal belgeleri yaratan dinamikler konusunda da bir sıçrama olduğunu vurgulamış oluyor.
Sayın Başkan, saygıdeğer milletvekilleri; aslında anayasaya ilişkin çok fazla şey söylemeye gerek görmüyorum. Burada çok sayıda notlar var önümde, çok kıymetli bilim insanlarının görüşleri de var. Bu gelinen süreç içerisinde bence anayasaya değil, Türkiye'nin yeni bir yasaya, yeni bir yasalar dizinine ihtiyacı yok. Bizim ülkemizde şu anda hukukçuların, hukuk insanlarının çok söylemiş oldukları bir cümle var ki "Ne yazık ki yasalar yalnızca matbaacıları bağlıyor." Onun dışında yasaya dolan, yasayı yok sayma, yasayı yok sayma, yasasız yargılanma, geleceği planlayamama, geleceği görememe, temel insan hak ve özgürlükleri tümüyle askıdadır.
Şimdi, günlerdir burada çok kıymetli AK PARTİ milletvekillerinin, bize anayasanın bir nasıl zorunluluk olduğunu, nasıl bir büyük ihtiyaç olduğunu, vicdani duygularıyla anlatmaya çalışıp ikna etmeye çalıştıklarını hepimiz görüyoruz. Aslında hepimiz biliyoruz, bu anlatılanların hiçbirine hiçbirimiz inanmıyoruz. Çünkü gerçekler böyle değil. Gerçekler, ne yazık ki hepimizin bildiği ama konuşmaya cesaret edemediğimiz kadar dramatiktir.
Size izninizle bir Karadeniz fıkrası daha anlatmak istiyorum: 2 Karadenizli uçakta seyahat ediyorlar, uçak seyahati esnasında motorlardan birisi arızalanıyor, 4 tane motoru var uçağın, birisi arızalanıyor büyük bir sarsıntı oluyor uçakta falan. Pilot anons yapıyor, diyor ki: "Sayın yolcularımız, uçağımızın 4 motoru var, motorlardan 1 tanesi arızalandı ama endişeye mahal yok, 3 motorla gayet rahat, güvenli bir şekilde varış limanına gideriz ve ineriz." Bizimkiler sohbete devam ederken yine bir büyük gürültü, patırtı. Pilot yine devreye giriyor, bir anons daha yapıyor, diyor ki: "Kıymetli yolcularımız, malumunuz uçağımızda 4 motor vardı, az önce 1 motorumuz arızalanmıştı, şimdi 1 motorumuz daha ne yazık ki arızalandı. 2 motorumuz kaldı ama emin olun en yakın piste çok rahat ve güvenli bir şekilde yaklaşacağız ve ineceğiz." Temel ile Dursun yine sohbete devam ediyorlar, bir süre sonra bir gürültü patırtı, yine bir pilot anonsu, diyor ki: "Kıymetli yolcularımız, uçağımızın ne yazık ki üçüncü motoru da arızalandı, şu anda tek motorumuz var, bu tek motorla en yakın açık alana ineceğiz." Temel Dursun'a diyor ki: "Çok şükür, bir de dördüncü motor arızalansa tümden havada kaldık."
Evet, buradan iki anlayış arasındaki farkı ortaya koymak lazım: Bir taraf uçağın havada kalacağını düşünüyor, öbür taraf öleceğini düşünüyor. Aslında sonuç ikisi için de aynı, sonucu hiç fark etmiyor. Siz hangisini tercih ederseniz onu seçin, ister uçağı indirin ister havada tutun, nasıl isterseniz. Ama gerçek bu. Burada anayasa halkın önüne gittiği zaman meydanlara çıkıp "Bu anayasaya destek verin ey halkım, bakın medya gücü arkamızda, büyük sermaye güçleri arkamızda, biz kaç tane seçim kazandık, bunu da kazanırız." diyebilirsiniz, başarabilirsiniz de; büyük kaybedersiniz. Bunu yapabilirsiniz, bu mümkün, halktan geçirebilirsiniz. Ama Napolyon, "Benim en büyük kaybım cumhuriyeti sona erdirecek halk oylamasına taşımamdır." Dönün tarih kitaplarına bir bakın, 3 milyon 200 bin oy Napolyon'a yol açmıştır, "Yaşa, var ol Napolyon, helal olsun." demişlerdir. 2.600 Fransız da "Bu tarihî bir hatadır, bu tarihî hatadan geri dönelim." demiştir. Aynı duruma gelebiliriz, emin olun yüzde 70'le bile bu anayasayı geçirebilirsiniz, bütün güçleri elinizde toplayabilirsiniz, Sezar olabilirsiniz, herkes olabilirsiniz ama tarih önünüzde duruyor, seçim sizin, dilediğinizi seçebilirsiniz. Bence yapacağınız tek şey var, çok kolay ve büyük bir hamle yapabilirsiniz. Bu ülkeye büyük bir uzlaşı getirebilirsiniz, bu sizin elinizde. Buradaki bütün siyasi partiler, bu Parlamentodaki bütün siyasi partiler bu ülkenin bekası için, geleceği için sorumluluk almaya, risk almaya hazırdır. Yapmanız gereken budur, bu görev size düşüyor. Cesur, kararlı, yürekli bir adım atın, bu ülkeye bir şans verin, bir fırsat verin. Gelin bu ülkede barışı, güveni kardeşliği hep beraber tesis edelim. Bu ülkenin önüne konmuş olan tuzakları beraber yenelim. Bu iki blok, bu Almanya, başka bloklar bizim önümüze bu muz kabuklarını koyduklarında dalga geçelim onlarla, bunu başarabiliriz. Birbirimize gol atmanın bir anlamı yok. Aynı gemideyiz, su alan bir gemi; biz muhalefetiz, siz iktidarsınız, hiç fark etmiyor; pusula belli. Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs 1919'da pusulayı yakalamış. Bu kadar güzel, müthiş bir pusulası olan bir halkız biz, bir ülkeyiz. Bütün insanlarımız, hep beraber, biz başardık, başarabiliriz. Buradan 21'inci yüzyılın süper gücünü inşa edebiliriz. Bu sizin elinizde. Bir bilge insanın karşısına geçiyorlar, diyorlar ki: "Bu bilge insan her şeyi biliyormuş." Bir cin diyor ki: "Yahu, ne biliyor! Ben onu aldatırım, yakalarım onu. Öyle bir numara çekerim ona ki bilge her şeyi bilemez, ben onu yenerim." "Peki." diyorlar. Günlerden bir gün bilge insanın karşısına çok iyi hazırlanmış bir senaryoyla çıkıyorlar. Elini arkasına saklıyor, diyor ki: "Bilge, sen her şeyi biliyormuşsun, hiç kimse seni yanıltamıyormuş. Sen gördüğün her şeyi tahmin ediyormuşsun ve doğru biliyormuşsun. Şimdi, benim elimde bir kelebek var, söyler misin; canlı mı, ölü mü?" Eğer bilge "Canlı." derse sıkıp öldürecek, bilge "Ölü." derse bırakıp özgür bırakacak ve bilgeyi yanıltacak. "Söyleyin, elimdeki kelebek canlı mı, ölü mü?" Bilgenin cevabı şu: "O sizin elinizde." Tam da şuanda buradayız. Bu ülkenin bekası, yarın sabah patlayacak bombalar; bu ülkenin geleceğine yayılacak umut, her şey sizin elinizde. Bu ülkeye bambaşka bir aydınlık gelecek tayin edebilirsiniz, bu ülkeyi korku tünellerinden alabilirsiniz. Bunun için çok fazla polise, çok fazla silaha, tanklara, askere, hiçbir şeye ihtiyaç yok; bir tek cümleye "Büyük uzlaşıyı bu ülke başarabilir." demeye ihtiyaç vardır. Statlarda yandaşları toplayıp onlara slogan attırabilirsiniz, camilerden ezanlar okutturup, camilerden hutbeler okutturabilirsiniz, her şeye iktidarınızın gücü yetebilir ama en kolayını yapmaya gücünüz yeterse başarı tam da oradadır, en kolayındadır. Başarı uzlaşmaktır. Uzlaşmak uygarlığın en büyük temelidir. Uzlaşmak demokrasinin temelidir. Denge ve frenin en büyük sigortası uzlaşmaktır. Niçin uzlaşamıyoruz? Her şey sizin olsun, yalnızca, geleceğimizi uzlaştıralım. Emin olun, şuradan Anayasa Mahkemesi heyeti çıksa -uzlaşıya dem vuruyoruz- bu ülkenin bütün çatışma noktalarını çözeceğiz. "Bu ülkenin doğusunda da sorun var, biz çözeriz; bu ülkenin kültür sorunu, biz çözeriz; bu ülkenin ekonomik sorunu var, biz çözeriz." derseniz emin olun, yarın kimsenin umurunda dolar kuru olmaz, Türkiye'de kimsenin umurunda silahlar, şunlar bunlar olmaz; bu ülke bayram olur. Bu sizin elinizde. Bu ülkede bayramı da tercih etmek; karanlığı da, dramı da, acıları da tercih etmek sizin elinizde. 10 IŞİD militanını öldürseniz ne olur, bombalasanız ne olur; bin tanesini bombalasanız ne olur? Suriye'de taş taş üzerinde bırakmasanız ne olur? Savaş; savaştınız, ne olur? Herkesi yenseniz ne olur? Dünyada kapital devam eder, yenileri kurulur, yeni savaşlar önünüze gelir ve siz yeni savaşların içerisinde yeniden, yeniden, yeniden savaşırsınız.
Dış işlerinin ne kadar önemli olduğunu, "monşer" demenin ne kadar hatalı olduğunu şimdi telafi edilmez, büyük hatalarla nihayet anlayabiliyoruz. Onlara "monşer" dediniz, "kokteyl memurları" dediniz ama görüyoruz ki dünyanın birçok ülkesi bizim Dışişleri Bakanlığımızdan gelip eğitim alıyorlarmış. "Yurtta barış, dünyada barış." dünyada kabul edilmiş olan en güçlü dış politika ideolojisiymiş. İşte, burada, Dışişleri Bakanlığı orada, arşivleri orada, sizin içinizde çok kıymetli hariciyeciler var; sorun, bir sorun. Bakın, özellikle, Dışişleri Bakanlığında birçok yabancı ülkenin hariciyecileri gelip eğitim alıyorlardı, dış politika eğitimi alıyorlardı; böyle bir ülkeydik biz. Ama şimdi, dün ve bugün; dün söylediğimiz ile bugün söylediğimiz çelişiyor. Biz üzülmüyor muyuz zannediyorsunuz? Yani, AKP Hükûmeti, AK PARTİ Hükûmeti, Erdoğan Hükûmeti; bir sürü söylemde bulunuyoruz ama bütün bunlar bizi de üzüyor. Biz de evimize gittiğimiz zaman, biz de sokaklara çıktığımız zaman bize de size sorulan soruların aynısı soruluyor: "Ne olacak bu memleketin hâli?" Türkiye'nin birincil gündemi, terör üzerinden bu soruyla oluşuyor. Sizin var mı bir cevabınız? Türkiye'nin, sokaktaki insanlara çıktığınız zaman, birincil gündeminin terör olduğunu hepimiz biliyoruz ama biz burada, koca bir Parlamento olarak başka bir gündeme kilitlenmişiz.
İki: Büyük bir yoksulluk, açlık, sefalet; Türkiye'nin başka bir gündemi ama onu da konuşmuyoruz, görmezden geliyoruz, konuşanı susturuyoruz, kızıyoruz. "Sizin döneminizde şöyleydi, bizim dönemimizde böyle.", "Gayrisafi millî hasıla böyleydi, bilmem ne şöyleydi, bütçe değerleri böyleydi." Yok, hiçbir anlamı yok. Yirmi altı senedir ekonomi kitaplarını okuyorum, benim için şu anda hiçbir değeri yok. Para, hiç önemli değil, bunun hiçbir şey olmadığını şimdi anlıyorum. Çocuklarımız, gelecek, gençliğimiz, nüfusumuzun yüzde 54'ü; onlara bir gelecek, güvenli, planlı bir gelecek kurabiliyor muyuz? Allah aşkına, size soruyorum. Sayın Başkan, iktidarsınız, Sayın Bakan keşke gelseydi, kendisine sorsaydım. Yarın çocuklarımıza, geleceklerine ilişkin "Şurada eğitim alın, hiç üzülmeyin, bu ülkenin geleceğinde o eğitim alanında size iş sahası vereceğiz, rahat olun, üzülmeyin." diyebiliyor muyuz? Diyemiyoruz. Gençlerimiz, yok, gündemimizde yok, uzun zamandır yok.
Orta yaşlı insanlarımız, annelerimiz, kardeşlerimiz, ablalarımız benim gibi sizin de telefonlarınızı çaldırıyorlar, soruyorlar "Ne olacak oğlum?" diyorlar, "Kızım, ne olacak, bu ülkenin hâli ne olacak? Nereye gidiyoruz?" Allah aşkına, cevabını bilen bir tek kişi var mı? Ben öğrenmek istiyorum, birisi söylesin. Benim de çocuklarım var, benim de eşim, dostum, arkadaşlarım var. "Ben iktidar partisine sordum, şuraya gideceğiz, hiç merak etmeyin, güven içerisinde olun, rahat olun, emin olun. Bu güçlü ülke bunları çözecek." diyebileceğim bir yönteminiz var mı, bir yol haritanız var mı? Yok. Bütün yol haritanız sandıktan aldığınız oy. Bu en büyük tuzak, bundan çıkın, lütfen çıkın, bu tuzağın içerisinden çıkın. Yargıcın güvencesi yok, yargı olur mu?
Bakın, 24'üncü Dönemde yaptığınız çok güzel bir çalışma var. Sayın Başkan, 24'üncü Dönemde bir anket çalışması yapmışsınız, tek tek kentleri gezmişler, anketörler sormuşlar, "Anayasa'nın en büyük ortak paydası, en büyük güvencesi ne olmalıdır? diye sormuşsunuz. Sorduklarınız yüzde 76'sı "adalet" demiş, gerisini boş verin, yüzde 76'sı "adalet." Yüksek mahkeme, Yargıtay Başkanı daha çok yakın bir zamanda "Yargıya, adalete güven yüzde 30'ların altına inmiştir." diyor. Şimdi, bakın, devletin, bütün uygar devletlerin, bütün dünya devletlerinin temeli adalet. Biz hukuk insanlarının zaten başka bir şeyi kabul etmemiz mümkün değil; adalet. O hâlde, Yargıtay Başkanı "Adalete güven yüzde 30'un altına inmiştir." diyor, ben yüzde 30'u bile çok torpilli, çok iyi bir rakam olarak görüyorum. Yargıç, kürsüden karar yazdırıyor, aşağıya iniyor, koluna kelepçe vuruluyor. Yargıç, yargı güvencesi, hiçbir şey yok. Anayasa yapıyoruz! Efendim, "Cumhurbaşkanı 6 kişiyi niye seçiyor?" Yahu, seçmesin, ne olacak? Hepsini seçsin ne olacak? Şuandakileri seçmemiş, ne oluyor? "HSYK'yı Cumhurbaşkanı niye seçiyor?" E, seçmese ne olacak? Anayasa Mahkemesi Başkanı, yarın, "Tutuklayın." dediklerinde tutuklanır mı? Tutuklanır. Cumhurbaşkanı seçse ne olacak, seçemese ne olacak?
Bizim bir büyük uzlaşmaya, bir büyük hukuk devletine, bir büyük yasa işleticiliğine ihtiyacımız var, bir güvene ihtiyacımız var hepimizin. Akşamleyin evimize gittiğimizde, bu gece evimize gittiğimizde yarın, buraya Parlamentoya gelirken bence biraz daha farklı bir psikolojiyle gelmeye gayret gösterelim. Bu hepimiz için geçerli, yalnızca iktidar, muhalefet demiyorum; herkes için, Parlamento çalışanları için bile geçerli. Öyle bir hâle geldik ki bakın, birbirimize selam bile vermez hâle geldik; milletvekilleri, selamlaşmıyoruz. Uzlaşma, selamlaşma en insancıl hamle. Sabahleyin kalktığınızda ilk işiniz yanınızda eşinize "Günaydın." diyorsunuz, uzlaşıyorsunuz, sonra kahvaltı masasında çocuklarınıza "Günaydın." dersiniz, uzlaşırsınız. Bir tanesi size "Günaydın." demezse huzurunuz kaçar, uzlaşmadığınızı anlarsınız. Evinizde uzlaşırsınız, sokağa çıkarsınız kasap Ahmet'e, terzi Mustafa ağabeye, oradaki bakkal Kemal ağabeye, hepsine selam verirsiniz; onlarla selamlaşırsınız, sokağınızda selamlaşırsınız, kentinizle selamlaşırsınız; bu, uzlaşma ama bütün bu insancıl değerlerimizden bile ne kadar uzaklaşıyoruz, aslında aynı şeylere bakıyoruz. Bakın, geçmişteki filmleri hepimiz özlüyoruz, o eski İstanbul sahnelerinde bakkal, kasap, köfteci vesaire, onların muhabbetlerinde hepimiz orada kendimize yer buluyoruz, onlarda yer buluyoruz ama şimdi, reyting alan diziler var değil mi, çok zengin ağabeyler var orada, paraları var, süper lüks araçları var; onlar gösteriliyor, diyorlar ki halka: "Siz de bir gün ben de bu aslanı kalbinizde yaşatın, bu kapitalizm öyle bir şeydir ki bir gün siz de zengin olabilirsiniz." Ama, bu, içerisine düştüğümüz, sürüklendiğimiz tuzaktır. Kendi kültürlerimizden nasıl uzaklaştırdığımızı, nasıl ayrıştığımızı gösteren bir tuzaktır. Anayasa, işte bu anayasa kendi kültürümüzdür, kendi kültürümüzü yaşatmadığımız sürece, ondan ayrıştırdığımız sürece kültürün nereden geldiği hiç önemli değil, ister Arap Yarımadası'ndan gelsin, ister Balkanlardan gelsin, ister başka bir yerlerden, nereden gelirse gelsin. Bizi bu coğrafyada yaşatan kültürü ne yazık ki giderek ötekileştiriyoruz, asıl içerisine sürüklendiğimiz tuzak da budur. Başladığım ilk dakikada söylediğim gibi biz Yunus Emrelere, Mevlânalara sarılmalıyız. Biz bu ülkenin geçmişte bir arada başardıklarına sarılmalıyız; bu topraklarda Osmanlı'da da, ondan öncesinde Selçuklu'da da biz büyük işler başarmış bir ulusuz. Burada kardeşçe, barış içerisinde yaşamayı başarmalıyız. Bu toprakların Kürtleri de, Türkleri de -saymak istemiyorum- hepimiz, ne kadar sorun varsa bir arada çözebilmeyi başarmalıyız. Bunları sorun olarak önümüze taşıtanların tuzaklarına düşmemeliyiz.
Bakın, tuzağa düştüğümüz zaman o kadar büyük kaybediyoruz ki... Ege'deki adalarımız, benim içimi sızlatıyor, sizinkini sızlatmıyor mu? Eminim, sizin de içiniz sızlıyor, "Ah, şu Silahlı Kuvvetler eski gücünde olsaydı şu FETÖ tuzağına düşmeseydik." diyorsunuz. O zaman kim FETÖ? FETÖ'yü kim inşa etti? Niye o tuzağa düştük? Şu anda aynı durum söz konusu. Ege'deki adalar... Biz sizi sıkıştırıyoruz, muhalefet olarak diyoruz ki: "Yahu Ege'deki adalarımız gitti, Ege ada grubumuz gitti." Yakalamışız sizi, hata yapmışsınız; bir şey yapamıyorsunuz, Deniz Kuvvetlerini oraya sürmek istiyorsunuz "Ah bunların bir canına okusak." diyorsunuz ama gerçeklere bakıyorsunuz hayıflanıyorsunuz ve duruyorsunuz.
Kıbrıs'ta inanılmaz bir tuzağa doğru sürükleniyoruz. Annan Planı'nı, kabul ettik, onları yendik; haklı bir siyasi gücümüz oldu elimizde, büyük bir argümanımız oldu elimizde, siyaseten öne geçtik; dünya siyasetine bir ders verdiniz, onu siz başardınız, bravo, sizi kutluyoruz ama bugün Annan Planı'ndan daha geriye düşecek bir plana ne yazık ki yelken açtık. Nereye gidiyoruz? Dert, Kıbrıs'taki toprak parçaları değil ki. Bakın, Akdeniz'in ekonomik paylaşım anlaşmasının imza aşamasındaydık Mısır'da neler oldu. Ne gitti? Mısır imzalayacağı zaman Akdeniz, Mısır'la Türkiye'nin kuralını koyduğu bir ülkeydi ama gitti. Şimdi, o bölgedeki bütün gaz sahaları elimizden uçup gitti, ne yapıyorsunuz? Bir şey yapabiliyor musunuz? Yapamıyorsunuz. Siz yapamıyorsunuz oh olsun mu diyelim? Siz yapamıyorsunuz hep beraber kaybediyoruz, geleceğimizi kaybediyoruz. Nasıl bir gelecek? Bakın, bir örnek, oradaki şu anda ölçümlenmiş olan rezerv, genel müdürün deyimiyle Avrupa Birliğinin otuz beş yıllık ihtiyacını karşılamaya yetecek kadar; konsorsiyum başkanının deyimiyle -hayır, öyle değil- yüz yıllık ihtiyacını karşılamaya yetecek kadar; ikisini de doğru kabul etmeyelim, ortasını bulalım, elli yıllık olsun. Avrupa Birliğinin yıllık gaz ithalatı 350 milyon ton...
BAŞKAN - Sayın Pekşen...
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Buyurun.
BAŞKAN - ...ben yemekten önce size söz vermek için azami gayret gösterdim ama siz mikrofonu bırakmamak için azami gayret gösteriyorsunuz.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Hiç öyle değil. Sayın Başkan, hiç öyle bir taahhüdüm yok.
BAŞKAN - Lütfen devam edin ama gündeme bağlı kalalım biraz.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) -Tamam da gündemi konuşuyorum bakın, ben demin konuştum.
BAŞKAN - Lütfen buyurun.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Anayasa ne biliyor musunuz? Bu anayasa dediğiniz konuyu ezbere size on saat tartışabilirim. Anayasa eğer bir ülke dış etkenler, iç etkenler, uluslararası baskılar ve uluslararası meşruiyetler temelinde otutturacağı uzlaşma zeminidir, ben de zaten onu konuşuyorum. Anayasa'yı bu cümlelerle tanımıyorsanız tanıdıklarınız anayasa değildir. İçeride meşruiyet, dışarda meşruiyettir. İçerde meşruiyeti sağlayan insan hakları ve güçler dengesidir, dışarıda çıkarlar ve uluslararası sözleşmelerdir; ben de onları anlatıyorum. Başka bir anayasa tanımlıyorsanız onu da öğrenmek isterim.
Sayın Başkan, konuşmam emin olun "Uzadı, sıktı." diyorsanız, derhâl keserim, benim öyle bir devam etmek gibi öyle bir şeyim yok.
BAŞKAN - Hayır, "sıktı" demedik, lütfen Başkanlık olarak herhangi bir şekilde konuşmalara dört gündür müdahale etmiyoruz. Gene müdahale etmiyoruz ama Sayın İyimaya heyecanlanmaya başladı, onu da ifade edeyim, latife olsun diye söyledim.
Buyurun lütfen.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Sayın İyimaya'ya bir mesleki dayanışma içerisinde hassasiyetine ben de karşılık vereceğim diyebilirim.
Evet, o zaman...
AHMET TUNCAY ÖZKAN (İzmir) - Bir telaş mı var, bir gün mü var, bir yere mi yetişeceğiz? Tamam, yüz yirmi gün tartışırız, ne olacak, Anayasa konuşuyoruz, kötü bir şey konuşmuyoruz. Kafanızda bir tarih mi var, bir yere mi yetişeceğiz? Yetişeceğimiz bir tarih var mı? Oraya yetiştirelim. Ama bir tarih varsa, bir yere yetişeceksek biz de bilelim, ona göre hazırlanalım.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Bu tartışmalara hiç gerek yok, bir hukuk adamı olarak kendi nezaketime de yakıştırmam, böyle bir zaman telaşı içerisinde konuşmak istemem.
BAŞKAN - Sayın Pekşen, biz Ankara Barosunda beraber avukatlık yaptığımız için, ben sizi tanıdığım için o nezaketinize güvenerek bunu söyledim.
Buyurun.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Çok sağ olunuz efendim.
MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Balyoz davasında üç gün konuşmuştu üstadım.
HALUK PEKŞEN (Trabzon) - Üç buçuk gün konuştum, orada konuştuklarımı da... Balyoz davasında üç buçuk gün konuştum çünkü şunu biliyordum ki mahkeme başkanı bana bir kez daha söz vermeyecek, çünkü öylesine yakalamıştım ki mahkeme başkanını satır satır yakalamıştım, o davayı çökertecektim ama o mahkeme başkanının bir daha söz vermeyeceğini bildiğim için üç buçuk gün konuştum. Orada ne söylediysem onların tamamını da kitap hâline getirdim, hiçbir şey eklemedim. Orada kürsüye çıkıp konuştuklarımın tamamı bu kitap oldu ve o gün ne söylediysem bu 2011 yılında o gün söylediklerimin tamamı burada yazılı, merak edene de gönderebilirim. Dava öyle gelişti, öyle sonuçlandı ve Türkiye tam da o 2011 yılında o gün ne söylediysem bugün o noktaya gelmiştir.
Evet, toparlayalım, efendim ben buradaki bütün çok kıymetli milletvekilleri, izleyiciler, hiç kimse benden daha az milliyetçi değildir, hiç kimse bu ülkenin geleceğini benden daha az kaygıyla düşünmüyor. Kim olursa olsun hiç kimseyi ayrıştırmıyorum. Yasaları hepimiz için eşit, adil uygulanabilir hâle getirmeliyiz. Bakın, bir siyasi partinin milletvekilleri tutuklandılar, tutuklanmaları da doğru değildir. Niye? Yahu, hukuk adamıyız biz, Anayasa Mahkemesinin kararı var "Tutuklu yargılanamazlar." diyor, "Bu, onların parlamenterlik haklarının ihlalidir." diyor. Şimdi, bu Anayasa Mahkemesinin kararı daha burada çok yeni, çok taze. Hukuk insanları olarak "Bize ne, oh olsun, bizi ilgilendirmiyor." diyebilir miyiz? Dememeliyiz. Ben soruyorum, söylüyorum da: Bu ülkenin bütün sorunlarına müdahale edip biz çözmeliyiz, biz; birileri gelip Diyarbakır'da bize dayatmamalı, birileri gelip bize yüksek perdeden nutuklar atıp akıl vermemeli. Bu ülkenin hukuk aklı tarihte çok etkiliydi, çok güçlüydü, bugün de aynı güçtedir. Ben inanıyorum, bizim çok sayıda, çok kıymetli hukukçularımız var, işte Ahmet İyimayalar var, daha bir sürüsü var. O hâlde, ben, çözebilecek aklın bizde olduğuna eminim. Çözelim, cesur olalım, çözelim; sorunları görmezlikten gelip, öteleyip, üstünü kapatıp, lekeleyip birbirimizin kalesine gol atmaya kalkarak hiçbir şeyi başaramayız. Bir yerden başlayalım Sayın Başkan, bir yerden başlayalım. Yarın bu ülkenin geleceğine daha umutla daha iyi şeyler söyleyelim. Bir Drogba bile yok mu içimizde Allah aşkına? Eline mikrofonu alıp bir iç savaşı bitirdi. Biz de bitirebiliriz. Ülkeyi ölüm tarlalarına çeviren eli kanlı katillere teslim etmeyelim. Parlamento inisiyatif kullansın. Bu ülkemizi biz yeniden inşa edebiliriz. Birbirimize güvenebiliriz; güvenmeliyiz, başka çaremiz yok. Ne yapacağız? Birbirimizi mi boğazlayacağız? Böyle bir şey var mı? Bize 10 defa daha gol atabilirsiniz, 20 tane seçim kazanabilirsiniz; bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Yapacağınız tek şey, bizi, muhalefeti de güçlendirmektir. Güçlü bir muhalefet, sizin geleceğinizin en büyük güvencesidir. Eğer güçlü bir muhalefete olanak sağlamış olsaydınız, bugün bu yaşadıklarımızın hiçbirisi olmazdı; ne 17 Aralık olurdu ne 15 Temmuz olurdu; hiçbirisi olmazdı. Bunları siz de biliyorsunuz. O hâlde, nedir?
Sayın Başkan, kıymetli milletvekilleri; benim inandığım temel bir kural var, adalet insanların vicdanlarında olmalı. Adalet vicdanınızda yoksa hiçbir yerde olmaz. En önemlisidir bu, vicdanınızda olmasıdır; yoksa, yasalarda yazılmış, şurada olmuş, burada olmuş, hiçbir anlamı yok. Adalet hepimizin vicdanında var. Ben burada vicdanlı insanlar olduğunu biliyorum. Hepimizin son derece vicdanlı insanlar olduğunu biliyorum ama bir feodal değerlerden kurtulma mücadelesini bir türlü başaramıyoruz. Feodalite; oradan kurtulmalıyız.
Bir feodalite değerlendirmesi yaparak sonlandırmak istiyorum. Efendim, Türkiye'nin doğusuna ilişkin, dünyanın sözüm ona uygar ülkelerinden gelen eleştirilere bakar mısınız? "Niye burada feodalite var hâlâ?" diye hiç eleştirmezler. "Burada niye aşiretler var?" diye hiç eleştiri duymadım. Burada niye şıhlar var, şeyhler var, niye toprak ağaları var?" diye hiç eleştiri duymadım. Niçin? Çünkü ondan memnunlar, çünkü onlar Mustafa Kemal Atatürk'ün aydınlanma düşüncesine karşılar, istemiyorlar. Orada aydınlanma olursa o insanlar kendilerinin de eşit birer yurttaş olduklarını, bizim kadar özgür olduklarını ve bizim kadar bu ülkenin sahibi olduklarını, benim gibi kararlılıkla haykırabilirlerse o zaman o bölgede selfdeterminasyonlar çöpe gider. Kendi ülkelerinde büyük üniter yapıya vurgu yapanlara, bence verilecek en büyük cevap budur.
Bu vesileyle yüce heyetinizi saygıyla sevgiyle selamlıyorum.
Nezaketinize teşekkür ediyorum. Sağ olun.