Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
Konu | : | Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi (2/1504) |
Dönemi | : | 26 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 23 .12.2016 |
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bugün, sanırım, dördüncü gün oldu, tartışmalarımız devam ediyor ve bu tartışmalarda öncelikle dün yaşanan bir iki olayı ifade etmek istiyorum.
Değerli arkadaşlar, biliyorsunuz, dün gece çok korkunç bir olay yaşandı, bir insanlık suçuna daha dünya tanıklık etti. Sefter Taş ve Fethi Şahin maalesef -İnternet'te dolaşan videolar- canice yakılmışlar ve buna ilişkin açıkçası biz de üzüntülerimizi ifade etmek istiyoruz, ailesine, tüm ülkeye başsağlığı diliyoruz.
Ama bu arada şunu da söylemeden geçemeyeceğiz: Biz Halkların Demokratik Partisi olarak, tezkere oylanırken de, öncesinde de, sonrasında da Türkiye'nin dış politikasını eleştiren ve Türkiye'nin, özetlemek gerekirse, ne işi var başka ülke topraklarında diye bir kez daha sormak istiyoruz ve bu konuda sadece bizim Iğdır Milletvekilimiz Sayın Mehmet Emin Adıyaman'ın bir soru önergesi değil, 5 ayrı defa bunu Meclis gündemine getirdiğini ifade etmek istiyorum. Şu anda elimde yazılı soru önergesi var, 1 Aralık 2015 tarihli. Ayrıca, Sayın Adıyaman 3 kez sözlü soru önergesi vermiş Sefter Taş'a ilişkin, 2 kez Meclis gündeminde bunu ifade etti ve 2 bakanla da ayrıca görüşme yaptığını ifade etmek istiyorum çünkü Sefter Taş Iğdır'da yaşayan, ailesi Iğdır'da olan bir yurttaş fakat maalesef bu bile... Dünden bu yana sosyal medyada -artık bir trol cumhuriyetine dönüştük- milliyetçi, kendisini "Milliyetçiyim." diye ifade eden oldukça geniş bir kitle "Sefter Taş HDP'lidir, bir şey olmaz, öldürülmüş olsa da canımız sağ olsun." şeklinde korkunç, "korkunç" kelimesinin karşılayamayacağı bir sosyal medyada bunun bile malzeme yapıldığını ifade etmek istiyorum. Türkiye'nin geldiği bu cinnet ortamını göstermesi açısından örnek vermek istiyorum.
Diğeri de, Sayın Başkan, bu sabah, Meclis Başkan Vekilimiz ve partimizin İstanbul Milletvekili Sayın Pervin Buldan evinden gözaltına alındı, adliyeye götürüldü. Cumhurbaşkanı... 2 kadın başkan vekilinden biri Sayın Pervin Buldan. Ayşe Nur Bahçekapılı'ya yönelik Almanya'nın yaptığı tutumun kabul edilemez olduğunu biz de Meclis kürsüsünden müteaddit defalar ifade etmiştik ama Ayşe Nur Bahçekapılı, Sayın Bahçekapılı Almanya'da böyle bir muameleye maruz kaldı fakat Sayın Pervin Buldan kendi ülkesinde bir gözaltı işlemine maruz kaldı. Bunun da yanıtını bekliyoruz.
Değerli arkadaşlar, buraya gelmişken şunu da ifade ederek konuşmama başlayacağım: Şu anda bu kürsüde, bu Komisyonda olma hakları olan milletvekillerimiz cezaevinde. Bir kez daha hatırlatmak istiyorum; halkın iradesi, halk oylarıyla seçilen fakat hukuksuz, bir dokunulmazlık kararının kaldırılması suretiyle Anayasa'ya, Anayasa Mahkemesi kararlarına, ulusalüstü sözleşmelere tümüyle aykırı bir şekilde tek başına hücrede tutulan, odalarda tutulan milletvekillerimizi de tek tek saymak istiyorum: Sayın Çağlar Demirel, Grup Başkan Vekilimiz. Sayın Besime Konca, Kadın Meclisi Sözcümüz. Sayın Çağlar Demirel ve Besime Konca'yla Meclisten on ikide birlikte çıktık ve Mecliste başlayan takip sonucunda evlerinin önünde gözaltına alındılar ve şu anda ikisi de Kandıra Cezaevinde. Abdullah Zeydan, Hakkâri Milletvekilimiz, şu anda Edirne Cezaevinde tek kişilik odada tutuluyor. Nihat Akdoğan, o da yine Hakkâri Milletvekilimiz ve şu anda kendisi Silivri Cezaevinde tek kişilik odada tutuluyor. Bu arada Selma Irmak'ın da Hakkâri Milletvekili olduğunu, onun da Silivri'de olduğunu hatırlatayım. Hakkâri'nin 3 milletvekili ve bütün belediye başkanları ve il, ilçe yöneticileri, hepsi şu anda cezaevinde, Hakkâri'de halkın hiçbir yerde temsiliyeti kalmadı. Sayın Nursel Aydoğan, Diyarbakır Milletvekilimiz, kendisi de Silivri Cezaevinde. Ferhat Encü Şırnak Milletvekilimiz, kendisi Kandıra Cezaevinde. Leyla Birlik Şırnak Milletvekilimiz, kendisi Silivri Cezaevinde. Gülser Yıldırım Mardin Milletvekilimiz, kendisi şu anda Kandıra Cezaevinde. Selma Irmak yine Hakkâri milletvekilimiz ve şu anda Silivri Cezaevinde. Hepinizin çok yakından tanıdığı, Meclis dışında mesaisi hemen hemen yüzde 10 bile diyemeyeceğimiz, en çok Mecliste bulunan arkadaşımız, Grup Başkan Vekilimiz Sayın İdris Baluken de şu anda Kandıra Cezaevinde ve Hakkında, yaptığı konuşmalar sebebiyle 302'den dava açıldı. Devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü aleyhine propaganda olması gereken bir fiilden yorumla 302'den açıldı. Evet ve Eş Genel Başkanımız Sayın Figen Yüksekdağ şu anda Kandıra Cezaevinde, diğer Eş Genel Başkanımız Sayın Selahattin Demirtaş da Edirne Cezaevinde tek kişilik odada tutulmaya devam ediyor.
Değerli milletvekilleri, niye bunu ifade ettim? Çünkü şu anda bir anayasa yapım sürecindeyiz. Anayasa yapım sürecinin on temel aktörü tabii ki asillerdir, tabii ki kamudur, tabii ki halktır, tabii ki millettir, toplumdur çünkü anayasa toplumsal bir sözleşmedir ve bu toplumsal sözleşmede, halkın, milletin katılımına açık, şeffaf, tartışılan bir metnin oluşturulması gerektiği demokrasilerin olmazsa olmaz unsurlarından bir tanesidir ama milletvekillerinin bile özgür iradelerini ve çalışmalarını yansıtamadığı, haksız, hukuksuz bir yere cezaevine kapatıldıkları bir ortamda bu anayasa tartışması eksiktir, sakattır, meşru değildir ve bir partinin eş genel başkanlarının cezaevinde olduğu bir dönemde halkın iradesinin yansıtıldığını hiç kimse iddia edemez. Bu nedenle, biz, bu çalışma vesilesiyle, bir an önce, derhâl, arkadaşlarımızın, eş genel başkanlarımızın serbest bırakılması gerektiğini bu Komisyonda da ifade etmek istiyoruz.
Değerli arkadaşlar, diğer bir değineceğim husus şu: Gerçekten burada tartışıyoruz, evet. Bence tartışmanın bir zararı da yok ama şunu unutmayalım: Burada saatlerce, günlerce, aylarca tartışmamız bu anayasa çalışmasını demokratikleştirmez, bu anayasa çalışmasının halkın iradesine dayandığını asla ifade etmez. Burada, Sayın Yasin Aktay'dı sanırım, notlarımda vardı: "Bu tartışmalar izale edilir Meclis Komisyonu çalışmaları sırasında." diyor. Ama biz kesinlikle bu görüşte değiliz çünkü anayasa çalışması pişirildi, bütün çalışmalar yapıldı ve önümüze 21 maddelik bir teklif getirildi. Bizim ona, değil bir su, farklı bir şey katmamız, şu anda bir fiske tuz atma şansımızın olmadığını da dört gündür izlediğimiz konuşmalardan bu bilgileri edindik. Hepimiz kendi pozisyonumuzu anlatıyoruz, kendi önerilerimizi anlatıyoruz. İktidar partisi sözcüleri bu taslağın ne kadar iyi, ne kadar önemli, ne kadar demokratik, Türkiye'yi ne kadar ilerletecek bir metin olduğunu anlatıyorlar diğer partiyle birlikte. İki muhalefet partisi de, bunun kesinlikle kabul edilemez olduğunu, anayasa çalışmalarının nasıl ilerlediği, yapım aşaması ve sonrasına dair görüşlerimizi ifade ediyoruz. Bu konuda biz, özellikle bu tartışmaların Anayasa'yı tümüyle, hani demokratik katılımcı, şeffaf bir anayasa yapmayacağını ve Uzlaşma Komisyonunda bulunan arkadaşların bir kısmı şu anda burada, eğer anayasa çalışacaksak gerçekten o yöntemle çalışmalıyız, tek tek maddeler üzerinde, partilerin farklı görüşlerinin ifade edildiği, virgülüne, noktasına, kelimesine -eski dil mi, yeni dil mi- hangi potada uzlaşırız, asgari müştereği nasıl yakalarız çalışmasının bu masada yapılması gerekiyor; aksi hâlde bu, kesinlikle demokratik bir yöntem olmayacaktır.
Değerli arkadaşlar, gerçekten biz anayasayı nasıl bir ortamda yapıyoruz? Şu anda Türkiye'nin en acil gündemi bu anayasa çalışması mı? Buna ilişkin dört gündür yine birçok arkadaş görüşlerini ifade etti. Şüphesiz, Türkiye'nin demokratik, özgürlükçü bir anayasa ihtiyacı hiçbir zaman bitmedi; şu anda da var. Biz darbe anayasasıyla yönetilmeye devam ediyoruz. 117 maddede değişiklik yapıldı, defalarca değişiklik yapıldı ama Evren ruhu kesinlikle o Anayasa'dan arınmış değil ve bu değişiklikle de arınmayacak, sadece başka bir ruh kaçmış olacak; o, diktatöryal, tek insan üzerine kurulu rejim değişmemiş olacak. Ne yapıyoruz şu anda? Ben kendi adıma söyleyeyim: Burada dört gündür aralıksız takip etmeye çalışıyorum, dışarıdaki gelişmeleri de takip ediyoruz hepimiz ve dışarıda büyük bir yangın var arkadaşlar; büyük bir yangın, öyle küçük yangınlar değil: İşsizlik, ekonomi, emekçilerin cinayeti, kadınların cinayeti, işte, Suriye'de, El-Bab'da yaşanılan kayıplar, bombaların neticeleri, Mecliste eksik sayıyla toplanmak zorunda olmamız. Bütün bunlar yaşanırken biz burada, önümüze getirilen bir anayasa çalışmasını tartışmak zorundayız. Zorundayız; niye zorundayız? Çünkü küçücük de olsa, hani, bunu geri çekme, gerçekten bir arada asgari müşterekleri yakalama şansımız olabilir mi umudumuzu kaybetmek istemiyoruz. Bu nedenle ben konuşmamı kesinlikle bir eleştiri, yergiden ziyade, bunu nasıl değiştiririz üzerine kurmak istiyorum, tarihsel arka planla birlikte. Birbirimizi etkilemenin, iletişimin, duymanın, o 3 duyu, 5 duyu organını açmamız gerekiyor; duymamız, görmemiz, dokunmamız, hissetmemiz gerekiyor. Biz kendimize yapmıyoruz bu anayasayı ve vekiller olarak asilin görüşlerini buraya yansıtmak zorundayız. Bu nedenle şu anda acil gündem değildir Anayasa meselesi. Bu, önümüze getirilen bir gündemdir.
2002'den bu yana iktidar partisi tek parti ve özellikle, bu şiddet sarmalında çok üzüntü veren görüntülere tanıklık ettiğimizi de unutmayalım. Yani onlarca cenaze yerdeyken, defnedilmemişken Avrasya Tüneli ya da başka bir açılışta verilen görüntüler de halkı ciddi bir şekilde yaralıyor. Şu anda bizim, Başkanlık sistemini tartışmamız da yaralıyor halkı çünkü halk kendi sorunları Mecliste tartışılsın istiyor fakat, maalesef, biz başka bir yerden yaklaşıyoruz. "Biz" derken, bize dayatılan ve önümüze gelen gündemden söz ediyorum.
İstikrar için ve daha iyi bir Türkiye için, bu kadar yıl iktidarda olan bir parti, hem de tek başına, "Koalisyon olmasın istikrar olsun." diye önümüze bir paket getirdi. Koalisyon ihtimali sadece 7 Haziranda çıktı; dikkatinizi çekerim. AK PARTİ hep tek başına iktidar oldu ve çoğunluk ondaydı ve istediği bütün değişiklikleri yaptı, her konuda yaptı. Kendisine dair risk oluşturan, önünü kapatan ya da siyasetine uygun düşmeyen bütün kanunları değiştirdi. İstikrarsızlık varsa bu onların politikaları sonucu. Eğer koalisyonsa bu tehlike yani 7 Haziranda Meclis iradesine ve halk iradesine bir darbe yapıldığını da asla unutmamız lazım. Koalisyon her zaman antidemokratik ve ön kapatıcı değildir, bazen farklı fikirlerin bir arada tartışmasının üretici, tekrar tekrar iyiliği, güzelliği ya da farklı istikrar yöntemlerini ürettiğini de unutmayalım. Mesela ben, burada, iki yıldır, 7 Haziran ve 1 Kasımda seçildim Adana Vekili olarak, ilk kez Mecliste bu kadar milletvekili arkadaşla mesai yapıyorum. Genel Kurulda bir iletişim yok, sadece çıkıyoruz konuşmalarımızı yapıyoruz, birbirimizi tanımıyoruz. Birbirimizin düşüncelerini, duygularını, hayata dair farklı yönlerimizi bilmiyoruz; bir iletişim yok bir kere. Bunun sebebi, işte, bu siyasetteki kutuplaşmanın, ayrıştırmanın neticelerinden bir tanesi. Eğer koalisyon olursa... Ben koalisyona şahsi olarak karşı değilim, bazı koalisyonlar sıkıntı yaratmış olabilir ama "Her zaman sıkıntı yaratır, ülkenin önünü kapar." diye bir genel anlayış da ne anayasacılık tarihine ne siyasi yönetimler tarihine uygun değildir ve bu nedenle bu gerekçe de asla inandırıcı değildir.
Burada, "Nasıl hazırlandı, nasıl servis edildi?" buna ilişkin zaten maddeler üzerinde konuşma yaptığımız sırada bunları geniş bir şekilde açıklayacağız. Ancak, şunu ifade etmek isterim ki: Hiçbir milletvekiline, asla, hepsini tenzih ederek söylüyorum... Herhâlde dünyada böyle bir hazırlanma yöntemi yoktur. Sayın Başbakanın açıklamasını şimdi gibi hatırlıyorum, son gün saat 18.00'e kadar "Son çalışmaları yapıyoruz." dediği sırada, üç gün öncesinden internet ortamında imzalar yayınlandı. Bu, doğru değil; bu, yakışmıyor. Yüzlerce anayasa hukukçusunun, bunun kesinlikle Anayasa'ya aykırı olduğunu, bunun bir suç olduğunu, aslında bağımsız ve tarafsız bir yargıda bunun cezalandırılması gerektiğini de bilen bir yerden bunu tartışmamız gerekiyor.
Peki, dün, Sayın Başbakanın konuşmalarını Meclis Genel Kurulunda da anlattım. Hâlâ şeyi anlatıyor, bütçeyi Meclis yapacak. Hayır, "Bu Meclisin görevi, Cumhurbaşkanının icrai çalışmalarını kolaylaştırmaktır." demiş Sayın Başbakan. Bu da henüz taslağın bizzat Başbakan tarafından, iktidar partisi milletvekilleri tarafından ve hepimiz tarafından tam olarak tefekkür edilip üzerinde düşünülüp çalışma yapılan bir metin olmadığını çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Daha Anayasa Komisyonunun üyelerinin bilmediği, yeni önümüze gelen bir metni biz şimdi çıkarmaya çalışıyoruz.
Peki, Anayasa Uzlaşma Komisyonuna ilişkin nasıl bir deneyimimiz var. Biraz, sabahki oturumda Sayın Komisyon Başkanımız Şentop açıkladı geniş geniş. Ben de o komisyonda bulunduğum için ayrıntıları biliyorum ancak şunu söylemek istiyorum: Şüphesiz, söylediği işte binlerce derneğin, kurumun görüş bildirmesi, altı ay bu görüşlerin toplanması, il il toplantılar yapıldı, bunların hepsi bir realite. İki yılı aşkın bir süre o masada günde onlarca saat mesai yapılıp maddeler üzerinde çalışma yapıldığı ve bir ortak nokta bulunması çabaları da doğru bir realite.
Ama başka bir şey de var: Peki, biz o birikimden ne kadar faydalanıyoruz şu anda? Nasıl faydalanıyoruz? Sıfır. Şu anda hangi kurumun görüşü, hangi üniversitenin görüşü bizim önümüzde duruyor anayasa yapımına ilişkin? Sayın Şentop çok ileri giderek "Kanarya Severler Derneği bile görüş getirdi." dedi. Hayır, öyle bir şey yok, Kanarya Severler Derneğinin görüşü yoktu ama çok farklı kurumların, farklı inançların, farklı kesimlerin görüşleri vardı ve "Hepsi de genellikle -cümlesini not aldım- hepsi birbirinin aynı metinler." dedi. O metinleri mümkün olduğunca okumaya çalışan biri olarak metinlerin bir bölümünün birbirine benzediğini kabul ediyorum ama metinlerin tümü asla aynı değildi. Herkes yani farklı kesimler kendi düşüncelerini, görüşlerini ve önerilerini sunmuşlardı o metinlerde ve Anayasa'da kendilerini görmek istediklerine dair çok ciddi analizler, önermeler ve sözleşmeye katkılar vardı ama bunun böyle bir çırpıda reddedilerek sanki hiçbir katkı yoktu ve "Bunu halkla yapmamıza gerek yok." şeklinde bir konuşmayı kesinlikle kabul etmiyoruz ve bunun objektif olmadığını bir kez daha ifade etmek istiyoruz.
Zira, o çalışmalarda herkes büyük bir heyecan duymuştu. Gerçekten bu çalışmaya nasıl katkı sunabiliriz diye. Biz de, değerli arkadaşlar, 2 Aralık 2013 tarihinde Meclis Başkanı Sayın Cemil Çiçek'in "Tıkandı, bundan sonra devam edemiyoruz." mektubuna cevaben uzun sayılabilecek bir cevap kaleme aldık eş genel başkanlarımızın imzasıyla. Hepsini okumayacağım ama sadece şu anda bileşenimiz olan Demokratik Bölgeler Partisinin o komisyonda temsil edildiğini ve bunun da o dönem BDP'nin görüşleri olduğunu ifade etmek istiyorum.
Ne demişiz o zaman, sadece kısa pasajları paylaşacağım: "Barış ve Demokrasi Partisi olarak başından beri yeni, sivil ve demokratik bir anayasanın yazılması sürecine büyük bir ciddiyetle yaklaştık. Bu, hem temsil ettiğimiz toplumsal kesimlerin yeni anayasa talebini çok güçlü bir biçimde dile getirmesinden, hem de siyaseten sıkıntısını çektiğimiz merkeziyetçi, tekçi ve vesayete dayalı devlet aygıtının yerine demokratik bir cumhuriyet inşa etmenin ancak yeni bir anayasa ile mümkün olduğunu bilmemizden kaynaklanmaktadır."
Başka bir bölümde şunu söylemişiz değerli arkadaşlar: Barış ve Demokrasi Partisi olarak bizim, kaynağını, tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelerden almayan, evrensel değerlere aykırı bir kırmızı çizgimiz yoktur. Barış ve Demokrasi Partisi olarak hiçbir partinin de Anayasa Uzlaşma Komisyonuna kırmızı çizgi dayatma hakkının olmadığına inanıyoruz. Eşitler arasında kırmızı çizgilere yer olmaz. Bu çizgiler ancak ast-üst ilişkileri içinde mümkün olabilir." demişiz ve "Bizim görüşlerimiz ve önerilerimiz dünyadaki temel insan haklarının geldiği noktaya, salt biçimsel değil tam ve gerçek bir demokrasinin kurumsallaştırılması çabalarına ve bu ülkede yaşayan tüm yurttaşların birinci sınıf yurttaş olarak hak ve özgürlüklerinin garanti altına alınmasına dayanır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin 60 yıldır ulaşmaya çalıştığı Avrupa Birliği üyeliği de aslında bu yaklaşıma dayanan bir yeni anayasayı gerektirmektedir. İlla bir kırmızı çizgiden söz edilecekse, Barış ve Demokrasi Partisi olarak bizim olmazsa olmazımız, yurttaşların katılımına açık, gerçek ve tam bir demokrasinin kurumsallaşmasıdır. Anayasa Uzlaşma Komisyonunda da bu tavrımızı sürdürdük. Üstelik son derece karmaşık, katmanlı ve çok boyutlu hâle gelmiş etno-politik bir mesele olan Kürt sorununun çözümü noktasında bir diyalogun başladığı bu dönemde bizim açımızdan Anayasa Uzlaşma Komisyonunun çalışmaları ve yeni anayasa yapımı kritik bir rol oynamaktadır.
Kürt sorununun demokratik çözümü açısından sivil, demokratik, çoğulcu yeni bir anayasa büyük bir önem taşımaktadır. Bu nedenle, Anayasa Uzlaşma Komisyonuna her zaman yapıcı önerilerle katkı sunmanın çabası içerisinde olduk ve gayret ettik."
Yine önerilerimiz var, bir bölümde de şöyle yazmışız: "Meclisteki siyasi partilerden oluşan bir komisyonla yola çıkarken içeriden ve dışarıdan hiçbir aktörü bu sürece katmadan, kapalı kapılar ardında anayasa yapmaya çalışan ilk ve tek ülkeyiz. Sivil toplumuna, aydınlarına, üniversitelerine güvenmeyen, üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi Venedik Komisyonunu da yanlıdır diye sürece katmayan bir yaklaşım söz konusu."
Anayasa Uzlaşma Komisyonunda o dönem, biz, Venedik Komisyonunun katkılarını alma yönünde taleplerde bulunmuştuk fakat maalesef o taleplerimiz reddedilmişti; bugün de Venedik Komisyonunun kesinlikle bu Anayasa Komisyonu çalışmalarına katkı sunması gerektiğini de bu vesileyle ifade etmek istiyorum.
Mektubun cevabında özellikle Komisyon çalışmalarının ve sıkıntılarının sebebinin siyasi yaklaşımlar olduğunu da ifade ederek "Bu Anayasa Uzlaşma Komisyonu, eşit yurttaşlık temelli talepleri, bölünme paranoyasıyla engelleyenler tarafından tıkatılmıştır. Anayasa Uzlaşma Komisyonu gerçek ve tam bir demokratikleşmeden korktuğu için, mevcut cunta anayasasının bile gerisinde bir monolitik yapıyı savunanlar tarafından tıkatılmıştır. Anayasa Uzlaşma Komisyonu, cunta anayasasını savunan partilerle milliyetçilik yarışına giren iktidar partisinin tutumu nedeniyle tıkanmıştır."
Ne kadar güncel değil mi değerli milletvekilleri? Bugün de güçlü bir milliyetçilik yarışı altında biz bu anayasa tartışmalarını yürütüyoruz. Bu günümüze de aynen uyuyor.
Ve "Bu nedenlerle, komisyondaki tartışmalar da dâhil olmak üzere, üzerinde uzlaşma sağlanmamış olsa dahi, taslağın bütünüyle kamuoyunun değerlendirmesine açılması zorunluluğunu bir kez daha belirtmek isteriz. Bu durum, komisyonun başlangıçtaki bölge toplantılarında ortaya koyduğu "Anayasa'yı halkla birlikte yapacağız." perspektifine de uygundur.
Ve sonuç bölümünde "Herkesi de bunun farkında olmaya ve gerçekçi çözüm önerileriyle yeni ve sivil bir anayasanın yazılması için sorumluluk almaya davet ediyoruz. Bu yapılmadığı zaman, Türkiye toplumunda anayasaların ancak cunta güçleri tarafından yazılabildiği yönündeki kötümser ve militarist yaklaşım güçlenecek ve demokrasi masasına inananların eli zayıflayacaktır."
Değerli arkadaşlar, bu mektuptan sonra maalesef bu taleplerimiz dikkate alınmadı ve Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışması rafa kaldırıldı, gündem değişti ve işte, bugüne kadar geldik.
Anayasa Uzlaşma Komisyonunda 60 maddede uzlaşma sağlandığı doğrudur ve 60 maddenin Meclise getirilmesi konusunda bizim o zaman da bir itirazımız olmamıştır zaten böyle bir iddia da olmamıştır çünkü biz, siyasi düşünce olarak Parlamentodaki partilerin ortaklaşarak gerçekten azami düzeyde değil, asgari düzeyde demokratikleşmenin önünü açacak bir çalışma yapmasının hayati derecede önemli olduğuna her zaman inandık. Ama bugün talep olarak ifade etmem gerekirse, o dönem Anayasa Uzlaşma Komisyonuna on binlerce sayfa görüş ve öneri sunan akademi dünyasının, basın-yayın kurumlarının, hukukçuların, baroların, farklı kesimlerin, inanç gruplarının, derneklerin, vakıfların görüşlerinin burada da mercek altına alınması talebimizi ve bunların Komisyonumuz tarafından tartışılması gerektiğini önemle ifade etmek istiyorum.
Venedik Komisyonuna ilişkin de değerli arkadaşlar, bu Komisyonumuzda Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin yaptığı anayasa çalışmalarına ciddi katkı sunan, kolaylaştırıcı rol oynayan Venedik Komisyonunun desteğini almalıyız. Yirmi otuz yıllık dünya anayasa yapım süreçlerinde ve özellikle de Doğu Avrupa ülkelerindeki anayasa yapım aşamalarında Venedik Komisyonu gerçekten çok önemli bir işlev görmüştür ve kolaylaştırmıştır. Biz Avrupa Birliğine aday bir ülke olarak ve Avrupa Birliğine girişten vazgeçme lüksümüzün asla olmadığını hatırda tutarak Venedik Komisyonunu bu sürecin dışında tutmamalıyız, tutmamız bütün Türkiye yurttaşlarının aleyhine olacaktır.
Değerli arkadaşlar, bu teknik meseleleri şüphesiz tartışacağız, daha maddeler döneminde de, bölümlerinde de bütün maddeleri tek tek tartışacağımız için daha çok genel açıklamalarda bulunmayı özellikle tercih etmekteyim.
Şu anda anayasa hukukçularının bile gerçekten çekindiği, görüş ifade etmekten imtina ettiği bir siyasal atmosferde yaşıyoruz. Çünkü anayasa hukukçuları, daha iki önce İştar Gözaydın -soyadını unutmadıysam- yaptığı bir konuşma sebebiyle sanırım gözaltına alındı, profesör ve akademisyenlerin bu kadar ciddi bir özgürlükten yoksun bırakılma tehdidi altında olduğu bir ortamda anayasa hukukçularının, sivil toplum örgütlerinin, vakıfların, derneklerin bu Anayasa yapım sürecine katkıda bulunmasını beklememiz mümkün değildir. Öncelikle anayasayı tartışacağımız bir özgürlük iklimine ihtiyaç vardır çünkü anayasalar dünyanın her yerinde özgür tartışma ortamının olduğu bir atmosferde yapılmazsa o anayasalardan asla demokrasi çıkmaz ve anayasa da olmaz.
Şimdi, şöyle de bir değerlendirme vardı yani burada özellikle ben teklifin geneli üzerinde şunu söylemek istiyorum: Birçok arkadaş ifade etti, gerçekten bu 21 maddelik teklif nedir? Kuvvetler ayrılığını tümüyle kaldırıyor, ayrıntıları ileride anlatacağız. Yasama ve yürütmenin birlikteliği zaten teklifin temeline resmedilen bir görüntü. Yargı, yine aynı tekliğin içine sokuluyor. Yani bunu nasıl diye uzun uzun anlatabilirim ama şöyle bir cümleyle ifade etmem gerekirse, nedir? Mesela beşte 3 çoğunluk sanırım 330 milletvekilinin oyu gerekiyor yenileme için, bu da Cumhurbaşkanı seçimini yenilemenin neredeyse imkânsıza yakın olduğunu gösteriyor. Teklifi anlatan arkadaşlar bunu böyle çok güzel, şahane, ballı anlatıyorlar da ama işin esası öyle değil. Yani biz bunu maddelerde tek tek, ne getiriyor, ne götürüyor; bunları anlatacağız çünkü dışarıdan bakışa ihtiyaç var, objektif değerlendirmelere ihtiyaç var. Şu anda sadece tek taraflı tartışılan ve yeni önümüze gelen bir metin var.
Diğer bir mesele, gerekçe bölümü... Bu konuda birkaç yazı yazıldı. Sevgili Murat Sevinç -sağ olsun- cesaret edenlerden biri diyeyim eleştiri konusunda. Tabii, hiç kimseyi cesaretsizlikle suçlamıyorum bu arada, sadece bedelinin çok ağır olduğunu ifade etmek istiyorum. Gerçekten, gerekçe neye dayanarak yazılmış, onu anlamak çok mümkün değil. Niye sadece 1961 ve 1982? Bu ülkede gerçekten... Şey demiş Murat Sevinç "Hakikaten, 'ağalar bizimle eyleniy' olabilir mi?" demiş. Yahu, bizimle eğleniyor mu bunu yazanlar? Bu ülkede anayasacılık tarihinin nereden başladığını hepimiz biliyoruz. Kanun-i Esasi'den bugüne kadar, 1921 Anayasası var, çoğulcu. Niye yazılmamış, ben size söyleyeyim: Çünkü orada özerklik var, çünkü Kürtler var, çünkü çoğulculuk var -Sayın Parsak gülüyor, biz çok mesai yaptık- o yüzden yazılmamış. Ya, siz yazmayınca 1921 Anayasası buharlaşmadı, uçmadı, silinmedi, tarih kitaplarından yok olmadı. 1921 Anayasası var, 1924 de var. Bu ülkenin tarihini siz 1,5 sayfalık gerekçeye yazmadınız diye sanki onları yok mu varsayacağız? Böyle bir şey yok. Bu nedenle bunun da gerçekten anayasa yapım yöntemi açısından, hele hele gerekçe gibi çok önemli bir mütemmim cüz olan o anayasa önerilerinin ekindeki belgenin bu kadar sığ, dar ve siyasal perspektiflerle kaleme alınmasını da büyük bir talihsizlik ve -nasıl ifade edeyim- aklımızla alay ediliyor diyeceğim ama onu da söylemeyeyim, yani gerçekten hepimizin zekâsıyla alay ediliyor ama zekâ konusunda birbirimizden farkımız yoktur diye düşünüyorum, hepimiz aşağı yukarı aynı zekâ düzeyindeyiz.
Burada 1876'dan bu yana uyguladığımız parlamenter sistemden vazgeçiliyor ayrıca ve buna "Parlamento yoktu." diyorlar bazıları. Hayır, parlamenter sistem sadece parlamentosu olan sistem demek değil. Malum, ABD'de de bir Parlamento var. Ama parlamenter sistemin temel özelliği olan, bakanların tek Meclise karşı sorumlulukları İkinci Meşrutiyet'in ardından 1909'da kabul edildi ve gerçekten, bu anayasa önerisiyle teklifin arasındaki bağa ilişkin daha birçok meseleyi ayrıntılı bir şekilde tartışma olanağımız var. Herhâlde ilerleyen günlerde bunları da yeterince tartışacağız.
Değerli arkadaşlar, bir de şöyle bir boyut var: Bu, kuvvetler ayrılığının olmadığını söyledim, orada geriye gidip birkaç not da iletmek isterim. Gerçekten, kuvvetler ayrılığının olmadığı bir devlet, anayasal değildir. Bunu ben söylemiyorum, bunu HDP söylemiyor; bunu bize anayasa literatürü ve tarih söylüyor, anayasacılık tarihi söylüyor. 16 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan Hakları ve Yurttaşları Bildirgesi'nin 16'ncı maddesinde bu şöyle açıklanıyor: "Hakların güvence altına alınmadığı ve kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumda anayasa yoktur." Anayasal devlet olmak için mutlak surette vatandaşların hak ve hürriyetlerinin güvence altına alınması gerekiyor ve kuvvetler ayrılığının tesis edilmesi gerekiyor ve anayasa literatüründe bu tip anayasalara şöyle deniyor: Görünüşte anayasa, sahte anayasa ya da tuzak anayasa. Literatürden başka örnekler de verebiliriz. Bu hangisi? Görünürde bir anayasa olabilir, tuzak bir anayasa olabilir, sahte bir anayasa olabilir. Gerçekten, literatürde yani bu kadar uzun yıllar üzerinde çalışan anayasacılar herhâlde bunu öylesine yazmadılar anayasacılık tarihine.
Asıl şuna gelelim: Peki, niye bu hâle geldik? 2013'te bu kadar taslak hazırlandı, bu kadar süreç yaşadık yakın tarihimizde; ne oldu gerçekten? Asıl sebebe geleceğim şimdi. Niye böyle bir paket? Biz iki buçuk yıl süren çözüm sürecinden, Anayasa Uzlaşma Komisyonundan bugün kimsenin ağzına almaya cesaret -tırnak içinde söylüyorum, herkesi tenzih ediyorum- edemediği o sürece niye gitmiyoruz? Hepimiz, herkes yarışıyor; biz hariç, tırnak içinde yine. Ya, ne oldu gerçekten? Cumhurbaşkanının bu konuda birkaç açıklaması var, nasıl bir değişim geçirdiğimizi bu açıklamalarda çok net bir şekilde göreceğiz değerli arkadaşlar. Değişim, benim şahsi felsefem açısından da inandığım -diyalektiğe inanan biriyim ama- değişim diyalektikte ileriye doğru olur, "Değişmeyen tek şey değişim." derken bir gelişmeyi ifade eder. Ama bizde nedense hep geriye doğru bir değişim oluyor ve demokrasiden geriye, hak ve özgürlüklerden geriye, çoğulculuktan çoğunluğa, özgürlükten baskıya... Yani, böyle birçok kıyas yapabiliriz.
Sayın Cumhurbaşkanı 1988'de şöyle bir konuşma yapmış: "İktidara geldiği günden bu yana, bu hükûmet, Güneydoğu Anadolu'da Türkiye'nin genelinde acaba kaç bin kişinin katline hükmetti? Ben size söyleyeyim mi? Bak, bu hükûmet yargılayarak öldürmez, yargılamadan öldürür. Güneydoğu'daki insanlar yargılanmadan katledilmişlerdir, günahsız katledilmişlerdir. Evet, bunların içerisinde suçlu olanlar yok mu? Amenna, olabilir, vardır. Onları bulup yargılarsın, ondan sonra da hükmedersin." ifadelerini kullanmıştı; tıpkı, bizim, Cizre bodrumlarında, Meclis Genel Kurulunda defalarca yaptığımız konuşmanın bir benzeri. Biz de şunu demiştik: Cizre'de bodrumlarda olan insanları yargılayın, yakalayın, gözaltına alın; bu, devlet olmanın haklarıdır eğer suçlularsa ama önce tedavi altına alın. Bu konuşmayı dikkatinize sunmak istiyorum.
Yine, Sayın Erdoğan'ın, 1991'de "PKK terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamalıyız." diye uzun bir raporun hepsi var elimde, ben bir bölümünü sadece okuyacağım. Ne diyor: "Bugün 'Doğu ve Güneydoğu' veya 'Güneydoğu sorunu' olarak adlandırılan sorun aslında bir Kürt sorunudur. Sorun gerçekte ulusal bir sorundur yani bir Kürt sorunudur. Bugün 'Doğu' ve 'Güneydoğu' olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski devirlerinde 'Kürdistan' olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgelerdir. Kürtlerin konuştuğu dil olan Kürtçe, Türkçeyle ilgisi olmayan müstakil bir dildir."
Yine, hazırlanan -tabii sadece bazı bölümlerini okuyorum- raporda: "Bu kesim, Güneydoğu halkının her türlü problemleriyle yakından ilgilenmeyi zorunlu bir eylem olarak kabul etmektedir. Kürt sorununa sahip çıkan ve Kürt halkına yönelik her türlü şiddet, baskı ve zulme karşı çıkan HEP'in kazandığı güç bu açıdan değerlendirilmelidir..."
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) - Bu sözler kime ait Meral Hanım?
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Sayın Cumhurbaşkanına.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) - Yani "o bölge", "Kürdistan..."
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - O dönem, Refah Partisine, Sayın Necmettin Erbakan'a sunulan bir rapor.
"...HEP hem PKK'nin desteğini almakta hem de bölgede bulunan aydın/ entelektüel Kürtlerin ilgi odağı hâline gelmektedir. HEP'in bölge halkının acil ve somut problemleriyle yakından ilgilenmesi ona hayli puan toplamaktadır." Devam ediyor, diyor ki raporda: "Kürtler ne mi istemektedirler? Çoklarının zannettiği gibi, Kürtler, Türkiye'den kopmak istememektedirler. En azından, Kürtlerin büyük çoğunluğu, Türklerle birlikte eşit ve gönüllü bir birliktelik oluşturmak istiyorlar. T.C. devletinden kopup bir Kürt devletini kurma düşüncesini marjinal Kürt unsurlar savunmaktadırlar. Gerçi bunlar da yakın vadede değil ancak uzun vadede bunun mümkün olabileceğini söylemektedirler. Kürt halkının büyük bir çoğunluğu Kürt ulusal kimliğinin tanınmasını ve Kürt kültürünün geliştirilmesini istemektedirler. Dahası ve en önemlisi, kaç zamandan beridir kendilerine yönelik baskıların son bulmasını dilemektedirler. İnsan hakları temelinde özgürlükler istemektedirler." Sonra, Refah Partisine bazı önerilerde bulunuyor, sadece birkaç öneriyi söyleyeceğim: "Yeni dönemde Refah Partisi olarak gelişmelerin gerisinde kalmak istemiyorsak artık 'Kürt' sözcüğünü rahatlıkla telaffuz edebilmeli, Türkiye'de Kürt halkının çektiği onca acıya ve sıkıntıya tercüman olabilmeliyiz. Türkiye'de Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt kültürünün geliştirilmesi için engelleyici tüm yasaların kaldırılması gerektiğini, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtçenin öğrenilmesi ve öğretilmesi için yasal imkânların hazırlanması gerektiğini, bütün bu hakların Türkiye'de yaşayan diğer halklara da -Laz, Çerkez, Gürcü, Arap vesaire- tanınması gerektiğini, bu çerçevede Türkiye'nin kültürel bir çoğulculuğa sahip olması gerektiğini savunmak..." Çok güzel gerçekten, imza atıyorum bu arada. "...İnsan hakları konusunda herkesten çok duyarlı politikalar geliştirmek. Bu politikaları somut bir biçimde davranışlara dönüştürmek. Ne yazık ki partimiz bu konuda henüz istenen bir seviyede değildir. Konumuz Güneydoğu olduğu için örnekleri oradan vereyim: Güneydoğu'da kan gövdeyi götürse bile, orada yaşayan halk türlü baskılarla yüz yüze kalsa bile partimizin bu konuda somut adımlar atmadığını görüyoruz..." Uzun olduğu için bir iki cümle daha okuyup bitireceğim: "...PKK terörünü kınadığımız kadar devlet terörünü de kınamak. Devlet-PKK çatışmasında devletçi bir safta gözükmemek. Devletin eleştiri üslubunu benimsememek; 'bölücü', 'terörist', 'ayrılıkçı' vesaire dememek ve her türlü ırkçılığa karşı çıktığımızı, Türk ırkçılığına da, Kürt ırkçılığına da karşı çıktığımızı ilan etmek ve bunu davranışlarımızla göstermek. Artık, Refah Partisinin bir Kürt politikası olmalıdır. Bu konuda düzenlenecek parti içi tartışmalarla, yazarlarımız ve araştırmacılarımızla yapacağımız müzakerelerle ve düzenleyeceğimiz ilmî sempozyumlarla Refah Partisinin Kürt sorununa nasıl baktığı ve sorunun çözümü için neler önerdiği açıklıkla ortaya konulmalıdır." diyor.
Gerçekten "çoğulculuk" ve "Kürt meselesi"nin tanımlanması açısından çok önemli raporlardan bir tanesini oluşturuyor. Bunun da en azından bu tutanaklarda yer almasının çok hayati önemde olduğunu düşündüğüm için ifade etmek istedim.
Yine, Sayın Cumhurbaşkanının yaşadığı değişim ve dönüşümü örneklemek açısından bir konuşmasını daha, sadece kısa birkaç bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu, çözüm sürecinde, tarih de 30 Mart 2013. Kanal D ve CNN TÜRK'ün yaptığı ortak bir yayında Sayın Cumhurbaşkanının açıklamaları: Bir spot... "Eli silahsız olanların hepsine de 'terörist' diyemezsiniz. Ben 'silahların susması' demiyorum, 'silahın bırakılması' diyorum." şeklinde bir açıklama, çok uzun konuşmalar.
Akil insanlara ilişkin çok önemli bir açıklama var ve şu anda sadece atıfta bulunuyorum. Çözüm sürecinde binlerce sayfa rapor hazırlayan akil insanların o raporları çözüm sürecinde masaya yatırılmadı, dikkate alınmadı ve yol haritasında değerlendirilmedi.
Yeni anayasaya ilişkin de Sayın Cumhurbaşkanının açıklamaları var orada ve son bölümde de eyalet sistemine ilişkin -uzak bir tarihten söz etmiyorum değerli arkadaşlar, 2013, üç yıl önce- Akdeniz bölge milletvekilleriyle yaptığı bir toplantıda diyor ki: "Bunlar tarihi falan bilmiyorlar, bunların tarih bilinci yok. Şimdi 'cumhuriyete savaş açmak' derken, bir defa dünyaya şöyle bir bakalım. Dünyada gelişmiş ülkelere bakarsanız bunların hiçbirinde eyalet korkusu diye, eyalet endişesi diye bir şey yoktur..." Hani dünden beri eyalet olacak diye kaygılar ifade ediliyor ya... Niye korkuyoruz ben de bilmiyorum. "...Tam aksine eyalet yapılanmaları o güçlü ülkelerde çok daha süratle kalkınmayı getirir ve demokraside özellikle siyasi rekabeti getirir. Bu, güçlenme alametidir. Gelelim bizim kendi tarihimize. Osmanlı'ya baktığımız zaman, o güçlü Osmanlı'da, mesela çok daha enteresan, Lazistan eyaleti var, Kürdistan eyaleti var. İniyoruz güneye, yine aynı şekilde eyalet sistemleri var. Niye Osmanlı güçlü ve oralarda hiç çekinmeden rahatlıkla bunları vermiş? Şimdi, ben MHP'ye endişeyle bakıyorum. Haydi CHP'yi bu konuda farklı düşünürüm de ama MHP bir taraftan 'Osmanlı'nın devamıyız.' diyecek veya 'Osmanlı'yız.' diyecek; öbür taraftan, Osmanlı'nın bu devlet yapısındaki yaklaşım tarzını görmezlikten gelecek." MHP'nin farklı bir etnik unsurun büyükşehir belediyesi kazanmasından korktuğunu dile getiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şunları kaydetti: "Güçlen, gir, kazan. Eğer sen demokrasiden bu kadar çekiniyorsan, o zaman zaten Türkiye'de hiç seçime girmemen lazım. Niye? Her yeri kaybedebilirsin. Niye? Sen de etnik mücadele veriyorsun, siyasi mücadele vermiyorsun. Ama bizim böyle bir endişemiz yok. Niye? Biz 81 vilayetin 78'inde milletvekili çıkarmışız. 81'in 81'inde de belediye başkanlıklarımız var. Niye? Kucaklıyoruz hepsini. Demek ki kucakladığımız zaman oluyor. Eyaletlerde de böyle bir endişenin içine girmeye gerek yok. Bu konuda benim söylediğim şu: 'Güçlü bir Türkiye asla eyalet sisteminden korkmamalıdır.' Üniter yapı noktasındaki yaklaşım tarzı aslında bununla alakalı bir şey değil. Siz eyalet sisteminde de üniter yapıyı muhafaza edebilirsiniz. Tamamıyla bunu atıp götürme diye bir şey yok. 'Federal yapı' diyoruz. Federal yapı nedir? Orada geliyor toplanıyor zaten."
Devamında seçilmiş vali düşünüp düşünmeyeceği sorusuna yanıt: "Bunlar 2023'ün konusu. Öyle bir sistemin içerisinde belediyeyi kabul ediyorsun da seçilmiş valiyi niye kabul etmiyorsun." Sonra "Osmanlı 'Kürdistan, Lazistan' demiş. Bizim 'Kürdistan, Lazistan' dememize gerek yok. Bizim nasıl coğrafi bölgelerimiz var. Bu bölgeler sistemi içerisinde olayı değerlendirebiliriz. Öyle de yapılabilir. Şu anda Almanya'daki sisteme baktığımız zaman, coğrafi bölge olarak eyaletin adını koyuyor. Amerika'ya bakıyoruz, coğrafi. 'Teksas eyaleti' diyor, 'Florida eyaleti' diyor. Bu şekilde ortaya koyuyoruz.''
Dün MHP'ye söyledikleri ile bugün MHP'yle birlikte anayasa yapma paradoksunu zaten tartışacağız. Nereden nereye, asıl püf noktası da orası. Bu değişim, bu dönüşüm, bu konuşmalar nasıl bir seyir izledi ve bugüne geldi?
Değerli arkadaşlar, biz Anayasa Uzlaşma Komisyonunda da ifade etmiştik. Dedik ki bizim anayasa masasında tartışamayacağımız hiçbir şey yok, her şeyi tartışabiliriz; başkanlık sistemini de, öz yönetimi de, ilk 4 maddeyi de, bütün maddeleri de yeter ki asgari müştereklerde birbirimize yaklaşalım. Bugün de aynı noktadayız. Biz eğer bugün başkanlık sistemini tartışıyorsak yerinden yönetimi savunan 64 belediye başkanı sadece DBP'nin belediye başkanı olduğu için neden cezaevinde, bu sorunun yanıtını bulmamız gerekiyor. Öz yönetimi savunmak, özerkliği savunmak, bunun Anayasa teklifini sunmak, sunmuş olan bir parti için suçlama sebebi olamaz. İktidar partisi kendi düşünceleri arasında ciddi bir çelişki yaşıyor. Öz yönetimi savunanları cezaevine göndereceksin, konuşma yapanları 302'den yargılayacaksın ama 21 maddelik teklifle getirip diyeceksin ki: "Anayasa'yı değiştiriyorum." Bizce değişebilir, eğer uzlaşılırsa, ortak noktaları yakalayabilirsek demokrasi yönünde tabii ki Anayasa değiştirilebilir. Ama, bunun için belirli anayasacılık, literatür, tarih, bizim toplumsal dokumuz, toplumun ne istediği, toplumsal sözleşme niteliğini taşıyıp taşımadığı meselelerini çok geniş bir şekilde tartışmamız gerekiyor. Biz ayda bir, yılda bir, on yılda bir anayasa yapmıyoruz, bizim anayasalarımız hep darbe sonrasında yapıldı, şu anda da darbe koşullarındayız, şu anda demokratik bir ortamda anayasa yapmıyoruz, OHAL var. Bir kere, biz parti olarak dışarı çıkamıyoruz. Ben ilk gün de Sayın Gül'e söyledim, dedim ki biz bunu anlatmaktan âciz değiliz. Gerçekten televizyonları açın, meydanları açın, arkadaşlarımız bırakılsın, biz bu paketi gücümüz yettiğince parti olarak... Bizim sadece üç ayda 8 bin üye ve yöneticimiz gözaltına alındı, şu anda 2 bini tutuklu. Belediyelerin başkanlarının, Meclis üyelerinin yüzde 80'i cezaevinde. Eş başkanlar referandum kampanyasına liderlik yapacak, miting yapacak, bunu halka anlatacak, eş başkanlarımız cezaevinde, milletvekillerimizin 12'si olmayacak, biz ne zaman alınacağımızı ya da alınıp alınmayacağımızı bilmiyoruz, bu ortamda nasıl partiler arası eşit yarıştan söz edebiliriz ve OHAL koşullarında? Bir kere, bu şartların behemehâl tesis edilmesi gerekiyor. Eğer demokratik bir değişim ve dönüşümden söz ediyorsak bu kadar dengesiz bir terazide bizim sizinle yarışmamız söz konusu değil.
Dün sizin Hükûmet Sözcünüz Yasin Aktay şu açıklamayı yapmış: "Toplumda bir infial ve bir isyan oluşmuyorsa bu milletvekillerinin tutuklu olması bir teselli oluşturuyor ve bu teselli karşısında toplum da bir infiale gitmiyor." Doğru söyledi mi diye sormadım değerli milletvekili. Doğru söylemiyor, kökten demokrasi dışı, yargıya hükmettiğini söyleyen bir itiraftır bu aynı zamanda. "Herkes Mecliste terörist istemiyoruz. Doğrusu halkımıza kulak tıkayarak siyaset yapmıyoruz. Topluma kulak tıkamadık, HDP'li vekiller tutuklu." Bu ne demek şimdi? İktidar partisi istediği kadar "yargı bağımsız" desin, istediği kadar "İfadeye gitmediler, o yüzden tutuklandılar." desin, işte böyle arada çıkıp kendince samimi bir şekilde itirafta bulunanlar oluyor, "Biz tutukladık." diyor. Yargı kim? Toplumun infialini önlemek için yaptık... Ya, ne infiali? 2009'da da şunu söylüyorlardı: Belediye başkalarını tutukladılar KCK operasyonlarında "Halk rahatladı." dediler. Kendi seçtiği belediye başkanını tutukluyor, "Halk rahatladı." diyor. Kimi kimden rahatlatıyorsun? Oy vermiş, seçmiş. Sizin "Rahatladı." dediğiniz halk diyelim ki sizin kitle. Peki, bize oy verenler halk değil mi? 6 milyon insan, oy veren HDP seçmeni, ailesiyle beraber 15-20 milyon arası vatandaş halk değil mi? Onlar infiale gelse ne olacak? Bu iç savaşı nasıl önleyeceğiz? Bu çatışmaları nasıl önleyeceğiz?
Bu ara yeni bir şey, il ve ilçe örgütlerimize mütemadiyen saldırı var. Benim seçim bölgem olan Adana'da Karataş ve Çukurova ilçe binasına saldırı var; gittim, yerinde gördüm. Polis yirmi dört saat kapıda, genel merkezimiz de aynı şekilde. Polislere biz geçerken vekil kimliği gösteriyoruz, bu kadar sıkı denetimde -tırnak içinde- ama birileri gelip kundaklama girişiminde bulunuyor, ateş açıyor, sonra da elini kaldırıp teslim oluyor. Ya, bunlar artık komik oluyor, kimse inanmıyor. Orada bir güvenlik tedbiri olsa -İçişleri Bakanı diyor ya "Tedbir alıyoruz." diye- böyle bir şey olabilir mi? Kaç kişi gözaltında? 40 tane HDP il ve ilçe örgütü yağmalandı, kundaklandı, yakıldı, yıkıldı, Türkiye'nin 3'üncü büyük partisi. Niye yakalayamıyorlar, bulamıyorlar mı? Buna inanmayız. Niye inanmayız? Şuradan, telefondan iki satır "tweet" atan, Facebook'a üç satır -sosyal medyada- mesaj veren bir saat sonra ensesinden tutulup yakalanıyor. Her gün binlerce insan sadece sosyal medya mesajları üzerinden yakalanırken bu kadar aleni bir şekilde sosyal medyada çarşaf çarşaf fotoğraflarını ve video görüntülerini yayınlayan saldırganlar nasıl yakalanamıyor? Adana'daki -Bende videosu var, isteyen varsa verebilirim, daha doğrusu Twitter'dan adresini vereyim- gitmeden video çekmiş, "Ben gidiyorum, HDP'ye saldıracağım." gittikten sonra da önünde fotoğraf çekmiş. Yine, diğer parti binalarında da böyle ama teki yakalanmıyor. Kim yakalanıyor? Kırşehir il binasına saldırı oluyor, hemen 22 yöneticimiz gözaltına alınıyor. Sonra o kadar ileri gidiyorlar ki diyorlar ki: "HDP'liler kendi binalarını yakıyor olabilir." Ya, bilmiyorum yani ne diyelim gerçekten. Hani aklımızı mı yitirdik? Biz mi başka bir dünyada yaşıyoruz, bunu anlamamız mümkün değil ve şu ana kadar hiçbir parti bizim -bir iki istisna hariç, en azından benim takip ettiğim kadarıyla, aksi varsa özür dileyeceğim bütün milletvekillerinden, bir iki kişiyi okudum- HDP'ye yönelik saldırıları kınamadı ya. Bir siyasi partinin, Mecliste grubu bulunan 3'üncü büyük partinin binası kundaklanıyor, yakılıyor, yerle bir ediliyor, milletvekilleri bile kınamıyor, partiler "Bu kabul edilemez." demiyor. Demokratik siyaset böyle mi yapılır? Şimdi, biz anayasa yapımında ne kadar rol alabiliriz? Bütün güçlüklere rağmen, burada otuyoruz, bu da demokratik siyasete olan inancımız ve bunu dönüştürme konusundaki umudumuzdur. Biz gerçekten bu ülkeye demokrasinin gelmesi için mücadele ediyoruz ve şiddetin son bulması için mücadele ediyoruz.
Şimdi, gelelim şeye...
Sayın Başkan, isterseniz yemekten sonra devam edebilirim ya da şimdi mi devam edeyim?
BAŞKAN - Yani "Yedi gibi bitirirseniz, yedi gibi ara verelim, sekizde başlayalım." demiştik ama şu anda yedi.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Yedi zaten.
BAŞKAN - Devam ederseniz...
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - İsterseniz sekizde devam edeyim...
BAŞKAN - Hayır, şimdi devam ederseniz...
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Yemekten sonra devam edeyim.
BAŞKAN - Yani yedi buçuğa kadar bitirirseniz, yedi buçukta ara verip sekiz buçukta Haluk Pekşen Bey'den başlayalım diye düşündüm.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Yok, ben de arkadaşlar açsa bir saat ara verelim, sekizde devam edelim, yoksa devam edeceğim.
BAŞKAN - Hayır yani yedi buçuğa kadar bitirirseniz yedi buçuğa kadar devam edelim diyorsunuz.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Ben buçuk olur mu olmaz mı, önce mi olur sonra mı, bilemiyorum, o anda...
BAŞKAN - Yani o manada hani bir hareket şeyimiz de belli olsun diye düşündüm, öyle bir planlama yaptık ama siz yedi buçuğa kadar... Çünkü bir saat oldu.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Ben süre sınırı koyamıyorum ki...
BAŞKAN - Koymuyoruz, tamam, koymuyoruz.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - ...çünkü ben irticalen konuşuyorum yani böyle bir şeye bağlı değilim, o açıdan.
BAŞKAN - Yedi buçuğa kadar devam edelim, o zaman bir daha karar verelim.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Tamam, belki biter.
Şimdi, bu Anayasa değişikliği niye bu şekilde önümüze geldi? Bu anayasa, MHP ile iktidar partisinin mutabakatıyla oluşan bir anayasa. Biz ilk çalışmalar başladığında değil de ortalarında şöyle bir açıklama yaptık parti olarak, dedik ki: "Bu anayasada MHP AKP'nin peşine takılmadı, AKP MHP'nin peşine takıldı." Artık onu daha uygun nasıl ifade ederiz, farklı cümleler kurabiliriz? Doğrusu, Milliyetçi Hareket Partisinin açıklamaları, dün, bugün basına yansıyan açıklamalar bunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Bir uzlaşı var, doğru. Uzlaşı ne? Çoğulcu değil, çoğunlukçu. Türkiye'deki farklılıkları kabul eden, Kürt meselesini çözmek isteyen, inanç melesini çözmek isteyen, Türkiye'nin demokrasisinde çıta yükseltmek isteyen bir yaklaşım değil, tam tersine geri bir yaklaşım. 1924 Anayasası'nda bile "Devletin dili Türkçedir." yoktur, devletin resmî dilidir. Bu, 1982'de değişmiştir. Bugün biz yüz yıl sonra yüz yıl geriye giden bir anayasa tartışması yürütüyoruz.
Kürt tarihini bilenler bilir, bunun kökeninde Kürt meselesi ve MHP'nin bu konudaki siyasi hattı var. Tarihsel nedenleri, belli başlı meseleleri sadece söyleyeyim: Yani Kürt meselesi sadece Türkiye Cumhuriyeti'nin meselesi de değil, Osmanlı'dan devranılan bir meseledir. Osmanlı-Kürt ilişkilerinde kırılmalar olmuş, Birinci Dünya Savaşı'nda Kürtler Erzurum ve Sivas Kongrelerine...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Meral Hanım, bir saniye, açayım tekrar.
Buyurun.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - ...Sovyet Rusyası ve Kürtler Sevr Anlaşması'nı, Koçgiri 1921, Kürtlere özerklik statüsünün verilmesi 1921'de, Lozan Anlaşması ve Kürtleri hatırlamamız gerekir ve 1924 Anayasası'yla birlikte tekçi zihniyetin hâkim kılındığı ve Kürtlerin reddedildiği bir Anayasa. Sonra isyan dönemleri, başkaldırı dönemleri; 1923 ve 1938 dönemlerini hatırlamamız lazım, Şeyh Sait'i unutmamak lazım her ne kadar "İngiltere iş birlikçileri" dense de onun arka planını -Anayasa Uzlaşma Komisyonu tutanaklarında var- eminim ilgili olan arkadaşların çoğu da okumuştur. Şeyh Sait'in Dağkapı Meydanı'nda asılışı bizim büyüklerimizden öğrendiğimiz, dinlediğimiz ve büyüdüğümüz bir tarihe tekabül eder.
Yine, 4 Mart 1925'te Takrir-i Sükun Kanunu, sonra 24 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı. Takrir-i Sükun Kanunu'yla -hepimiz biliyoruz- neler yapıldı; susmak, inkâr, imha politikaları nasıl korkunç bir hâl aldı, bunu da tarih kitaplarından ve büyük dedelerimizden, ninelerimizden öğrendik. Şark Islahat Planı'yla sürgünler, şu anda Kırşehir'de, Yozgat'ta, Çorum'da, Türkiye'nin farklı illerine Kürtlerin zorunlu bir şekilde nasıl sürgün edildiğini, asimile edilmeye çalışıldığını, Türkleştirilmeye çalışıldığını biz de çok yakından biliyoruz. Sonra 1927 tarihli Yerleştirme Kanunu Bazı Eşhasın Şarktan Garp Vilayetlerine Nakillerine Dair Bir Kanun var. Yine, 1930 yılında İskana Tabi Tutulanların Türkleştirilmesi Uygulamasına İlişkin Gizli Genelge var. Ağrı İsyanı var. 1934 İskân Kanunu, sonra Dersim, sonra 1938-1950 yılarında ciddi bir durgunluk dönemi var, sonra çok partili siyasal yaşama geçmişiz. Ve Kürt aydınlarının 49'lar Davası öncesi bir araya gelişi ve bu soruna parmak basması sebebiyle "49'lar Davası" olarak bilinen Kürtlerin kimlik, kültür haklarını savunan aydınların nasıl tutuklandığına tanıklık ediyoruz. Sonra 27 Mayıs... Sonra şu cümleyi de unutmamışız: "Bu memlekette 'Kürt'üm.' diyenin yüzüne tükürürüm." lafları aldı başını gitti ve inkâr politikaları olanca hızıyla büyüdü. Sonra 1968 hareketinde Kürtler, DDKD, doğu mitingleri başladı. Sonra cumhuriyet tarihinde Kürtler yasal partiler programında yer aldılar. 12 Mart iç savaş manzaraları, o süreçleri zaten çok konuştuk. Sonra 12 Eylül askerî darbesi öncesinde PKK'nin ortaya çıkışı. Darbe... Neden darbe oldu? Bütün bunları tartışabiliriz. 12 Eylül darbesiyle inkâr ve asimilasyonun nasıl tırmandırıldığına tanıklık ediyoruz ve Kürt sorununda en önemli kırılma noktalarından biri Diyarbakır 5 no.lu Askerî Cezaevi. Sayın Bülent Arınç'ın Başbakan Yardımcısıyken söylediği gibi "Ben de o işkenceleri görseydim dağa çıkardım." dediği o ünlü 5 no.lu zindanı. Ben de 1993 yılında, haksız yere, JİTEM döneminde gözaltına alınıp yirmi beş gün işkence gören bir milletvekili olarak söylüyorum, işkencenin unutulması affedilmesi ya da bunu bir yere atmanın mümkün olmayan bir deneyim olduğunu ve bunu asla kabul etmemek ve bununla mücadele etmek gerektiğini ifade etmek istiyorum. Kişisel tarihimi anlatmaktan hiçbir zaman... Yani herhâlde ilk kez söylüyorum, o da işkence lafını gördüğüm için. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 3'üncü maddeden ilk kez bizim davada Tahir Elçi ve benim için işkence ihlali verdiğini buradan not edeyim ki biz 1980 dönemine göre çok daha iyi koşullardaydık ama 1980 dönemi gerçekten büyük bir kırılma yarattı hâlâ daha bunun izleri var.
Sonra Kürt sorunu, OHAL, kanlı 1992 "Nevroz"u, Cizre, Nusaybin, orada onlarca sivil insanın "Nevroz" Bayramı kutladığı için öldürülmesi. Sonra legal Kürt siyaseti: HEP, DEP, ÖZDEP, HADEP, DEHAP, DTP ve en son HDP, bir Kürt siyasal geleneğinden gelen bir parti değil, o DBP'dir yani bunu da söyleyeyim. Ateşkesler, siyasal çözüm arayışları, faili meçhuller ve böyle bugüne kadar devam eden bir tarihsel arka plandan geliyoruz anayasa meselesine.
Peki, Kürt meselesi, farklılıkların kabulü meselesi bu anayasanın neresinde? Bu kadar yüz binlerce insanın yaşamını yitirdiği, bu kadar büyük çatışmaların yaşandığı, hâlâ her gün binlerce annenin eli yüreğinde, yüreği ağzında çocuğunun yaşamından endişe duyduğu bir ortamda ve çözülecek, metin olacak anayasada Kürt meselesi nerede? Yok. Neden yok? Çünkü Milliyetçi Hareket Partisi -zaten bunu kendisi de ifade ediyor- bu bir şart: "Tekçi olacak. Bu bir Türk anayasası olacak." Peki, bu ülkede Türkiye vatandaşlığını kabul etsek Türkiye bölünecek mi? Bence büyüyeceğiz. Türkiye'de farklı dillerin eğitimi önündeki engelleri kaldırsak ve ana dilde eğitimi kabul etsek Türkiye bölünüp küçülecek mi? Hayır. Zenginleşeceğiz, daha da büyüyeceğiz. Türkiye merkeziyetçilik yerine yerinden yönetimi esas alsa, vatandaşın hak ve özgürlük taleplerine daha güçlü yanıt verse Türkiye küçülecek mi tıpkı Sayın Cumhurbaşkanının 1991'de ve 2003'te söylediği gibi? Hayır, küçülmeyecek; büyüyeceğiz, güçleneceğiz. Ve bu söylediğim, Kürtlerin ana dilde eğitim hakkı, yerinden yönetim hakkı ve diğer bütün meseleler Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nda, Ulusal Azınlıklar Sözleşmesi'nde. Birleşmiş Milletlerin onlarca sözleşmesinde garanti altına alınmış. Türkiye taraf bu sözleşmelere. Başlangıçta okuduğumuz mektupta da atıf yapmıştık: Bizim bugün HDP olarak savunduğumuz bütün ilkeler kaynağını uluslarüstü sözleşmelerden alıyor, evrensel değerlerden alıyor; Avrupa'nın, dünyanın geldiği aşamayı örnek olarak gösteriyor. Bugün Fransa, İsveç, Almanya, diğer birçok ülke de bu hak ve özgürlüklerle o ülkeler yok olmadı, o ülkeler zayıflamadı; aksine büyüdü çünkü burada doğan, büyüyen, yaşayan, üniversite okuyan, yaşamını burada devam ettiren 20 milyon yurttaştan söz ediyorum, onlardan sadece biriyim. Ben kişisel bir şey söylemiyorum. Devlete aidiyet, o topraklar üzerinde kendi kültürünü, dilini, kimliğini yaşamak niye bölücülük olsun? Bunun Anayasa'da yer alması niye Anayasa'yı güçsüz kılsın? Niye bu sadece tek bir etnik kimliğin anayasası olsun? Hiçbir kimlik yazmayalım, "Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes vatandaştır." diyelim. Biz Uzlaşma Komisyonunda bunu çok tartıştık, o zaman iktidar partisi karşı değildi ve hatta kendi önerilerinde ana dilde eğitim yasağının önündeki engel de kalkmıştı, kültürel haklar meselesinde. Ya, bizim Anayasa Uzlaşma Komisyonunda bile partilerin karşı çıkışı sebebiyle şu cümleyi geçirememiştik, hâlâ içimde bir uhde olarak kaldı: "Çocuklar kendi yaşadığı ortamda diliyle, kültürüyle büyür."
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) - Bu bilgiyi teyit ediyor musunuz? Yani, "Karşı değildi." diye Meral Hanım'ın söylediği?
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Hayır canım, karşımda Komisyon üyeleri var yani, önerge var.
Bu arada, biz CHP'ye malzeme vermek için bunları anlatmıyoruz yani.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) - Yok, yok, malzeme vermek için değil. Bu, siyasal olarak...
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Tam tersine, çözmek için anlatıyorum yani.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) - Yok, önemli bir pozisyon...
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Tabii canım, taslak önümde benim yani ben ezbere konuşmuyorum. Ben bunları söylerken, aksine, CHP'nin ve diğer partinin de, MHP'nin de asıl uzlaşılması gereken noktanın bu olduğuna, bundan korkmamamız gerektiğine inanarak söylüyorum, yoksa siyaset malzemesi olarak söylemiyorum bunu. Ve gerçekten demokratik bir anayasa da kesinlikle Türkiye'deki bütün farklılıkların, sadece Kürt halkının değil, herkesin... Aleviler mesela, milyonlarca insan, 20 milyon; Çerkezler, Hristiyanlar... Bizim Parlamentoda 5 Hristiyan milletvekilimiz var. Bütün bu zenginlikle birlikte, bir mozaikle neden daha büyük bir ülke olmayalım? Bizim derdimiz bu. Ama geldik, geldik, yüz yıl sonra çok daha geri bir noktadan bir anayasa yapım ve inşa sürecine girdik. İşte, Kürt meselesini çözmeyen, Alevi meselesini çözmeyen, çoğulculuk meselesini çözmeyen, kadın-erkek eşitliği meselesini çözmeyen, çocukların kendi diliyle, kültürüyle büyüyeceği tezini kabul etmeyen, herkesi kendi iradesi hilafına Türkleştirmek isteyen, demokratik değerleri reddeden, parlamenter sistemi askıya alan, yerinden yönetim yerine merkeziyetçi tek adamda birleşen kuvvetler birliğiyle Türkiye ilerleyemez, istikrar kazanamaz, Türkiye'nin önü açılmaz. Bu teknik tartışmaları çok uzun yapacağız, eleştirilerimiz hangi noktalarda... Çünkü bununla anayasal devlet olmaktan çıkıyoruz biz. Kuvvetler ayrılığının olmadığı bir anayasayı nasıl tartışabiliriz? Bugün bile muhalefetin önerdiği tek bir önerge geçmiyorken bu sistem geldiğinde ne olacak? Biz neyi anlatabiliriz? Vekiller olarak birer "zabıt kâtibi"nden -tırnak içinde- öteye geçemeyeceğiz, hiçbir şey yapamayacağız zaten. Şimdi bile bu kadar zorlanırken o zaman hiçbir fonksiyonumuz olmayacak ve halk iradesini, maalesef, çok farklı bir şekilde heba edeceğiz.
Değerli arkadaşlar, bu, gerçekten, anlattığım Türk anayasası ve tekçi anayasa mantığı çözülmedikçe Türkiye, maalesef, bu şiddet sarmalından, bu kaostan, bu mutsuzluktan, bu huzursuzluktan kurtulamayacak. Biz çok endişeliyiz. Yani, 1991'den bugüne ilerlememiz gerekirken, 2003'ten bugüne ilerlememiz gerekirken tam tersine, geriye doğru gidiyoruz ve geriye gittikçe daha çok canımız yanıyor, daha çok acı çekiyoruz. Dış dünyada da, işte, bize yönelik yaklaşımları hepiniz okuyorsunuz. İçeride basın olmadığı için "Türkiye nasıl görünüyor?"u New York Times'dan, Independent'tan, Le Figaro'dan, diğer Alman, işte, Fransız, Amerika basınından izliyoruz: "Nasıl görünüyoruz?" İçeride yasak. Yazan cezaevine gidiyor. Yani, şimdi, profesörlerin yazı yazdığı, yazarların -Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay, Kadri Gürsel- daha birçok kişinin sırf yazı yazdığı için cezaevinde olduğu bir dönemde nasıl özgürlükten bahsedebiliriz ki? Özgürlük yok. Ve başta da söylediğim gibi, burada böyle özgürce konuşuyor olmamız özgür olduğumuz anlamına gelmiyor, sakın ha, böyle bir şey yok.
Ben iki hafta önce İdris Bey'in duruşmasına gittim, Baluken'in, Mardin'de; yüzde yüz kürsüde söylediği sözler iddianameye kopyalanmıştı, yüzde yüz, istisnasız çünkü ben hem konuşma metnini aldım hem Meclis kürsüsünden... Ve oradan para cezası verdiler. Kürsü dokunulmazlığı falan yok. Belki bugün konuşmam sebebiyle yarın, öbür gün bir savcıya esin kaynağı olur, "Ya, hadi şuna da bir 302 açalım bak." diyebilir. Bu kadar güvensiz bir ortamdayız yani. Milletvekilliği dokunulmazlığı, yasama sorumsuzluğu, kürsü dokunulmazlığı bile olmayan bir ortamda konuşuyoruz bunları.
Bunu, gerçekten, bir fezlekeyle bitireceğim konuşmamı, yani nasıl bir güvensizlik ve nelerin davalara konu olduğunu anlatmak açısından. Ve bizim çıkışımız kesinlikle demokrasidedir, kuvvetler ayrılığının tesis edildiği, denge denetlemenin olduğu, fren mekanizmalarının olduğu ve özgür bir tartışma ortamında anayasayı herkesin katılabildiği bir ortamda tartışarak yapmamız bizim çıkışımızdır.
Değerli arkadaşlar, hani bazı sözcüler, milletvekilleri diyorlar ya "HDP milletvekilleri şunu yaptı, bunu yaptı, şu nedenle tutuklular, ifadeye gitmediler." Bu arada şunu da not edeyim: İfadeye gitmemek -burada herkes hukukçu sanırım, önemli oranda- asla tutuklama sebebi değildir. Her fırsatta bunu söylemekten yorulmayacağım çünkü hâlâ arkadaşlarımız tutuklu. O, yargıya bir cevap değildi; o, siyaseten bu dokunulmazlıkların 3 partinin oylarıyla -önemli oranda 3 parti tabii, haksızlık etmeyeyim- geçen oylarıyla cezaevine milletvekillerinin gönderilmesi utancını hâlâ yaşıyoruz.
Eş Genel Başkanımız Sayın Selahattin Demirtaş ve Diyarbakır Milletvekilimiz Nimetullah Erdoğmuş hakkında bir fezleke. Niye bunu seçtim? Çünkü cuma namazı hutbesi. Nimetullah Bey cuma namazında bir konuşma yaptığı için geçen hafta Ankara'da gözaltına alındı, bir gece terörle mücadele şubesinde gözaltında tutuldu; sonra ifadesini, beyanını verdi, şu anda dışarıda. Neyse ki o tutuklanmadı ama aynı hutbede Eş Genel Başkanımız Sayın Demirtaş'ın yaptığı konuşma iddianameye dönüşmüş. Bu fezlekenin bir bölümünü okuyacağım sadece. Ve, bu arada propagandadan yargılanıyor, bütün davalar böyle. Keşke olanak olsa da o fezlekelerin tümünü size okuyabilsem ya da sizler okusanız. Hani, o kriminalize edilen suçların aslında ne kadar yanlış, yalan, asılsız olduğunu anlatmak açısından.
"Değerli kardeşlerim, öncelikle, bu mübarek cuma gününde ellerini barış için, çözüm için, huzur için, kardeşlik için semaya açan, Allah'a yalvaran her bir kardeşimin Allah duasını kabul etsin.
Zahmetli, zor ve sıkıntılı günlerden geçiyoruz. Yanı başımızda, yüreğimizin tam ortasında bir ateş yanıyor. Doksan üç gündür Sur ilçemizde sokağa çıkma yasağı var ve neredeyse altı yedi aydır devam eden çatışmalar var, ölüm var, savaş var, kan var, gözyaşı var. Aynı şekilde, Cizre'de var, İdil'de var, Nusaybin'de var. Yani ölümün, savaşın, kanın olduğu her yerde yangın var, gözyaşı var. Bunların hiçbiri normal değildir. Bugün yaşadığımız bütün felaketlerin hiçbiri normal değildir. Normal olan, doğru olan; sorunları, sıkıntıları bir masa etrafında oturup konuşmaktır.
Biraz önce sevgili hocamız hutbesinde Hazreti Peygamber'imizin bize nasihatini, emrini hatırlattı. Bir cümleyle yönetenler adil bir barış teklif etsinler, bizler feragat yapalım ve bir barış kuralım, bir cümleyle bu kadar basit iken, bu kadar kolay iken adil bir barışla birlikte bizlerin de yapacağı feragatler maalesef ki kendi hırsları, iktidarları uğruna 'Her şey bizim olacak, her şey benim olacak.' Adil bir barışla birlikte bizlerin de yapacağı feragatle huzuru, çözümü tesis etmek bu kadar mümkünken maalesef ki kendi hırsları ve iktidarları uğruna 'Her şey bizim olacak, her şey benim olacak.' hırsı yüzünden bugün insanlar ölüyor, şehirlerimiz yakılıyor, yıkılıyor. Şimdi, öylesine gözlerini hırs bürümüş ki hiçbir şeyi bize layık görmüyorlar, hiçbir şeyi paylaşmak istemiyorlar. Egemenliği kendi kontrollerine almışlar, devleti kendi özerk mülkleri gibi görüyorlar. İktidarı sonsuza kadar onlara bahşedilmiş bir hak olarak görüyorlar. Her şeyi kendi mülkiyetlerine geçirmek üzerine bir anlayış ve zihniyetleri var. 'Yargı bizimdir.' diyorlar, 'Basın bizimdir, üniversiteler bizimdir.' diyorlar 'Mülk bizimdir.' diyorlar, 'Devlet bizimdir.' diyorlar. Peki, bu ülkede yaşayan ve sizler gibi düşünmeyen, sizin siyasi anlayışınız gibi düşünmeyenler, mesela Kürt halkı sizin bu tekçi anlayışınız altında nasıl yaşayacak; bunu da anlatamıyorlar. İşte bugün tankla, topla kentin her bir sokağını harabeye çevirirken bile bunu kendilerine hak görüyorlar. 'Bu bizim hakkımız.' diyorlar. Niye? 'Orada silahlı insanlar var.' Ben de diyorum ki: Orada silahlı insanlar olsa da tankla, topla, orduyla sivil yerleşim birimlerine girip yakıp yıkma hakkın yoktur. Ulusal ve uluslararası sözleşmelere aykırıdır, suçtur. Öylesine vicdanlarını yitirmişler ki benim şahsen doğduğum, büyüdüğüm mahalleler... Ben Kurşunlu Camisinin yanında bugün tankla yıkılmış olan bir evde doğdum, dünyaya geldim. Saraykapı'da Kurşunlu Camisinin sokaklarında büyüdüm. Benim çocukken dolaştığım sokaklar birçoğunuz gibi, tüm Diyarbakırlılar gibi hatıralarımızın yığınla olduğu yerler şimdi tank, top atışları altında harabeye döndü.
Ve öylesine Davutoğlu vicdanını yitirmiş ki, çıkmış diyor: 'Surun her taşını Demirtaş'tan iyi bilirim.' Küçücük bir ilçe, birkaç mahalle; orada doğduk, orada büyüdük, kaderimiz böyle oldu ama onu da bize çok görüyor. 'Orayı da senden iyi bilirim.' diyor, 'Doğduğun yerleri senden iyi bilirim, senden daha fazla benimdir.' diyor. Demek istediği bu yani 'Sizden daha fazla orası benim malımdır.' diyor. Bize bunu layık görmüyor. Ya, Allah billah aşkına halkımızla burada cuma namazını eda edeceğiz, onu da bize layık görmüyor. Utanmasalar, haşa, diyecekler: 'Allah bizimdir, cuma bizimdir.' Bu kadar çılgınlaşmış bunlar. Onu da bize layık görmüyorlar.
İşte, biz, bu kafayla, bu zihniyetle nereye varacağız bilemiyorum ama bir sulh yolu bulmak zorundayız, bir barış yolu açmak zorundayız. Çatışma sonsuza dek sürmez. Tabii ki AKP ve yönetim kadroları 'Ben ille de zulümle halkı teslim alacağım.' derse biz de diz çökecek, boyun eğecek değiliz; elbette böyle zulüm iradesine teslim olacak değiliz. Bu nedenle bütün halkımızdan ricamız, isteğimiz şudur: Bu zor günlerde ittifakınızı daha güçlü tutun, moralinizi güçlü tutun, kardeşlik ittifakıyla bu durumu çözeceğiz. Ankara'dan bu zihniyet bize barışı armağan etmez ama biz istersek, ısrarcı olursak adil bir barış o zaman gelir. Bunların kafasında 'kardeşlik' denilen şey AKP kardeşliğidir yani ya AKP'lisin ya düşmansın. AKP'ye biat edersen 'tamam' derler, senin kafanı okşar, sana 'kardeş' derler ama AKP'li değilsen ne olursan ol; Kürt, Türk, Sünni, Alevi, ne olursan ol seni vatan haini, seni düşman olarak ilan ediyorlar. Eskiden, bakın, AKP'den önce de tekçilik vardı, 'Herkes Türk olacak.' deniyordu. 'Herkes tek dil olacak.' deniyordu. AKP bunlara başka teklifler de ekledi, 'Tek parti etrafında toplanacağız, tek adam etrafında toplanacağız.' diyorlar. Bunu kabul etmeyeni düşman görüyorlar. İnanın ki bize dayattıkları budur. Türkiye'yi Kürt'üyle, Türk'üyle esir almaya çalışıyorlar. Keşke yüreklerinde şu kadar Allah korkusu olsaydı bu kadar zulüm yapmasalardı. Bunlar korkutmak üzerine kuruyorlar.
Tek bir insanın yaşamını yitirmesini asla onaylamayız, istemeyiz. Bizim için canlar arasında fark yoktur. Bir insan teneşire yatırıldığında onun üstünde artık hiçbir kıyafet, üniforma yoktur; o general midir, polis midir, gerilla mıdır, o saatten sonra Allah'ın huzurunda onun kıymeti yoktur."
Böyle devam ediyor. Yemeğinizi engellememek için hızlanıyorum.
Nimetullah Bey'in de var uzunca ama genel hatlarıyla konuşmanın genel konsepti bu. Şu anda bu bir iddianameye dönüşmüş durumda ve bunun gibi 102 tane iddianame var. Hepsi konuşma. Bir siyasi parti lideri, milletvekili kendi düşüncelerini, kendi gelecek perspektifini, kendi kurgusunu anlattığı için cezaevinde yatıyorsa biz buna nasıl "demokrasi" diyeceğiz? Bütün fezlekeleri biz topladık, hepsini isteyen milletvekili arkadaşlarımıza verebiliriz, bu konuda hiçbir şeyimiz yok ama son olarak şunu söylemek istiyorum: Gerçekten bu masada oturmak, bu iletişimin devam etmesi önemli olabilir ama birbirimizi gerçekten dinlememiz lazım, etkilenmemiz lazım, değişime vesile yapmamız lazım. Yoksa "Ben burada lafımı söyledim, tarihe not düşsün, ne olacaksa olsun." anlayışıyla olacaksa zaten hiçbir çözüm yolu bulamayız. Şu anda biz bu taslakta hiçbir şeye etki edemeyeceksek havanda su dövüyoruz demektir, boş boş anlatıyoruz demektir. Böyle bir tartışmadan da demokrasi çıkmaz. Bizim kurtuluşumuz hep birlikte bu kaostan... Bu nedenle gerçekten oy vereceksek eğer bu Anayasa taslağına, teklifine çok iyi düşünüp yani çocuklarımızı, kendimizi, geleceğimizi, tarihimizi, "kardeşlik" dediğimiz bağları ve bundan sonra bu Anayasa teklifiyle nelerin değişeceğini çok iyi ölçüp tartmamız lazım çünkü bu herhangi bir değişiklik değil; bütün sistemi, bütün rejimi tekrar revize eden, baştan değiştiren ve daha da vahimi, çoğulculuk iddiasını, kapsayışını tümüyle reddeden, Türkiye'deki bütün farklılıkları reddeden; AKP'nin, MHP'nin her dediğini kabul ettiği aslında... MHP'nin 2013 yılında Anayasa Uzlaşma Komisyonunda ileri sürdüğü tekçilik tezlerinin tümünü kabul ettiği, MHP'nin de AKP'nin başkanlık sistemini kabul ettiği bir pazarlık neticesinde oluşmuştur. Bu bir yörünge değişikliğidir, bu bir siyasi altüst oluştur ve dün yapılan eleştirilerin tümü rafa kaldırılmıştır, hem Sayın Parsak "seçilmiş krallık" lafını geri almış hem Sayın Cumhurbaşkanı diğer MHP'ye ilişkin eleştirilerini geri almış, anlaşmışlar ama bu anlaşma yetmez. 4 parti lazım, 79 milyon insan lazım, herkesin katılımına açmamız lazım diyorum.
Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.