Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
Konu | : | Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi(2/1504) |
Dönemi | : | 26 |
Yasama Yılı | : | 2 |
Tarih | : | 22 .12.2016 |
EROL DORA (Mardin) - Teşekkürler Sayın Başkan.
Sayın Başkan, Sayın Bakan, değerli milletvekili arkadaşlarım, değerli basın emekçileri; öncelikle hepinizi saygıyla selamlamak istiyorum.
Bugün Sayın Gök de bahsetti, konuşmama başlarken ben de bahsetmek istiyorum. Düşünün ta 1215 tarihinde Magna Carta imzalanmış. O tarihleri değerlendirdiğimizde ve şimdiyle kıyasladığımızda, aslında dünyanın ne kadar geri kalmış olduğunun aynı zamanda bir ispatıdır o. 1215 yılında imzalanmış bir belgedir Magna Carta, günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihî sürecin en önemli basamaklarından birisidir yani bir bakıma bugünkü anayasaların anası diyebileceğimiz bir belgedir, tarihî bir belgedir; tarih 1215. Kısaca bahsetmek istiyorum önemli bir iki noktasından, Sayın Gök de bahsetmişti.
Vatandaşların özgürlüklerini belirlemekten çok, toplum güçleri arasında bir denge kuran Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlamıştır. Magna Carta'nın 39'uncu maddesinde yer alan "Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak. Kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır." hükmü, vatandaşların hakları ve özgürlükleri açısından çok önemli kurallar getirmiş olduğunu görüyoruz, aynı zamanda hukukun üstünlüğü ilkesinin birçok ülkede yerleşmesine de bu vesile olmuştur. 2'nci maddesinde de şunu söylüyor: "Adalet satılamaz, geciktirilemez, hiçbir özgür yurttaş ondan yoksun bırakılamaz." Keza, 38'inci maddesinde: "Bundan böyle, hiçbir hâkim herhangi bir kimseyi, ilgili olayda doğru ve güvenilir deliller ortaya koymadan dava edemez." Yine, 40'ıncı maddesinde: "Kimseye hakkı ya da adaleti satmayacağız, menetmeyeceğiz ya da geciktirmeyeceğiz."
Şimdi, ta 1215 tarihinde böyle uluslararası -özellikle İngiltere'de- böyle bir belge imzalanmış, şimdi biz nelerle uğraşıyoruz, bunun mukayesesini yapmak amacıyla kısaca bu metinden söz ettim.
Şimdi, Anayasa değişikliği geneli üzerinde değerlendirmeler yapmak istiyorum. Şimdi, anayasacılık hareketleri 19'uncu yüzyılda Avrupa'da ortaya çıkmış, bu hareketlerle devlet iktidarının sınırlanması suretiyle insan hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi yolunda önemli mesafeler katedilmiştir. Bu bağlamda anayasalar devlet iktidarını sınırlandırarak insan hak ve özgürlüklerini genişletmeyi ve güvence altına almayı hedefleyen temel hukuki metinlerdir. Dolayısıyla anayasalar, toplumsal hayatı düzenlemekle birlikte, insan onuruna yaraşır bir yaşamın teminatı da olmaktadırlar. Türkiye halkları, hukukun üstün olduğu, demokratik katılımın önündeki tüm engellerin kaldırıldığı, özgürlüklerin gerçek anlamda kullanılabildiği, insan hak ve hürriyetlerinin evrensel hukuk normlarına yaraşır bir seviyede gerçekleştiği bir anayasayı yıllardır özlemektedir. Osmanlı döneminde, 1808'de Sened-i İttifak'ın imzalanmasıyla padişahın yetkileri sınırlandırılmaya başlanmış, 1839'da ilan edilen Tanzimat Fermanı'yla hukuk devletine geçişin ilk aşamaları başlamıştır. Bu süreçte, 1876 yılında yapılan Kanun-i Esasi ilk Osmanlı Anayasası niteliğindedir. Sonrasında Ankara'da oluşturulan ilk Meclis, "Kurucu Meclis" diyoruz, 1921'de Teşkilat-ı Esasiye'yi kabul etmiştir. Bildiğimiz gibi ilk Meclis, yıkılan bir imparatorluğun yerine kurulacak ülkenin nüfusunun çoğulcu yapısı büyük oranda dikkate alınarak oluşturulmuştu. Ardından, 1924 yılında yapılan Anayasa'yla birlikte toplumun farklı kesimlerinin yok sayılma süreci başlatılmış, 1961 ve 1982 anayasaları ise tümüyle, darbe süreçlerinin sonucunda yapılmıştır. Dolayısıyla Cumhuriyet Dönemi'nde yapılan anayasalar, askerî darbelerin hukuk metinleri niteliğindedir. Darbe dönemlerinin ürünü olduğu için bu anayasalar, toplumsal gelişmemizin önünde büyük engeller oluşturmuşlardır. Olağanüstü dönemlerde, darbe dönemlerinde yazılan anayasalar, ülkemizde yaşayan farklı toplumsal kesimlerin demokratik taleplerini gideremezler. Kaldı ki bugüne değin de giderememiştir. Aksine, her darbe anayasası, toplumsal sorunların artarak ve derinleşerek süreğenleşmesine yol açmıştır. Öncelikle belirtmek gerekir ki anayasalar toplumsal sözleşme niteliğinde metinlerdir. Toplumsal sözleşmeleri de kurucu irade yani halk yapar. Yeni bir anayasa yapımı için ise kurucu iradenin özgürce fikirlerini beyan edebileceği özgürlükçü bir zemin gerekmektedir. Şimdi, içerisinde bulunduğumuz süreçte, yine bir darbe girişimi ardından ve OHAL koşulları içerisinde 2 partinin gizli kapılar ardında anayasa tartışmaları yürütülmüştür. İktidar partisinin, Parlamentonun ana muhalefet partisi ve 3'üncü siyasi partilerini dahi sürece dâhil etmediği, üniversiteleri, baroları, sivil toplum kuruluşlarını ve toplumun farklı kesimlerinin hiçbirisinin görüşüne başvurulmadığı, seçilmiş milletvekilleri ve belediye eş başkanlarının âdeta siyasi rehineler olarak cezaevlerinde tutulduğu, muhalif tüm medya kuruluşlarının kapatıldığı, çalışanlarının tutuklandığı, sivil toplumun, sivil yaşamın olmazsa olmaz örgütlü yapısı olan STK'ların kapatıldığı, özgür düşüncenin egemen olması gereken üniversitelerin baskı altında tutulduğu, akademisyenlerin görevden atıldığı veya tutuklandığı bir süreçte topluma dayatılacak şeyin yeni bir anayasa olmayacağını hepimiz aslında açıkça biliyoruz. Yapılacak olanın adı, darbeyi ve statükoyu süreklileştirmek, toplumu daha fazla baskı altında tutacak, demokratik özgürlüklerin daha fazla yok sayılacağı bir metin önümüze koymaktadır aslında.
AKP-MHP millî mutabakat ittifakı eş genel başkanlarımızın ve milletvekillerimizin tutuklanarak rehin alındıkları dönemde demokratik siyasetin devre dışı bırakılarak toplumun mutlak iktidar hedefiyle tek adam yönetimine yöneltilmesi amacıyla bir mini Anayasa paketini gündeme getirmektedir. Tutuklama ve rehin almanın en önemli nedeni de aslında bu pakettir. Bu ittifak, yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki kuvvetler ayrılığını "kuvvetlerin birliği ve uyumu" adıyla tek kişi yönetimi altında toplamaya çalışmaktadır. Böylelikle, Türkiye'de uzun yıllardır sürdürülen demokratikleşme mücadelesinin tüm kazanımları tasfiye edilmek istenmektedir.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; başta Kürt ve Alevi sorunları olmak üzere toplumun tüm sorunlarını daha da derinleştiren politikaların izlenmesi, içeride ve dışarıda savaş ve çatışmacı politikaların uygulanması, demokratik muhalefete yönelik siyasi operasyonların gerçekleştirilmesi, demokratik siyasetin ve demokratik muhalefetin her türlü kurumsal, hukuksal hak kazanımlarının tasfiyesinin hedeflenmesi bu mini Anayasa paketiyle paralel yürütülmektedir.
Değerli milletvekili arkadaşlarım, toplumsal barışın sağlanması için farklılıkları zenginlik olarak gören, demokratik kazanımları geliştiren, toplumsal mutabakatı tesis eden, özgürlükleri en geniş şekliyle yaşanılır kılan bir zihniyet dönüşümüne ihtiyaç duyulmaktadır açıkça. Ancak ve ancak, toplumun taleplerinde, en geniş şekliyle uzlaşma sağlanarak anayasada yer aldığında Türkiye geleceğe daha emin adımlarla ilerleyecektir. Yeni bir anayasa yapılabilmesinin en temel ön koşulu ise her yurttaşın ve her toplumsal kesimin kendisini özgürce ifade edebileceği, yeni anayasaya ilişkin taleplerini özgürce ifade edebileceği demokratik bir ortamın tesis edilmesinden geçmektedir. Bu ortam tesis edilmeden yürütülecek anayasa tartışmaları ise her şeyden önce, toplumsal meşruiyetten yoksun kalması sonucunu ortaya koymaktadır. Türkiye'de şu içerisinde bulunduğumuz zaman diliminde zaten bir darbe ürünü olan mevcut Anayasa'yı kökten lağvedip evrensel ve demokratik ve hukuk ilkelerini özümsemiş, eşit ve özgür yurttaşlığı hedefleyen, toplumun bütün kesimleriyle demokratik bir zeminde müzakere edilerek olgunlaştırılmış yeni bir Anayasa yapmak yerine mevcut Anayasa'nın bile çok gerisine düşen ve ülkenin temel hiçbir toplumsal meselesini çözmeye odaklanmamış bir metin üzerinde tartışma yürütmek aslında trajikomiktir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; demokratikleşmeyi hedefleyen ülkelerde anayasal değişimle elde edilmek istenen temel yarar, anayasanın, değişen sosyal, ekonomik ve siyasal şartlara uydurulması ve toplumsal barışın daha sağlam temellere oturtulması ihtiyacıdır. Toplumun yok sayılan, hak gasbına uğrayan hiçbir kesimiyle herhangi bir istişare ya da uzlaşma aranmaksızın, hiçbir biçimde şeffaf olmayan, içeriğine dair kamuoyuyla hiçbir biçimde paylaşımda bulunulmayan bir metin bu toplumun ortak anayasası vasfını taşıyamayacaktır. Dayatmacı yöntemlerle hazırlanan anayasa metinleri yeni dayatmacı yöntemleri de her an üretecektir ve doksan yıllık siyasi tarihimizde defalarca darbelere maruz kalan sivil siyaset, yeni darbe olasılıklarını her zaman gündeme getirebilecektir. Elbette darbelerden, darbe girişimlerinden kurtulmanın yegâne yolu tam demokrasidir, ihtiyacımız olan, tam demokrasidir, evrensel hukuku içselleştirmektir. Çağdaş dünyaya entegre olabilmenin en önemli koşulu ise hukukun üstünlüğü ve demokratik cumhuriyeti mümkün kılmaktır. Temmuz 2016'dan bu yana ülkemiz "OHAL" adı altında keyfî uygulamalar ve kanun hükmünde kararnamelerle yönetilmektedir. Hepimiz biliyoruz ki OHAL temel hürriyetleri bile keyfî biçimde askıya almış bulunmaktadır. Hem Anayasa'mız hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 15'inci maddesi bildiğiniz gibi buna cevaz vermektedir. Bizatihi halkın iradesini temsil eden Parlamento da OHAL sürecinde işlevi sembolikleşen, itibarsızlaştırılan, seramonik görüşmelerin yapıldığı bir mekâna dönüştürülmüştür. Dolayısıyla, Anayasa'nın seçimle oluşmuş ancak fiilen, defakto, baskı altındaki bir Meclis tarafından yapılması meşruiyet probleminin bir başka boyutudur. Çünkü, böyle bir durumda Meclis her ne kadar seçimle oluşmuş, temsilî bir niteliğe sahipse de anayasayı kendi serbest iradesiyle değil başka bir gücün denetimi altında ve talimatlarla yapmaktadır. Bu ise millî egemenlik kavramını hiçe saymanın en açık ispatıdır.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; anayasa yapım yöntemine ilişkin ek olarak şunları da ekleyebiliriz: Demokratik rejimlerde anayasa yapmak bu kadar önemliyken anayasanın yapım yöntemi de bir o kadar önem kazanmıştır. Bu önemin temel dayanağı, demokrasiyi tesis etmeyi hedefleyen anayasaların yapım yönteminin de demokratik olması gerekmektedir. Tabii, önümüze getirilen Anayasa değişikliği metninin ne yöntemi ne de içeriği en küçük demokratik kırıntılar dahi taşımamaktadır. Bu metnin ve metnin hazırlanış yönteminin açıkça demokratik bir kaygısı da bulunmamaktadır. Asgari demokratik gelenekleri dahi yok sayan bu Anayasa değişiklik metni ve hazırlanma yöntemi, çağdaş dünyada anayasa yapım yöntemlerinde önemli bir kavram olan katılımcılık ilkesini de yok saymıştır. Belirtmek gerekir ki katılımcı anayasa yapımından sadece klasik yöntemler olan referandum veya kurucu Meclisin seçimle iş başına gelmesi değil, halkın, anayasanın hazırlanış sürecinin her aşamasında katılımcı olarak yer alması anlaşılmaktadır. Bildiğiniz gibi, 24'üncü Dönemde oluşturulan Anayasa Uzlaşma Komisyonunda Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa, bu ülkenin bütün farklı etnik grupları, bütün farklı inançların liderleri, sivil toplum kuruluşları, başta üniversiteler, barolar olmak üzere hepsi ilk defa bu Meclisin çatısı altına davet edilmişlerdi ve yeni bir anayasa yapım sürecinde talepleri kendilerine sorulmuştu. İşte, bizim arzuladığımız esas budur ve bu şekilde anayasalar yapılmalıdır. Katılımcı demokrasi ve müzakereci demokrasi uygulamaları, temeline katılım ve müzakereyi almakta ve bu çerçevede, çok çeşitli şekillerde demokrasi pratiği geliştirmeyi amaçlamaktadır. Bunun örnekleri son yıllarda anayasa yapımı yöntemlerinde kendini belirgin bir şekilde göstermiştir.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; tabii, burada katılımcı demokrasi kavramını da biraz açmakta fayda olduğunu görüyorum. Katılımcı demokrasi, siyasi karar alma sürecinin meşruluğunu sağlamak için alınan kararlardan bizzat etkilenenlerin karar alma sürecine katılması anlamına gelmektedir. Katılımcı demokrasi çoğulcu bir alışveriş biçimidir. Kısaca katılımcı demokrasi, toplumu oluşturan bütün unsurların karar alma sürecine katılması, kendi çıkarı doğrultusunda görüş bildirmesi, bu görüşlerin siyasi aktörler tarafından dikkate alınması ve karar alma sürecine etki etmesi anlamına gelmektedir. Tabii, katılımcılık ilkesi müzakereyle birlikte var olduğunda aslında anlam kazanmaktadır. Halk kendi çıkarlarını karar alma sürecine yansıtırken bunu etkin müzakere araçlarıyla yapabilmeli ve böylece kendi siyasi görüşünü de kendisini temsil edenlerin bağımsız olarak olgunlaştırabilmeleridir. Anayasa yapımını halkın katılımı, sürecin bütünün kapsayan, geniş katılımlı, tartışmacı ve müzakereci bir dâhil olma yöntemiyle sağlanmalıdır.
Değerli milletvekili arkadaşlarım, tabii, burada tekrar altını çizmekte fayda var ki demokratik bir anayasanın ortaya çıkabilmesi yapım yönteminin demokratik olmasına bağlıdır, bu son derece önemlidir. Katılımcı anayasa yapımını önemsememiz ve önermemizin temel sebebi, halkın temel haklarının iktidar karşısında güvence altına alındığı ve iktidarın sınırlarının net bir biçimde çizildiği metnin yapımının öncesine, metnin hazırlanış sürecine ve sürecin sonuna etkin bir katılım gösterebilmesinin sağlanmasıdır. Elbette ki bu süreçte halkın anayasayla ilgili görüşlerini toparlamak ve yapım sürecine girdi sağlamak konusunda siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları, barolar, üniversiteler ve sendikalar gibi demokratik bir düzenin olmazsa olmaz unsurları çok önemli bir rol üstlenmelidirler. Ancak, Türkiye'de bugün geldiğimiz noktada ne siyasi partilerin ne sivil toplum kuruluşlarının ne sendikaların ne üniversitelerin ve akademisyenlerin ne de basının özgür düşünme ve düşüncelerini toplumla paylaşma koşulları güvence altındadır, halkın haber alma özgürlüğü son derece kısıtlıdır. Her an herkes en küçük eleştirel fikirlerinden, tepkisel eylemlerinden dolayı kolaylıkla suçlu ve daha vahimi, terörist ilan edilebilmektedir.
Şimdi, bu Anayasa değişikliği paketiyle gündelik veya kısa vadeli siyasi sorunların sözüm ona çözümü hedeflenmektedir. Ama hepimiz biliyoruz ki bu taslak, gerek hazırlanış yöntemi ve gerekse muhtevası bakımından meşru değildir, demokratik değildir, toplumsal yararı gözetmemektedir, barışı hedeflememektedir, eşit yurttaşlığı tesis etmeyecektir. Kısaca, toplumsal çatışmalara neden olan hiçbir gerçek problemi çözme kabiliyetinde değildir. Aksine, sorunların derinleştirici, negatif bir rol oynayacağı şimdiden rahatlıkla öngörülebilir.
OHAL döneminde anayasa yapma girişimi üzerine de birkaç noktanın altını özellikle çizmek istiyorum. Şimdi, tekrar belirtelim ki anayasa, devletin yapısını ve erkler arasındaki ilişkiyi kuran gücün meşruiyetinin devamı için hukukla sınırlaya bir metindir. Hepimiz biliyoruz ki temel insan hak ve özgürlükleriyle yakından ilişkili olan bu sınır başkanlık tartışmalarının alevlendiği son bir yıl içinde defalarca sistematik olarak çok ağır biçimlerde ihlal edilmiştir. Geniş coğrafyalara yayılan tam zamanlı sokağa çıkma yasaklarıyla başlayan çatışmalı süreç devam ederken gerçekleşen başarısız darbe girişimi ve olağanüstü hâl ilanıyla güvensizlik iklimi toplumun tüm katmanlarına yayılmış, kutuplaşma son derece artmıştır. Gerek iç gerekse dış politika tercihleri ülkenin çeşitli yerlerinden yaygın saldırıları da tetiklemiş, şiddet ve korku alelade bir hâl almış bulunmaktadır. Bu tür süreçlerde anayasa yapımı, olağan dönemlerdeki anayasa yapım sürecinden daha farklı bir yaklaşım gerektirmektedir. Bir toplumsal mutabakat metni olan anayasanın hazırlanması, toplumsal mutabakatın yarılma eşiğinde olan bugünün Türkiyesi gibi toplumlarda aslında zor bir iştir. OHAL dönemlerinde anayasalarda rejim bakımından önemli değişikliklere gitmek, hele hele, antidemokratik uygulamaları artıracak, açık uçlu, denetimsiz uygulamaların, mekanizmaların önünü açmak zaten son derece zedelenmiş olan toplumsal barışımızı tam anlamıyla dinamitlemek manasına gelmektedir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; nicelik bakımından çoğunluğun azınlığa tahakkümünü artıracak yöntem ve içeriklerde hazırlanan metinler toplumsal bağları koparma noktasına getirmek gibi çok önemli bir riski de beraberinde getirmektedir. OHAL, toplumun içine düştüğü, varlığını dahi tehdit edebilecek ağırlıkta bir krizi çözmek için kullanılan anayasal bir enstrümandır. Bu dönemlerde temel hak ve özgürlüklere ilişkin anayasal güvencelere aykırı tedbirler alınabilmektedir, mevcut Anayasa da buna izin vermektedir. Dolayısıyla, kişi hürriyetinin askıya alındığı bir süreç olan OHAL dönemi, tartışma zemininin, müzakere zemininin son derece kısıtlı olduğu dönemdir. Dolayısıyla, son derece müzakereye açık olması gereken anayasa yapımı gibi bir sürecin OHAL sürecine denk getirilmesi, bizatihi, demokrasi, özgürlükler gibi temel insan hakkı kavramlarının bile hiçe sayıldığının ve hiçe sayılmaya devam edileceğinin açık göstergesi ve itirafı niteliğindedir. Oysa, demokratik ilkelere uygun olarak yeni bir anayasanın yapılabilmesi ya da Anayasa'da hükûmet sistemi değişikliği gibi çok kapsamlı bir değişikliğe gidilebilmesi için temel hak ve özgürlüklerin normal zamanlarda olduklarından daha fazla güvence altında olmaları gerekir. Bir Amerikalı anayasa hukukçusu olan Bruce Ackerman bu noktaya dikkat çekerken demokratik anayasa yapımında normal siyasetten özgürlük, katılım ve diyalog unsurları açısından elverişli bir ortamın varlığını gerekli kılan yüksek siyasete geçilmesi gerektiğine işaret eder.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; herhâlde Türkiye'nin OHAL rejimi altında söz konusu bu şartları sağlayamayacağı tartışmalı bile değildir. Konuyu şu soruları sorarak bağlayalım: Birincisi, OHAL dönemlerinde toplumsal psikoloji ister istemiz OHAL'in şartlarına göre şekillenecektir. Böyle bir dönemde yapılacak bir Parlamento anayasa çalışmasının ve halk oylamasının demokratik anlamda halkın iradesinin oluşumu ve sandığa yansıması açısından uygun bir sosyopsikolojik ortamda yapıldığı söylenebilir mi? İkincisi, OHAL'in gölgesi üzerine düşen bir halk oylaması iç ve dış kamuoyunda meşruiyet tartışmalarına konu olmaz mı? Ve sonuncusu, hemen hemen tüm siyasal süreçlerin artık tarihin tozlu raflarına kaldırılması gerektiği konusunda hemfikir olduğu ve değiştirilmek istenen 1982 Anayasası'nın satır aralarına olağanüstü bir dönemin sancılarının sindiği bir Anayasa değişikliği bu ülkeye ne getirecektir?
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım, Sayın Bakan, değerli bürokratlar ve değerli basın emekçileri; hepimiz biliyoruz ki basın demokrasilerin vazgeçilmez bir yapı taşıdır ve basın özgürlüğü olgusu da yine demokratik ülkelerde ortaya konulmuş bir kavramdır. 17'nci yüzyıldan başlayarak yazılı basın alanında meydana gelen gelişmeler, daha sonraları basının dördüncü güç olarak kabul edilmesiyle sonuçlanmıştır. Kamuoyuna açıklama oluşturma, iktidarın, devlet, kurum ve kuruluşların faaliyetlerini halk adına denetleme ve eleştirme gibi son derece önemli görevleri olan basın, etkili olduğu sahanın genişliği göz önüne alındığında bu tanımlamayı tamamen hak etmektedir. Sosyal, ekonomik ve teknolojik gelişmelere paralel olarak yazılı basına işitsel ve görsel kitle iletişim araçlarının da eklenmesiyle, basın, daha geniş bir boyut kazanmış ve dolayısıyla da basın özgürlüğü kavramı giderek daha geniş bir anlamsal içeriğe sahip olan iletişimin özgürlüğü olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Bugün basının karşı karşıya olduğu en önemli engelleme biçimi ise sansürdür. Çünkü, tarafsız ve yeterli bilgi ve haber alamayan halkın siyasi ve toplumsal tercihlerinin sağlıklı olamayacağı da aşikârdır. Gücünü vatandaşlarının iradesinden alan bir hukuk devletindeyse bu durumun son derece sakıncalı olduğu açıktır. Aslında, her dönemde iktidar konumundakiler kendi hareket alanlarını kısıtladığı düşüncesiyle basın özgürlüğü kavramına tereddütle yaklaşmışlardır. Bu durum ise gazeteciliğin var oluş kavramı olan haber verme ve bilgilendirme işlevinden kaynaklanır. Halkın özgür haber alması düşünce ve görüşlerin özgürce iletilmesi siyasi yetkinin de içinde bulunduğu tüm kurum ve kuruluşların serbestçe eleştirilmesi ancak kitle iletişim araçlarıyla gerçekleşebilecektir. Bu çerçevede, içinde bulunduğumuz yüzyılda tüm dünyanın kabul ettiği tartışmasız bir gerçek vardır: Basın özgürlüğü sadece gazetecinin kendini ifade edebilme özgürlüğü değil, aynı zamanda halkın haber alma özgürlüğüdür. Basın, halkın gözü, kulağı ve sesi olma anlamında çağdaş demokrasinin güvencesi ve temel kaynağıdır.
Siyaset bilimcilere göre Hükûmet politikası ve tüm önemli siyasal olaylar bir toplumun üyeleri tarafından biçimlendirilmektedir. Bir başka deyişle iktidar sahibi yöneticiler ile yönetilenler arasında sürekli bir ilişki ve etkileşim söz konusudur. Egemenliğin halktan kaynaklandığı, erki halka dayandıran bir yönetim biçimi olan demokraside kamuoyu olgusu büyük önem taşımaktadır. Demokrasinin özgür düşünce yapısına ve ifade serbestliğine olanak tanıyan insan hak ve özgürlüklerinin en geniş şekilde uygulanmasını sağlayan bir sistem olduğunu akılda tutarak, bunun gereği olarak halk kendini yönetmekle görevlendirdiği temsilcilerini eleştirebilmeli ve denetleyebilmelidir. Bu demokrasinin devamı bakımından hayatidir. Yurttaşlar haklarını yeterince kullanamadıklarına inanıyorlarsa bunu iktidara duyurabilmeli ve haklarının teminini isteyebilmelidirler. Tüm bu iletişimi ise büyük oranda basın yoluyla sağlayabilecekleri açıktır. Gerek editöryal anlamda olsun gerekse hukuki anlamda olsun basının özgürlüğünün temini demokrasinin sağlıklı bir şekilde işlemesi açısından önemlidir. Gerçek demokrasiyi ülkelerinde uygulamakta oldukları iddiasında olan hükûmetlerin, halkın çok kaynaktan, farklı ve özgür yorum ve haberlerle bilgilendirilmesinin devamını sağlamaları bu temelde şarttır. Bu, demokrasinin sağlıklı bir şekilde işlemesi ve ülke demokrasisinin daha ileri düzeye ulaşabilmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; bugün, Anayasa değişikliği görüşmelerinin yapıldığı ortamda Türkiye'de basının durumu nedir diye baktığımızda, içler acısı bir baskı, sindirme politikasıyla yasaklayıcı, cezalandırıcı, haber alma özgürlüğünün iktidarca her türlü yöntemlerle engellendiği bir tabloyla karşı karşıyayız. Peki, bu ortamda halk kendisini çok yakından ilgilendiren bu yasama faaliyetlerinden nasıl enforme olacaktır? Haberdar olamayacaktır ya da iktidarın gözüyle, bakışıyla bilgilenecektir. Örneğin, bu paket Meclisten geçtikten sonra referanduma gitme sürecinde bütün muhalifler, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları özgürce miting yapabilecekler mi? Basın toplantıları bu anlamda bu anayasanın sakıncalarını özgürce topluma yansıtabilecekler mi? Halk alternatif görüşleri duyamayacak, tartışamayacak ve karar sürecinde değerlendiremeyecektir. Bakınız, yaklaşık 146 gazeteci tutukludur, yine, 160'a yakın kuruluş kapatılmıştır. Yayına devam eden basın organlarının kapatılmaması iktidarı eleştirme ya da destekleme kriterlerine bağlanmıştır bir bakıma. Yani, bir gazete, televizyon ya da gazeteci iktidarı eleştiriyorsa herhangi bir biçimde suçlu ilan edilebilmekte, terörize edilmekte, cezai yaptırıma maruz bırakılmakta hedef hâline getirilmektedir. Şimdi, bu hâliyle iktidardan farklı düşünen, farklı partilere oy veren alternatif görüşlere sahip halk kitlelerinin haber alma, bilgilenme hakları gasbedilmektedir, yok sayılmaktadır. Daha berrak bir ifadeyle, iktidar kendi sesinden başka ses duyulmasına bir bakıma tahammül edememektedir.
Bakınız, 7 Haziran seçimlerinden bu yana HDP'li bütün siyasetçilere ulusal basında eşi görülmemiş bir sansür uygulanmakta. Hepimizin vergileriyle yayın yapan TRT kanalları bu politikanın başını çekmekte ve aslında suç işlemektedir. Bununla ilgili de geçenlerde özellikle Sayın Kılıçdaroğlu'nun da belirttiği gibi "Yaklaşık altı yıldır ben TRT'ye davet edilmedim." Bizim söylediklerimizin aslında bir bakıma somutlaşması anlamında bunu vurgulamak istedim ve bu anlamda da yapmış olduğumuz bütün girişimler sonuçsuz kalmakta, yargı ise bu tutumu görmezden gelmektedir. TRT bugün iktidar partisinin yayın organı hâline getirilmiştir. Şimdi, bu koşullarda, basın özgürlüğünün asgari şartlarının sağlanmadığı bir ortamda, halkın haber alma özgürlüğünden yoksun bırakıldığı bir ortamda yeni anayasa tartışması yürütüyor gibi görünmek ahlaki değildir, hukuki de değildir.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım, Sayın Bakan; anayasa yapım süreçlerinde görüşlerine özellikle başvurulması gereken, sürece dâhil edilmesi gereken önemli bir bileşen de üniversiteler ve akademisyenlerdir. Tabii, üniversite denilince üzerinde durmamız gereken temel anahtar kavram akademik özgürlüktür. Akademik özgürlük akademisyenin veya bilim insanının çalışmalarında ve düşüncelerini ifade etmesinde sahip olduğu serbestliğin temel göstergesidir. Öyle ki öğretim üyeleri işlerini kaybetme ve keyfî biçimlerde cezalandırılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaksızın sorgulama, eleştirme, yeni önermeler, doktrinler geliştirebilme, egemen anlayışla çelişkili olabilecek görüşlere sahip olma hakkına sahip olabildikleri ölçüde özgürdürler. Tabii, Türkiye özelinde, gerek yasal, anayasal zeminde ve gerekse uygulamada üniversitelerin özerkliği ve akademik özgürlüklerin içinde bulunduğu durum kuşkusuz utanılacak vaziyettedir. İçerisinde bulunduğumuz OHAL sürecindeyse üniversiteler belki de tarihlerinin en talihsiz dönemini yaşamaktadırlar. Bilgi çağı olarak adlandırılan bu zaman diliminde Türkiye'de üniversitelerin ve akademisyenlerin siyasi iktidar ve tahakkümcü devlet anlayışını temsil eden zihniyetlerce yoğun baskılara maruz bırakıldığı, üniversite kurumunun olmazsa olmazı niteliğinde olan ifade özgürlüğünün en sert yöntemlerle engellendiği bir süreçten geçiyoruz maalesef.
Geçtiğimiz hafta Genel Kurulda bütçe görüşmelerinde de dile getirdiğim bir konuyu tekrar sizinle paylaşmak istiyorum. Bakınız, dünyanın ilk 500 üniversitesi içerisinde Türkiye'nin 5 üniversitesi ancak yer bulabilmektedir. Bunlardan biri de Boğaziçi Üniversitesidir. Yüzlerce örnekten sadece biri olarak belirtmek istiyorum: Boğaziçi Üniversitesinde, dünyanın ilk 500 üniversitesi arasına girebilmeyi başarabilen bu üniversitemizde bir rektör seçimi yapıldı. Seçimi yüzde 86 oyla kazanan Profesör Doktor Sayın Gülay Barbarosoğlu rektör seçilmesine karşın, seçimlere dahi katılmayan bir kişi Sayın Cumhurbaşkanı tarafından rektör olarak atandı. Ardından, daha vahim bir uygulama gerçekleşti ve rektör seçimleri tüm üniversiteleri kapsayacak biçimde kökten kaldırıldı. Şimdi, bu Anayasa paketiyle de bu kalıcılaştırılacak ve tüm devlet kurumu yöneticileri tek kişinin inisiyatifi doğrultusunda atanacaktır. Şimdi, sormak istiyorum: Avrupa'da rektörleri doğrudan atayarak belirleyen ve rektör seçimi olmayan tek ülke unvanını kazanmış bulunmaktayız. Bu unvan ülkemize, bilime ve insanlığa nasıl bir katkı sunacaktır? İktidar tarafından asgari demokratik bir işleyişe bile izin verilmeyen üniversiteler nasıl özgür düşünebileceklerdir? Nasıl nitelikli bilgi oluşturabileceklerdir, üretebileceklerdir? Bugün geldiğimiz noktada binlerce akademisyenin işine kanun hükmünde kararnamelerle son verilmiştir. Binden fazla akademisyen ülkede barış istemekten dolayı suçlu ilan edilmiş, gözaltı ve tutuklamalarla sindirilmek istenmiştir, yüzlercesi yurt dışına iltica etmek zorunda bırakılmıştır. Tabii, burada üniversiteler ve akademisyenlerin yasa, anayasa ve yapım süreçlerindeki önemli rolleri de alaşağı edilmiştir. Akademisyenler de diğer toplumsal bileşenler gibi bu anayasa değişikliği sürecine dâhil edilmemişlerdir. İçerisinde bulunduğumuz süreçte üniversitelerin itibarsızlaştırıldığı, akademisyenlerin işten atıldığı, cezaevlerine konulduğu dolayısıyla akademisyenlerin bile anayasa tartışmalarından uzak tutulduğu bir siyasi atmosferde ortaya çıkacak sözüm ona anayasa metni bu ülkenin temel hiçbir sorununa çare üretmeyecektir. Akademisyenlerin toplumsal alana dair bilgilerini paylaşmalarına, yasalara ilişkin eleştirel tutumlarına dahi tahammül edilmeyen bir süreçte hazırlanan bu paketin hiçbir demokratik inandırıcılığı bulunmamaktadır.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; Türkiye'nin başta Kürt meselesi olmak üzere farklı halk ve inanç gruplarının çözüm bekleyen sorunlarına cevap olabilecek bir anayasaya ihtiyacımız vardır. Bugün, bütün Orta Doğu'yu kan gölüne çeviren temel anlayış, hukuk, eşitlik ve özgürlüğü hiçe sayan, baskıcı ve tekçi ulus devletler ve onların kurucu ideolojisi olan kapitalist modernitedir. Halkları ve inançları karşı karşıya getiren milliyetçilik, mezhepçilik ve erkek egemen ideoloji ve yaklaşımlar yaşadığımız bu cehennemin en büyük sebepleridir. Bu noktada, Orta Doğu'da ve Türkiye'de barışı ve kardeşliği yeniden inşa etmenin yolu halkların eşit ve özgür birlikteliğini mümkün kılan, halklar arası hakkı hukuku tesis edecek toplumsal sözleşmelerden geçmektedir. Despotik yöntemlere karşı artık horlanan, ötekileştirilen ve yok sayılan kimlikler tarihte hak ettikleri bir yaşama kavuşmak istemektedirler. Katı, merkeziyetçi, otoriter ve farklılıklara tahammül etmeyen yönetimler yerine, bu iptidai anlayışlardan ve antidemokratik uygulamalardan vazgeçilerek demokratik bir toplumsal yapıyı inşa etmek hepimizin asli görevi durumundadır.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türk halkıyla stratejik bir birlikteliği esas alarak ortak vatan idealini yaşatmak isteyen Kürtler eşit haklar temelinde ortak yaşamı kabul etmiştir. Gerek son Osmanlı Mebusan Meclisinde ve gerekse Mustafa Kemal'in önderlik ettiği Amasya, Erzurum, Sivas ve Ankara toplantı ve kongrelerinde Kürt ve Türk halkının ortak birlikteliğini esas almıştır. Ancak, bu birliktelik 1924 Anayasası'yla tekçi ve katı ulus inşasının kurbanı olmuştur. Tabii, tekçi uygulamaların tek mağduru Kürtler değildir. Bugün ülkemize baktığımızda birçok farklı halklar, örneğin Çerkezler, Lazlar, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Romanlar, Abazalar; inanç bakımından Ezidiler, Hristiyanlar, Aleviler, hepsi bu süreç içerisinde çok olumsuz olarak etkilenmişler. Hatta, bazı etnik ve inanç gruplarının hemen hemen Türkiye'de nüfusları bitmiş, sembolik bir aşamaya gelmiş bulunmaktadırlar. Şimdi, hepimizin bunları sorgulamamız gerektiğine inanıyoruz. Tarihiyle yüzleşmemiz gerektiğine inanıyorum ben. Tabii, tarihte de saplanıp kalmamamız gerekir. Yeni, özgürlükçü, demokratik bir cumhuriyetin inşası için tarihle yüzleşerek geleceği özgürlük, sevgi, onur ve kardeşlik üzerine, devletin üniter yapısı içerisinde inşa etmemiz gerektiğine inanıyoruz. Doksan yıllık süreçte, hepimizin malumu, gerginlik, çatışmalar, düşük yoğunluklu savaşlar neticesinde milyonlarca insan köylerinden göç etmek zorunda bırakıldı, doğa tahrip edildi, Türkiye toplumunun ruh sağlığı ve birliktelik bağları ağır yaralar aldı.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; geçtiğimiz süreçte, 2013 yılında başlatılan müzakere ve barış süreci sayesinde Türkiye'nin sırtında yük olarak duran Kürt sorununun çözümüyle beraber toplumun genelini kapsayan demokratik bir hamle yapma şansı yakalanmıştı. Biz bu sürece çok önem verdik. Biliyorsunuz, oluşturulan akil insanlar bütün Türkiye'yi dolaştılar ve Türkiye'nin yaklaşık yüzde 80'i civarında Türkiye halkları bu sürece büyük destek verdi ve bu süreç içerisinde Türkiye'de hiçbir vatandaşımız ölmedi. Bazıları diyorlar ki: "E, bu süreçte Türkiye ne kazandı?" Arkadaşlar, sayın milletvekilleri, sayın bürokratlar, değerli basın emekçileri; insan, bir insan bir dünyaya bedeldir. Bakın, bu süreçte hiçbir insanımızın burnu kanamadı. İnsandan daha değerli bir varlık olabilir mi? Ayrıca, bu süreç bize bir tecrübe kazandırdı. Sorunlarımızı demek ki diyalogla, müzakereyle çözmeye çalıştığımızda ki 21'inci yüzyılda olması gereken budur... Biz birlikte yaşıyoruz, bu ülke hepinizin ortak vatanıdır. Özellikle, Orta Doğu, Mezopotamya, Anadolu'ya baktığımızda bütün inançlar, medeniyetler bu coğrafyada doğmuştur. Hepimize bir görev ve sorumluluk düştüğüne inanıyorum ben.
Bakın, bugün, Orta Doğu'ya baktığımızda belki de küresel güçler tarafından kurgulanmış değişik güçler mezhep adına, milliyetçilik adına, farklılıklar adına insanları öldürebilmekte, insanları kesebilmekte yahut da kadınları, kızları pazarlarda dolarla satmaktadırlar. Şimdi, bizim hepimize, bir görev ve sorumluluk olarak özellikle siyasilere düştüğüne inanıyorum. Bunlara yapılan bu davranışlar hepimize yapılmıştır. Evrensel düşünebilen, ben insanım diyen asla insanlar arasında ayrım yapmaması gerektiğine inanıyoruz. 21'inci yüzyılda yükselmesi gereken değer, bizim haklarımız değildir; başkalarının haklarıdır, başkalarının inançlarıdır. Eğer başkaları özgürce yaşayamıyorsa, ana dilinde eğitim yapamıyorsa, kendi dilini, inancını geliştiremiyorsa ve eğer biz kendimizi özgür hissedebiliyorsak bunu sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum artık 21'inci yüzyılda.
Keza, bugün, Birleşmiş Milletlere baktığımızda 5 ülkenin inisiyatifinde kalmıştır. Bakın, 2014 tarihinde IŞİD, Şengal Ezidilerinin bölgesine saldırdı. Bu kadar Ezidi kadın, kız kaçırıldı, pazarlarda dolarlarla satıldı. Keza, Ninova bölgesine, Asuri-Süryani-Keldani halkının bulunduğu bölgeye saldırdı, yaklaşık 200 bin kişi kürdistan bölgesine kaçmak zorunda kaldı. Şimdi, hepimiz bunlardan sorumlu değil miyiz? Dünya, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Amerika, komşu ülkeler bunlardan bir sorumluluk duymayacak mı? Bunlar bizim kardeşlerimiz değil mi? İşte yeni dünyanın bu temelde, bu felsefe çerçevesinde oluşturulması gerekir ve Birleşmiş Milletlerin de bu 5 ülkenin inisiyatifinden çıkarılması gerektiğine inanıyoruz. Birleşmiş Milletler gerçekten insan haklarını korumak ve savaşları engellemek amacıyla eğer kurgulanmışsa o zaman, işte Suriye'de yapılanları görüyoruz, Irak'ta, Myanmar'da, nerede olursa olsun hiçbir din farkı yapmadan... İnsanlığı bunu alıştırmamız lazım arkadaşlar. Biz Samuel Huntington'un teorisini reddediyoruz. Bu dünyada, özellikle küreselleşen dünyada dünya bir köy hâlini almıştır. Dolayısıyla, hepimiz birbirimize yakınlaşmalıyız, birbirimizi tanımalıyız ve birbirimizin temel hak ve özgürlükleri için mücadele etmeliyiz. Eğer yalnız bizim inancımızdan olan insanlara, etnik grubumuzdan veya soydaşlarımız olan insanlara karşı duyarlılık gösterebiliyorsak demek ki henüz bu evrensel düşüncelere ulaşamamışız demektir. Bakın, orta çağdaki Avrupa'yı göz önünde bulundurduğumuzda engizisyon mahkemeleri vardı. İnsanlara düşüncelerinden, inançlarından dolayı kilise kurumunun neler yaptığını görebiliyoruz ama sonra Avrupa'da Rönesans oldu, Reform oldu, aydınlanma oldu ve bugün gördüğümüz işte başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Kopenhag Kriterleri, Avrupa Birliği... Yani, mesela, ben bazen bu uluslararası sözleşmeleri gördüğümde hayran kalıyorum. Düşünün daha 1215 tarihinde Magna Carta imzalanmış ve düşünün, o tarihte masumiyet karinesini savunmuş. Somut deliller olmadan hiçbir hâkimin kimse hakkında dava açamayacağını belirtmiştir ama bugün baktığımızda, Anayasa'mızın 15'inci maddesinde de vurgulandığı gibi, olağanüstü hâllerde dahi korunması gereken çekirdek haklar dahi bertaraf edilerek işte bugün başta eş başkanlarımız ve milletvekillerimiz, belediye başkanlarımız, birçok akademisyen, birçok basın emekçisi arkadaşımız, birçok insan değişik şüphelerle veyahut da toplu olarak tutuklanmış bulunmaktadırlar. Bunun bir hukuk devletinde olmaması gerektiğine inandığımızdan dolayı bunları vurguluyoruz.
Bu ülke hepimizin ortak vatanıdır. Bana göre, hiç kimse kendini bu ülkede başkasından üstün görmemesi gerekir hem etnik anlamda hem de inançsal bağlamda. Hepimizin bu coğrafyada binlerce senelik tarihi var. Hepimizin yurtsever olması lazım. Kimse bu vatanı bizlerden daha çok sevdiğini iddia edemez; biz de başkasına ilişkin olarak bunu iddia edemeyiz. Bu bizim ortak vatanımız. Dolayısıyla, varolan eksiklerimizi gidermemiz gerekir. Onun için, yeni, özgürlükçü, katılımcı, çoğulcu ve 24'üncü Dönemde o kapsayıcılık çerçevesinde yeni, sivil, demokratik bir anayasa yapma ihtiyacı vardı. Düşünün o zaman ne kadar güzel bir umut doğmuştu Türkiye'de. Ben gördüm, izliyordum işte. Belirtmek istiyorum: Cumhuriyet tarihinde hiçbir zaman Meclisi bile görmemiş kişiler, bütün dinî liderler, sivil toplum kuruluşlarının, vakıfların yöneticileri hepsi; Ezidiler, Aleviler, Hristiyanlar, Museviler, Romanlar, Lazlar, Çerkezler yani hem inançsal hem de etnik bağlamda bütün insanlar gelip bu Meclise özgürce kendi taleplerini ilettiler. Bu, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde olan bir ilkti. İşte biz bunu istiyoruz. Birlikte yaşayacaksak onurlu ve özgürlükçü bir birliktelik olduğuna inanmamız gerektiğini belirtmek istiyorum bir kez daha.
Geçtiğimiz süreçte, 2013 yılında başlatılan müzakere ve barış süreci sayesinde Türkiye'nin sırtında yük olarak duran Kürt sorununun çözümüyle beraber toplumun genelini kapsayan demokratik bir hamle yapma şansı biraz önce de vurguladığımız gibi yakalanmıştı. Bu süreç hâlâ canlandırılabilir. Biz sorunlarımızı çatışarak, şiddet kullanarak 21'inci yüzyılda çözemeyiz, bunu dünyaya, insanımıza anlatamayız. İnsanlarımızın temel hak ve özgürlüklerini onlara tanıyarak onları kazanmalıyız.
Bakın, bugün İsviçre'ye baktığınızda, İsviçre'de herkesin ana dili, kültürü, kimliği tanındığından dolayı İsviçre'de herkes yurtseverdir. Niye biz yurtsever olmayalım? Hepimiz yurtseveriz, coğrafyamızı, ülkemizi çok seviyoruz ama tabii ki eksiklikleri, kullanamadığımız hakları talep edeceğiz. Bu ülkenin demokratikleşmesi her vatandaşın görev ve sorumluluğudur. Bu anlamda, demokratik siyaset bağlamında ve demokratik ölçütler çerçevesinde mücadele etmemiz kaçınılmazdır.
Tabii, üç yıl boyunca Türkiye'de kan akmamış, bu bizim için en büyük kazanımdır. Bundan sonraki sürece baktığımızda özellikle -biraz önce değişik arkadaşlarımız da belirttiler- 7 Haziran seçimlerinden sonra, 24 Temmuzdan itibaren tekrar Türkiye'de bir güvenlikçi politika doğrultusunda yine çatışmalı bir sürece girdik. İşte, yine, askerimiz, polisimiz, Kürt gençlerimiz, insanlarımız ölüyor. Biz her zaman vurgulamıştık, vurguluyoruz: Biz anaların gözyaşı arasında ayrım yapmayacağız, yapmamalıyız. Bu ülke hepimizin. Madem diyoruz... Özellikle Türk ve Kürt kardeşliğini değerlendirdiğimizde bana göre artık bu retorik bir söylemden çıkması gerektiğine inanıyorum. Hani diyorsunuz ya: "Biz bin senedir birlikte yaşıyoruz, et ve tırnak olmuşuz." Biz bunun artık pratikte gerçekleşmesini istiyoruz. Çünkü, Kürt sorunu çözümlendiğinde ben inanıyorum ki diğer nüfusu çok azalmış -biraz önce saydığımız- halkların, farklı inançların, onların da sorunları bu temelde çözülecektir. Aslında, belki, Kürt sorunundan dolayı belki birçok demokratik açılım da Türkiye'de yapılamamaktadır ama AK PARTİ ilk iktidara geldiğinde birçok olumlu yasal, anayasal değişiklikler yaptı, Avrupa Birliğiyle müzakereleri başlattı. Ben, öncelikle, avukatlık yaptığım dönemde özellikle vakıflar sorunlarıyla ilgileniyordum. Özellikle cemaatlere, azınlık vakıflarına yani Ermenilere, Süryanilere, Hristiyanlara ve Musevilere ait vakıflarla ilgili çok olumlu değişiklikler yapıldı, yeni bir yasa yapıldı. Tabii, hâlâ mazbatayı almış vakıflar olmak üzere daha çözümlenmesi gereken, iade edilmesi gereken mal, mülk, gayrimenkuller var ama o döneme göre çok önemli değişiklikler yapıldı. Avrupa Birliğiyle müzakereler başlatıldı. Biz bu süreci çok önemsiyoruz. Neden bu süreçten sapıldı? Biz her zaman diyoruz ya, Türkiye'de çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak istiyoruz. Bu cumhuriyetin kuruluşundan beri dile getirilen bir söylemdir. Bu çok doğru bir söylemdir ama önemli olan pratikte bunu gerçekleştirmemiz gerekir. Yani Türkiye'nin gerçek anlamda bir demokrasi olmasıyla, gerçek anlamda demokrasinin uygulanmasıyla gerçekleşebileceğine inanıyoruz.
İçerisinde bulunduğumuz 21'inci yüzyılda çağdaş dünyanın saygın bir üyesi olmak yolunda hızlı adımlarla ilerleyebilmemizin en ön koşulu her bir yurttaşımızı evrensel insan haklarından azami ölçüde faydalandırmak, önündeki bütün engelleri kaldırmak durumundayız. Türkiye altına imza koyduğu uluslararası sözleşmeler bağlamında üzerine düşen ödevleri vakit kaybetmeden yerine getirmelidir. Evrensel hukuk ve demokrasi geleneği ışığında toplumsal barışımızı mümkün kılmamız zorunludur.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; bakınız, daha birkaç gün önce Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Türkiye'den yapılan başvuruların 47 ülkenin toplamından fazla olduğunu söyledi. Bunu Anayasa Mahkemesi Başkanı söylüyor. Bugün Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde en fazla dosyaya sahip ülkelerden birisidir. Bu dosyaların konusu da tabiatıyla hak ihlalleridir. Alevi vatandaşlarımızın cemevleri hâlen yasal bir statüye kavuşturulmamıştır. Yine, Alevi yurttaşlarımız kendi inançları gereği özel kutsal günlerinde tatil yapma hakkından da mahrumdurlar.
Ben de aynı zamanda belirtmek istiyorum: Tabii ki Komisyonumuz bu üç gündür harıl harıl çalışmaktadır gecenin ikisine, üçüne kadar. Bu anlamda Sayın Başkan, Başkanlık Divanına da bir önerim olacak, bunun dikkatle dinlenmesini istiyorum ve tutanaklara da geçmesini istiyorum. Artık cumhuriyetimizin gerçek anlamda demokratik bir cumhuriyete dönüşmesi, bütün farklılıkları kapsayacak ve kucaklaşacak bir aşamaya dönüşmesini de istediğimizden dolayı ve bunun takipçisi olduğumuzdan dolayı...
25 Aralık bizim Doğuş Bayramı'mızdır, yani Hristiyan âleminin İsa'nın doğuşuyla ilgili Noel Bayramı'dır. Tabii, vekillerimiz de çok yorulmuşlardır ve şu anda da benim bildiğim kadarıyla, AK PARTİ'de de CHP'de de Halkların Demokratik Partisinde de... Ki bu Meclisin ilk, özellikle Demokrat Partiden sonra ilk Hristiyan vekili ben oldum 2011 seçimlerinde, bunu da vurgulamak istiyorum. Bu, Türkiye açısından çok önemli bir aşamadır. 2015 seçimlerinde -benim bildiğim kadarıyla- şu anda da fiilî olarak 5 Hristiyan vekilimiz değişik partilerde şu anda Parlamentoda görev almaktadır, bu da Türkiye'nin bu anlamda gitgide olumlu bir seyir izlediğinin de bir göstergesidir.
Osmanlı Mebusan Meclisini de incelediğimizde, orada da bugün Türkiye'de var olan bütün farklı inançların, etnik grupların, milletvekillerinin de var olduğunu, Meclis-i Mebusan tutanaklarına girdiğinizde açıkça görebiliyorsunuz. Bu anlamda, eğer tabii ki Başkanlık Divanı ve sayın Hükûmet yetkilileri de uygun görürlerse ve diğer vekillerimiz ve diğer partilerimiz de, aslında, özellikle pazar günü bir ara verebilirsiniz. Hem milletvekillerimizin dinlenmesi hem de Hristiyan âleminin bir bayramıdır, bu da Türkiye'nin, bu anlamda, aslında vatandaşlar arasında ayrım yapmadığının... Buradan da hem Meclis Başkanına hem de Hükûmet yetkililerine, bu tür dönemlerde, her zaman, işte, Ramazan Bayramı'nı, Kurban Bayramı'nı, bütün bayramları da hepimiz kutluyoruz, kutlamamız gerekir. Bu anlamda, Türkiye'nin değişmesi anlamında, hem Hristiyan âleminin bayramını kutlamak hem de 25'i pazar günü Komisyonu da tatil etme önerisini, Başkanlık Divanına ve bütün vekillerimize bu vesileyle öneriyorum.
MUSA ÇAM (İzmir) - Bir gün mü Sayın Dora?
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Bir gün önce de olur tabii.
EROL DORA (Mardin) - Üç gündür efendim ama Komisyon açısından bir gün tabii ki bizim için yeterli olabilir. Üç gündür normalde.
BAŞKAN - Değerli arkadaşlar, ben şu an sürece vekâlet ediyorum, karara vekâlet etmiyorum. Talebinizi aldım, yetkili karar mercisi olan Sayın Başkana ileteceğim, sonra da zaten değerlendiririz.
Tabii, bu arada, ben bayramınızı da tebrik etmiş olayım şahsım adına.
EROL DORA (Mardin) - Teşekkür ediyorum.
Sayın Başkan, bayramımız üç gündür, tabii ki Komisyon çalışmaları da önemlidir, bunu sizin takdirinize bırakıyoruz fakat 25'i bayramın en önemli, ilk günü olduğundan dolayı bunu da vurgulamak istiyorum.
Bunları söylememdeki amaç da budur, Türkiye'de hiçbir vatandaşımızın artık kendini psikolojik olarak azınlık hissetmemesi gerekir. Tabii ki azınlık hakları pozitif haklardır, bunlar önemlidir, ama insanın psikolojik olarak kendini diğer vatandaşlardan ayırması, insanın o ülkede özgürce yaşaması açısından büyük bir engeldir. Bu açıdan, artık Türkiye'nin de, Sayın Gül, değişmesi gerektiğine inanıyorum ben. O açıdan, bütün vatandaşlarımız artık kendini bu ülkede yabancı hissetmesin. Yalnız anayasal olarak, teorik olarak haklarını tanıyarak değil... Bugün Anayasa'mıza da baktığımızda, 2'nci maddesinden tutun, bir hukuk devleti oluşundan tutun, laik olduğunu vurguluyor, Anayasa'nın 10'uncu maddesi eşit olduğunu vurguluyor, bütün bu maddeler var ve Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sözleşmesi, çifte sözleşmeleri imzalamış ama pratiğe baktığımızda, biraz önce saydığımız gibi, hâlâ Alevi sorununu çözemedik, hâlâ insanların durumunu görebiliyoruz yani. O açıdan, bunları vurgulamakta yarar görüyorum.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; özetle söylemek istediğimiz şudur: Önümüzde yakıcı toplumsal meseleler bulunmaktadır. Yeni Anayasa bunlara çözüm üretebilirse anlamlıdır. Bu sorunların muhataplarını Anayasa hazırlama süreçlerine dâhil edebilirse anlamlıdır. Yoksa dışlayıcı, ötekileştirici yöntemlerle hazırlanan, içerik bakımından da dışlayıcı ve antidemokratik öze sahip metinler bu ülkeye daha fazla zaman kaybettirmekten başka bir anlam ifade etmemektedir.
Anayasa değişiklik metninin içeriğine dair de birkaç konuya değinmek istiyorum sayın milletvekili arkadaşlarım. İki partinin mutabakatları neticesinde önümüze getirilen bu düzenleme, ne sistematik bir Başkanlık düzenlemesidir ne de yalnızca partili Cumhurbaşkanı düzenlemesi; tüm kurum ve kuruluşlarıyla parlamenter sistemin üzerinde yapısal düzenlemeler yapılmaksızın başkan kadar yetkili, ancak denetim mekanizmalarından son derece yoksun bir kişi modeli, kişi rejimi öngörülmektedir.
Teklif Cumhurbaşkanı sıfatını muhafaza etmekte ancak onu parlamenter sistemdeki Cumhurbaşkanının çok ötesinde yetkilerle donatmaktadır. Üstelik, 1982 Anayasası'nın en çok eleştirilen yanı olan Cumhurbaşkanına yetki verip sorumluluk vermeme tutumu daha da derinleştirilmekte ve belirginleştirilmektedir.
Teklifin gerekçesinde, Türkiye'nin demokrasi tarihinin sık sık iktidarı vesayetçi müdahalelerle lekelediğinden bahsedilmektedir, bunun son örneği olarak da 15 Temmuz darbe girişimi gösterilmektedir. Bu mantık zinciri ve gerekçelendirme, AK PARTİ'nin tarih yazımına göre aslında şekillenmiştir.
Darbelerle lekeli tarih tartışılmaksızın darbelerin faturasının parlamenter sisteme çıkarılması, olgularla da Hükûmet sistemleriyle ilgili bilgilerle de uyuşmamaktadır.
Teklifte öngörülen sistemin istikrar getireceği, parlamenter sistemin istikrar getirmeyeceği fikrine dayanmaktadır.
Gerekçe, Türkiye'nin on dört yıldır koalisyonlara mahal vermeyen AK PARTİ hükûmetleri tarafından yönetildiği âdeta görmezden gelinerek kaleme alınmıştır bir bakıma.
Parlamenter sistem içinde tek parti hükûmetleri kurulabileceği gibi, özellikle Türkiye gibi kutuplaşmış veya kutuplaşmaya müsait toplumlarda, toplumun çeşitli kesimlerinin uzlaşma zemini aradığı ve diyalog geliştirdiği koalisyon hükûmetlerinin doğrudan istikrarsızlık getirdiğini savunmak da aslında doğru değildir.
Bugün Almanya'ya baktığımızda, yıllardır koalisyonlarla yönetilmektedir ve Almanya'da istikrarlı bir hükûmet modeli mevcudiyetini devam ettirmektedir.
Kaldı ki çoğunluk olmayan kesimin tamamen yönetim mekanizmasına katılmaktan alıkonulduğu düşünüldüğünde, başkanlık sisteminin Amerika Birleşik Devletleri hariç hiçbir uygulamasında istikrar getirmediği ortadadır.
Yine, Başkanı seçmeyen ve Türkiye Büyük Millet Meclisinde temsil imkânı bulamayan, bulsa bile yasama faaliyeti tüm denetim olanaklarından mahrum bırakıldığı için aktif siyasete katılamayan, kanun tekliflerinin kabul edilmeyeceği aşikâr olan bir kesimin görüşlerini ifade edebileceği demokratik kanallar Türkiye'de açık değildir.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Buyurun, devam edin.
EROL DORA (Mardin) - Teşekkürler Sayın Başkan.
...hâlihazırda Anayasa ve İç Tüzük'te karşılığını bulan Meclisin yürütmeyi denetleme yetkisi dahi kullandırılmazken, değişiklik paketiyle bu denetleme yetkisi tümden lağvedilmektedir.
İlgili bakanlıklara yönelttiğimiz yazılı soru önergeleri büyük oranda yanıtsız bırakılmaktadır.
Muhalefet partilerine mensup milletvekillerince Meclis Başkanlığına sunulan araştırma önergeleri iktidar partisi tarafından sürekli bir biçimde reddedilmektedir.
Yine, muhalefet partilerince hazırlanmış kanun teklifleri, komisyon aşamasında dahi görüşmeye açılmamaktadır.
Yine, mevcut durumda teoride var olan Meclisin denetleme görevi dahi engelleniyorken, Anayasa değişikliğiyle bu sözde yetki de Meclisin, yani halk iradesinin elinden alınmaktadır.
Teklifle öngörülen yapı hiçbir şekilde fren denge mekanizmalarına yer vermemekte, sorumluluk ve denetim mekanizmalarının kullanımını imkânsız denecek kadar güçlendirmektedir.
Fiilî girişimlerle işlevsiz duruma getirilen kuvvetler ayrılığı ilkesi, bu düzenlemeyle tümüyle ortadan kaldırılmaktadır.
Bildiğiniz gibi, kuvvetler ayrılığı, niteliği ayrı olan kuvvetlerin ayrı ellerde bulunması ve hiçbir zaman bir tarafın diğerinin yetkilerini istediği zaman elinden alamamasıdır, ancak bu düzenlemede yürütmenin başı olarak Cumhurbaşkanının yasama ve yargı üzerindeki hiyerarşik durumu, öngörülemez yeni krizlere yol açacaktır.
Diğer taraftan, güvenoyu ve gensoru teklifte tamamen kaldırılmış, Türkiye Büyük Millet Meclisinin zaten son derece zayıf ve işlevsiz olan denetim mekanizmaları iyice cılızlaşmıştır. Bununla beraber, birbirinden ayrılan güçler arasında bir denge, denetleme dinamiği öngören hiçbir güvenceye yer verilmemiştir. Cumhurbaşkanı, başkan yardımcısı ve bakanların tercihleri hiçbir mercinin ama özellikle Parlamentonun herhangi bir denetiminden azadedir. Kaldı ki bakanların özelliklerine de yer verilmemiştir.
Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım; tabii ki bu süreçte, bu üç gündür burada herkes istediği kadar konuşabilmektedir, bu da en azından bu Komisyonda önemli bir özelliktir, herkesin görüşlerini özgürce ifade edebilmesi ve süre kısıtlaması uygulanmaması, hem Türkiye tarihine bir not olarak hem de tutanaklara geçecektir. Çok önemli bir anayasal değişiklik yapıyoruz, Türkiye'nin kaderini değiştirecek bir değişikliktir. Dolayısıyla, bu anlamda şimdiye kadar beni özenle dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum, az bir konuşmam kaldı zaten, noktalayacağım.
Cumhurbaşkanı tamamen keyfî bir şekilde istediği kişiyi bakan yapabilecektir. Amerika Birleşik Devletleri'nde başkan yardımcısı da halk tarafından seçilmektedir bildiğimiz gibi. Üst düzey bürokratlar Senatonun onayından geçmeden göreve başlayamamaktadır. Burada hiçbir denetim mekanizması, maalesef yoktur.
Başkanlık sistemi, hükûmet ile başkan arasında bir otorite ikiliğine müsaade etmez. Teklifte bu bir adım daha ileri taşınmış, tek kişilik yürütme organı yaratılmıştır.
Peru'da "seçilmiş monarşi dönemi" olarak tanımlanan bu durum, hem başkanın diktatörleşmesine hem de seçimi kaybedince âdeta her şeyi kaybeden, Türkiye gibi kişi güvenliğinin hiçe sayıldığı, toplumlarda yaşam hakkı ve özgürlüğü dahi tehlikeye giren muhalefetin de marjinalleşmesine neden olabilecektir.
Her ne şekilde adlandırılmış olursa olsun, "güçlendirilmiş Cumhurbaşkanı", "partili Cumhurbaşkanı", bu hâliyle teklif, başkanlık sisteminin yürütmeye verilen yetki bakımından tüm özelliklerini taşımakta, yasamayı orantısız zayıflatmakta, bağımsız yargı için de hiçbir güvence öngörmediği gibi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu da tamamen Cumhurbaşkanının güdümüne sokmaktadır.
Biraz önce, hem CHP'li vekil arkadaşlarımız hem birçok vekil arkadaşımız belirttiler, bu Komisyon bir Anayasa değişikliği teklifi nedeniyle toplanmış bulunmaktadır ve bu anlamda, gerçekten, Türkiye'de başta barolar olmak üzere anayasa konusunda uzman profesörlerin görüşlerine başvurulması gerekirken, maalesef, henüz kimse bu Komisyona davet edilmedi, bu anlamda da bir kez daha Başkanlık Divanına talebimizi iletmek istiyorum.
Bakın, bu konuda bir iki ufak noktada da Profesör Doktor İbrahim Kaboğlu'na ilişkin olarak belirtmek istiyorum.
Kaboğlu diyor ki: "Yürütme yerine kurumlar üstü ve bağımsız bir Cumhurbaşkanı, ona bağlı bir Meclis olacaktır. Oluşumu ise Cumhurbaşkanı seçimiyle aynı anda ve parti başkanı olması nedeniyle, kendisinin belirleyeceği adayların Meclis çoğunluğu oluşturmasına yönelik bir düzenlemedir. Siyasal rejimler ve hükûmet biçimleri, yargı bağımsızlığı ekseninde yasama ve yürütme arasındaki ilişkiler bağlamında anlam kazanır. Yürütme organını bile lağvederek, yürütme yetkisinin tümünü, yasama yetkisini kısmen tek kişinin uhdesine yönlendirmeyi, yargı örgütünü de aynı kişinin güdümü altına almayı öngören teklif, erkler ayrılığı şeması dışında kalmakta ve çoğulcu siyasal rejimlere yabancı bir düzenlemenin kapısını aralamaktadır." Hâliyle Anayasa'nın değişmez kuralı olan cumhuriyetin demokratik hukuk devleti niteliğine yani 2'nci maddesine de açıkça aykırılık teşkil ettiğini vurgulamaktadır.
Başkanlık sistemi, hükûmet ile başkan arasında bir otorite ilişkisine müsaade etmez. Teklifte bu bir adım daha ileri taşınmış, tek kişilik yürütme organı yaratılmıştır.
Devlet Denetleme Kurulunun çalışma usul ve esasları Cumhurbaşkanı kararnamesine bırakılmakta ve bu kurula tüm kamu kurum ve kuruluşlarında idari soruşturma yürütme yetkisi açıkça verilmektedir. Böylece, doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanan, usul ve çalışma esasları da Cumhurbaşkanı kararnamesiyle belirlenen bir kurul, istediği kurumda Cumhurbaşkanının hoşuna gitmeyen kişiler aleyhinde idari soruşturma yürütüp, kamu görevinden çıkarmaya varabilecek tasarruflarda bulunabilecektir.
Siyasi partiler rejimi değişmeden, demokratik kanallar ve kontrol mekanizmaları teminat altına alınmadan, adı bu şekilde konulmamış olsa da başkanlık sistemini getiren bir değişiklik çok kısa sürede rejim krizine de neden olabilecektir. Hatırlanmalıdır ki parlamenter sistemin krizi rejim krizi değil, Hükûmet krizidir. Mevcut krizde bunu kabullenmek istemeyen Hükûmet faturayı rejime kesmektedir. Ancak bu sistemin yürürlüğe girmesi hâlinde mevcut yapı buna göre düzenlenmediği, siyasi gelenek, toplumsal yapı buna uygun olmadığı için de hızla gerçek bir rejim krizine de sebebiyet verebilecektir.
Tabii, bildiğiniz gibi Türkiye aynı zamanda şu anda Avrupa Birliğiyle de tam üyelik için müzakere yürüten bir ülkedir. Her ne kadar son zamanlarda başta OHAL sonucunda Türkiye'de uygulanan politikalar neticesinde Avrupa Birliği ile Türkiye arasında da önemli krizler, sürtüşmeler yaşansa da biz Avrupa Birliğini bir demokratik değerler bütünlüğü olarak görüyoruz. Kopenhag Siyasi Kriterlerine baktığımızda, işte demokrasi, hukukun üstünlüğü, azınlık hakları, kuvvetler ayrılığı, bunlar çok önemli evrensel ilkelerdir. Dolayısıyla, bir kez daha bu çerçevede, başta Avrupa Birliğine girmek isteyen, tam üye olmak için müzakere eden bir ülke olma sıfatını da düşünerek ve Türkiye'nin çoğulcu yapısını da düşünerek çağdaş, demokratik bir cumhuriyete dönüşmemiz için, evrensel ilkelerin Türkiye'de gerçekleşmesi için, herkesin kendisini bir kez daha sorgulayarak bana göre bir an önce bu değişiklik teklifinin geri çekilmesi... Yine bütün partilerin katılımıyla ama bu kez daha ciddi -bütün partilerin de elini taşın altına koyarak- Türkiye'nin yapısına uygun olarak bütün kesimleri kucaklayacak, cumhuriyet tarihi boyunca oluşmuş mağduriyetleri giderecek sivil, demokratik, çoğulcu, katılımcı bir anayasanın yapılması için bütün siyasi partileri buradan bir kez daha görev ve sorumluluğa davet ediyor, hepinizi tekrar saygıyla selamlıyorum.
Teşekkür ediyorum.