KOMİSYON KONUŞMASI

AYŞE ACAR BAŞARAN (Batman) - Tamam, biz "He-De-Pe" olarak diyoruz.

TUFAN KÖSE (Çorum) - Sayın Başkan, Tufan Köse, Çorum Milletvekili. Beni de söz sırasına yazarsanız oraya, rica ediyorum.

AYŞE ACAR BAŞARAN (Batman) - Neyse, arkadaşı yazdıysanız ben başlayayım artık.

Öncelikle, şunu söylemek istiyorum: Biz birkaç gündür bu Anayasa değişikliği üzerinde konuşuyoruz. Aslında herkesin söylemek istediği birçok şeyin olduğunu gördük, herkesin burada kafasında soru işaretleri olduğu, ifade etmek istediği şeyler olduğunu gördük. Bu, gerçekten bizim açımızdan çok güzel bir durum, burada bunu konuşuyor olabilmek. Ancak, keşke şöyle olsaydı: 4 partinin de eşit temsiliyetiyle ama ben eşit temsiliyetten, sadece her partiden eşit sayıda milletvekilini de kastetmiyorum. Evet, o ama bir de yanında kadın eşitliğinin de olduğu, kadın temsiliyetinin de, eşitliğinin de olduğu bir anayasa uzlaşma komisyonu olsaydı biz bunu burada saatlerce, günlerce, hatta yıllarca belki konuşsaydık. Çünkü, anayasa, bir günlük bir kanun değildir. Bizim, bugün bu anayasayı çıkaralım, üç gün sonra bunu beğenmedik, tekrar bir değişiklik yapalım diye yamalı bohçaya çevirebileceğimiz bir düzenleme değil; toplumsal bir sözleşmeden söz ediyoruz, toplumsal bir mutabakatın sonucunda ortaya çıkması gereken bir sözleşmeden söz ediyoruz. Ancak, şunu görüyoruz ki şu anda Mecliste bile bir mutabakat yok. Hatta arkadaşların çoğunun ifade ettiği gibi, partilerin kendisinde bile bir mutabakat, bir netleşme durumu yok.

Arkadaşlar, birkaç gündür bu Anayasa Komisyonundaki tartışmaları dinliyorum. Daha bu değişikliğin ne getirdiğinden gerçekten çoğumuzun kafasında netlik yok. Çünkü, isminde bile daha anlaşmış değiliz yani. Hatta, bu teklifi getiren partiler bile bunun isminde netleştiği söylenemez. Hatta, tasarının kendisi bile bu konuda çelişkilerle dolu. Şöyle oluyor: Bir "cumhurbaşkanlığı" deniliyor, bir "başkanlık sistemi" deniliyor, bir "yarı başkanlık sistemi" deniliyor, bir "partili cumhurbaşkanlığı" deniliyor. Hangisi, onu bile bilmiyoruz, onda bile bir netleşme yok. Yani, bir değişiklik teklifi var, bir değişiklik var ama bu değişiklik bize ne getiriyor, adı ne, o ortada yok. Adı sanı bilinmeyen bir görüşmeyi yapıyoruz şu anda. Kanunun, değişikliğin kendisinde de çelişki var dedim. Çünkü "cumhurbaşkanı" diye başlıyor ama "devlet başkanı" diye bir tanım var. Tamam, o zaman bu devlet başkanı mı cumhurbaşkanlığı mı, bu da net değil yani tasarının kendisinde bile netleşmeyen bazı durumlar var.

Şimdi, arkadaşlar, tasarının kendisinde netleşmeyen durumlar varsa, Mecliste hiçbirimizin kafası net değilse üç gün sonra biz nasıl, toplumda bir referandum sonucunda bir toplumsal mutabakat bekliyoruz. Ya da bunun sonucunda, işletilmesi durumunda nasıl toplumda huzurun, insanların "Evet, bu benim anayasam, evet, bu sözleşmenin ben de altına imza atarım." diyebileceği bir anayasayı oluşturmuş oluyoruz? Gerçekten ben bunu burada tartışma yaratmak ya da işte farklı ideolojileri sahibiz, bunun için bir muhalefet yapmak amacıyla kesinlikle söylemiyorum. Çünkü, en nihayetinde bu değişiklikten hepimiz etkileneceğiz. Sadece iktidar milletvekilleri ya da bugün aynı tasarıya imza atmış olan MHP milletvekilleri değil, bunun altına imzasını atanlar değil 79 milyonun etkilenebileceği, etkileneceği bir değişiklikten söz ediyoruz. Onun için, bence bu konuşmalar daha da uzasın, hatta dediğim gibi bir daha düşünülüp... Tam da o dediğim gibi, hem partilerin eşitliği, hatta dışarıda, bu Mecliste olmayabilir, diğer partilerin de gelip katılabileceği, sivil toplum örgütlerinin katılabileceği daha geniş, gerçekten toplumsal mutabakatı sağlayabilecek bir anayasanın çalışmalarının yapılabilmesi gerektiğini düşünüyorum. Tarihte aslında bunda bir adım attık, Mecliste böyle bir komisyon oluşturuldu, belli bir noktaya da geldi. Aslında tekrar böyle bir komisyonun kurulmamasının önünde hiçbir engel yok. Hele hele, dediğim gibi, 79 milyonu ilgilendiren böyle bir tasarının kapalı kapılar ardında, daha sonra da boş kâğıtlara imza atılarak bu şekilde Komisyonun önüne getirilmiş olması, gerçekten kabul edilemez bir durumdur.

Onun için, öncelikle, bu konuda, dediğim gibi muhalefet yapmak amacıyla değil, bütün arkadaşların bence bir daha düşünmesi gerekiyor ve ellerini vicdanlarına koyup belki bütün geleceğimizi etkileyecek, rejim değişikliğine yol açabilecek bu düzenlemeyle ilgili olarak "Bu yanlıştan bir an önce nasıl dönebiliriz"i tartışıp düşünmesi gerekiyor.

Evet, biz bir Anayasa değişikliğine gidiyoruz, bir toplumsal sözleşme hazırlıyoruz. Peki bunun ortamı buna uygun mu arkadaşlar? Bir bakalım, kaç gündür aslında biz kapıları kapatıyoruz ve Türkiye'nin bütün gündeminden uzak kaldığımızı zannediyoruz ya da Türkiye'nin gündeminin başkanlık olduğunu zannediyoruz ya da Cumhurbaşkanlığı... Her ne diyorsanız ismine, bunun çok bir önemi yok çünkü en nihayetinde gelen, bütün toplumu yok sayan tekçi bir yapılanma. Bunun ismine ne derseniz deyin, "cumhurbaşkanlığı" deseniz de... Buna hatta deyin ki "parlamenter sistem". Bu, rejimin değişikliği olduğunu, bütün güçlerin tek elde toplandığı gerçekliğini değiştirmeyecek. Hiç ismine de takılmayalım.

Peki, gerçekten, biz bu kapıları kapatıyoruz ve burada konuşuyoruz, toplumun gündemi bu mu arkadaşlar? Değil. Toplumun gündemini gidip soralım, simitçisine soralım, asker ailesine soralım, bakkalına soralım, işçisine, madencisine soralım bakalım toplumun gündemi gerçekten ne. Toplumun gündemi bunlar değil; toplumun gündemi iş şu anda, toplumun gündemi aş, toplumun gündemi huzurlu bir ülkede yaşamak. Peki, bu sistem değişikliği bize huzuru, istikrarı getirecek mi? Dönelim 7 Haziran sürecine, burada çok da zikredilen bir süreçti. 7 Haziranda şöyle başlanmıştı: "İstikrar değil kaos tercih edildi." ve 5 Hazirandan itibaren ülke bir kaos hâline girdi, tekrar bir seçime girildi ve iktidar, çoğunluğuyla iktidar olma gücünü elde etti. Peki bu ülkeye istikrar geldi mi? Hayır. Demek ki neymiş arkadaşlar: İstikrarın gelmesi, bütün yetkilerin tek elde toplanması değil; bütün iktidarın, bütün gücün bir merkezde toplanması değil. Bizim sürekli, her defasında kürsüden ifade ettiğimiz gibi, aslında bunun tek bir panzehri var, kaosa karşı darbeleri önlemek için tek bir panzehir var; o da daha fazla demokrasi. Biz her defasında bunu söylemiştik.

15 Temmuz darbe girişimi oldu; evet, bütün Türkiye, tek, hep beraber bu darbenin karşısında durdu. Sonra ne oldu ama? Bir kesim dışlandı. Kim? Bizler, HDP. Biz bu darbenin karşısında ilk duranlardan biri olan bir parti olarak ne yapıldık? 15 Temmuz şöyle görüldü: Allah'ın lütfu olarak görüldü ve ilk hedef bütün muhalifleri susturmak oldu. İşte o günden bugüne aslında biz başkanlık sisteminin ya da -işte siz ne diyorsanız, siz cumhurbaşkanlığı deyin, ben de sizin gibi devam edeyim- cumhurbaşkanlığı sisteminin bir fragmanını izliyoruz arkadaşlar. Bu fragmanlarda ne var? Bakın, kanun hükmünde kararnamelerle, OHAL'le kapatılan kurumlar var, sivil toplum örgütleri var, kayyum atanan belediyeler var, 12 milletvekilinin tutuklanarak cezaevine konulması var, kadın kurumunun kapatılması var, binlerce insanının işinden, aşından edilmesi var. Bunlar nasıl oldu? İşte o merkezde tek bir güç toplandı OHAL bahanesiyle, kanun hükmünde kararnameyle bizim hayatımızın her alanına nüfuz edebilecek kararlar alındı. Biz ne yapıyoruz? Bir de bunu yasal kılıfa büründürüyoruz.

Bir de şöyle bir açıklamanız var "Zaten bu fiilî olarak yürüyordu; tamam karşısına biz bunu resmiyete büründürelim." Hayır arkadaşlar, mademki anayasal bir suç işleniyor, eğer Cumhurbaşkanı şu anda Anayasa'nın dışında yetkilerini artırıyorsa, Anayasa'nın dışına çıkıyorsa, başka yetkileri gasbediyorsa bunun tek bir yolu var: Anayasal bir suç işliyordur. Bizim, onun, aslında kendi mevzisine geri çekilmesi, kendi yetkilerine geri çekilmesi için gerekli adımları atmamız gerekirken ne diyoruz? "E başladı zaten, bütün yetkileri zaten kullanıyor, biz bunu resmiyete büründürelim." Böyle bir hukuk anlayışı olamaz arkadaşlar, böyle bir çözüm arayışı da olamaz.

Dediğim gibi, aslında burada daha çok konuşmamız gereken şeyler var. Mesela burada bir sürü kavramı kullanıyoruz, demokrasiden söz ediyoruz, siyasetten söz ediyoruz. Bence tam da o noktalardan başlayıp devam etmek gerekiyor. Demokrasi nedir? Siyaset nedir? Demokratik siyaset nedir? Buradan başlayıp devam ettirmek gerekiyor, bunlar çok önemli çünkü. Biz buradan başlayacağız. Hani hukuk öğrencilerinin çoğu bilir, hukuka giriş dersi vardır ve buradan başlanır, demokrasi tartışılır, siyaset tartışılır, sistemlerin hepsi tartışılır, hangisi rejim değişikliğini getirir, hangisi sistem değişikliğidir, bunları tartışalım.

Bakın, sürekli olarak o şeytanlaştırılan çözüm sürecinin nihayetinde Dolmabahçe'de bir deklarasyon imzalandı ve o deklarasyonun ilk maddesi neydi arkadaşlar? Demokratik siyaset tanımı ve içeriği. Bu niye önemli biliyor musunuz? İşte bugün, bu kadar bu tartıştığımız meselelerin hepsinin çözümü açısından önemli. Peki bu hangimize zarar verecek bir durumdu? Gelin, şimdi de demokrasinin tanımını, demokratik siyasetin tanımını konuşalım. Mesela arkadaşlar şunu söyledi: "Daha fazla oy aldığımız için bu Komisyonda daha fazla çoğunluğa sahip olma hakkımız var." Bu demokratik bir yöntem değildir, bu demokrasi değildir; bu, çoğunluğun azınlığa tahakkümüdür. Bu çok net bir şey. Siyaset nedir? Gelin siyaseti de konuşalım. Arkadaşlar, eğer biz siyaseti kendimizi çoban, halkı sürü olarak görürsek atacağımız adımlar da bu şekilde anayasa düzenlemeleri olur. Biz çoban değiliz arkadaşlar. Siyasetin o dönemlerde, tabir edildiği gibi, hani at bakıcılığından, seyislikten geldiği söylenir; siyaset bu değil. Siyaset, toplumdaki bütün sorunları çözme aracıdır, her yönde çözme aracıdır. Demokratik siyaset nedir? Demokratik siyasetin birçok aracı vardır ve siz bu araçlarla toplumdaki bütün sorunları çözersiniz. Ama o sorunların çözüm aracı, bu şekilde anayasa değişiklikleri getirmek değil.

Bakın, döndük Magna Carta'dan, 1921 Anayasası'ndan. Daha farklılarını da konuşalım. Birçok ülkede olan bu şekilde kaotik durumlar oluştu, çatışmalı süreçler oluştu, bu ülkede Kürt sorununa benzer sorunlar başka ülkelerde de oluştu ama bunların hiçbirinin çözümü, daha fazla o kesimleri yok sayıp bir yasal değişiklik getirmek olmadı. Bunun çözüm olmadığını, diğer ülkelerdeki düzenlemelerden ya da atılan adımlardan da ya da modellerden de görebiliyoruz. Bunun çözümü, işte o reddedilen bütün kesimlerin de sözünü söyleyebileceği, kendini var hissedebileceği bir anayasa değişikliğidir. Peki burada var mı? Bakın, diyorsunuz ki: "Doğuştan Türk." Bizi bırakın, toplumun zaten... Bir bakalım Türkiye'ye, Türkiye'de dışarıdan herhangi biri... Türkiye'yi şöyle düşünelim ya da, belli bir sınırlar çizildi ve Suriye'de birçok aslında akrabalık ilişkilerimiz olan insanlar var değil mi? Ama o insanların hiçbiri bugün gelip Türkiye'de cumhurbaşkanı olamayacak. Çünkü doğuştan Türk değil.

ABDULHAMİT GÜL (Gaziantep) - "Türk" değil, "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı" ibaresi.

AYŞE ACAR BAŞARAN (Batman) - Tamam, doğuştan Türk vatandaşı değil, onu söylemeye çalışıyorum.

Doğuştan Türk vatandaşı değil ama o insanlar yıllar yıllar önce aslında bu halklarla kardeşti, belki benim kardeşim orada doğduğu için, oradaki nüfusa kaydedildiği için gelip bu ülkede kendi hakkını, bu ülkede kendi varlık hakkını kullanamayacak. Peki, niye böyle bir ayrışmaya gidiyoruz biz? Her defasında, işimize geldiği zaman, hani propaganda aracı olduğu zaman Misakımillî sınırlarına kadar gidiyoruz ama yetkiler ve bir kazanımlar olduğu zaman da işte Türk vatandaşı olmayı da esas kabul ediyoruz. Bir defa burada müthiş bir dengesizlik ve sıkıntının olduğunu da biliyoruz.

Onun için, dediğim gibi, gelin, bakın, bu Dolmabahçe deklarasyonunun devamında daha fazla şey vardı -belki burada bunları açık konuşmak gerekiyor- özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri. Şu anda Türkiye'de hangi insan kendini gerçekten özgür hissedebiliyor? Şu anda sadece siyaset yaptıkları için, sadece kendi ideolojileri çerçevesinde bir siyaset yürüttükleri ve bu da iktidar karşıtı olduğu için bizim 12 arkadaşımız cezaevinde. Sırf, aslında şu anda sizin oluşturmak istediğiniz sistemin karşısında durdukları için cezaevinde 12 arkadaşımız. Peki, bu 12 arkadaşımızın, vekilliklerini de bırakalım, kendi ifade özgürlükleri bile korunmazken bu ülkede diğer halkların, diğer insanların özgürlüğünden nasıl söz edebiliriz? Milletvekillerinin kendini ifade ettiği bir süreçte cezaevinde kendini bulduğu bir ülkede biz hangi özgürlükten söz ediyoruz? Üç gün sonra biz referandum diyeceğiz, referandumda gerçekten bütün toplumun içine sinen bir sonucun çıktığını söyleyeceğiz. Tamam, dönelim yine 1980 dönemine, 1982 Anayasası'na gidelim. "Yüzde 92" deniliyor değil mi 1982 Anayasası için? Ama yapılan araştırmalar aslında o dönemki sonucun yüzde 24 ya da 26 gibi bir durumda olduğunu, hani yüzdelik olarak o kadarlık bir kısmı temsil ettiğini söylüyor. Bunun nedeni ne? Onu bir düşünelim. Peki, şu anda yaptığınız referandumun sonucunda gerçekten insanlar kendi özgür iradeleriyle gidip oy kullanabilecekler mi? OHAL ortamında insanların kendi canından korktuğu, kendi işinden korktuğu, aşından korktuğu bir süreçte insanların gidip gerçekten özgür iradeleriyle referanduma katılacaklarını mı düşünüyorsunuz? Ya da onu da geçelim, şu anda Türkiye'de özgür bir basın kaldı mı ki insanların üzerinden üç gün sonra referandumda propaganda yapsınlar?

Bakın, Anayasa Komisyonu çalışmaları yapıyoruz, arkadaşlar dedi ki: "İlk üç gün iktidar partisi hiç konuşmadı hemen hemen, hep muhalefet partisi konuştu." Ama işin ilginç tarafı ne biliyor musunuz? Basına yansıyanların hepsi iktidar partisinin söylemleri, bir tane muhalefet partisinin söylemi basına yansımıyor; buna, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kendi televizyonu dâhil. Nasıl geçiyor? Ya da şöyle geçiyor, onu da söyleyeyim: Şimdi, diyorlar ki: "AKP'den ya da Bakandan HDP'ye tokat gibi cevap." Böyle bir anlayış olabilir mi arkadaş? Böyle bir özgür basın olabilir mi? Biz bu ortamda bir referanduma nasıl gideceğiz? Ya da şöyle diyor Türkiye Büyük Millet Meclisinin kendi kanalı, diyor ki: "AKP ya da bakan şunu şunu söyledi -yarım saatlik bir açıklama- sonrasında HDP itiraz etti." Neye itiraz etti? Bir çıkıp açıklayın. Bu var mı? Yok ama çıkıyoruz, "Halk iradesi, halk istiyor." diye başkanlığı her yerde bangır bangır anlatıyoruz. Arkadaşlar, insanlar başkanlığın ne olduğunu bile bilmiyor. Siz nasıl 7 Haziranda "Ya istikrar ya kaos." dediyseniz yine aynı şekilde bakıyoruz köşe yazarlarına, başlamışlar bile, şimdiden referandum hazırlığı, "Ya istikrar ya kaos. Ya başkanlık ya kaos." Niye peki kaos? Ya da başkanlık kaosu durduracak mı? Durdurmayacak.

Dediğim gibi, bakın, eğer bu ülke demokratikleşmezse, eğer bu ülkede bütün kesimlerin sözü, sesi, rengi yönetime yansıtılmazsa bu darbe mekaniği hiçbir zaman devreden çıkmayacak. Biz bunun uyarısını daha önce de yapmıştık. Ha, bunu bir tehdit gibi falan algılamayın çünkü biz de bu darbeden etkilenen, hatta en fazla etkilenen kesimiz ve bu ülkede artık bu darbelerin önüne geçmemiz gerektiğini söylüyoruz. Bunun için ne gerekiyor? Dediğim gibi, daha fazla demokrasi, daha çoğulcu bir anayasa. Bu şekilde biz çoğulcu bir anayasa mı yapıyoruz şu anda? Bir Cumhurbaşkanı var, bakanı atıyor, kendine başkan yardımcısı atıyor. Neye göre atıyor? Bununla ilgili hiçbir şey yok, herhangi birini herhangi bir şekilde atayabiliyor.

Yine, dediğim gibi, bakın, ben bir kadın olarak da söylüyorum. Peki, burada kadınların yeri nerede, kadınlar nerede bu Anayasa değişikliğinde? Ha, 1982 Anayasası darbe anayasasıydı, amenna, biz de onun değiştirilmesini istiyoruz. Tamam, bunu "yeni, çok hoş bir düzenleme" diye getiriyorsunuz. Kadınlar bunun neresinde var? Biz kendimizi burada nasıl var hissedeceğiz? Yine var hissetmiyoruz.

Ya da şöyle dediniz: Seçme ve seçilme yaşını 18'e düşürdünüz. Arkadaşlar, biraz gerçekçi olun. Bakın, iktidar partisinin kaç tane genç milletvekili var? Bu Parlamentonun yaş sınırını aşağıya çeken parti HDP, bizler yaş sınırını aşağıya çekiyoruz. Yani orada sadece kalkıp gençlere, propaganda yapmak amacıyla "18 yaşına indiriyoruz." diyorsunuz ama yine getirmeyeceksiniz, aday yapmayacaksınız onları. Bunu hepimiz biliyoruz. Sayalım kaç tane milletvekiliniz var, yüzdelik olarak sayalım. Yok.

BAŞKAN - Arkadaşlar, biraz sessiz olalım lütfen. Dinleyelim.

Buyurun.

AYŞE ACAR BAŞARAN (Batman) - Şimdi, arkadaşlar, dediğim gibi, 15 Temmuz sonrasında darbeden en büyük etkilenen kesim bizdik, bir darbe atlattık, doğrudur ama başka bir darbeyle daha karşı karşıya kaldık: İktidarın ve bir şahsın darbesi. Ve bu darbe sonucunda arkadaşlarımız şu anda cezaevinde ve biz bir Anayasa değişikliği tartışıyoruz. Üç gün sonra da biz bu referandumu yapacağız. Peki, bu referandum öncesinde acaba özellikle mi bizim partimize karşı böyle bir müdahale oldu, bunun da açıklanması gerekiyor. Bir milletvekili, Hükûmet sözcüsü çıkıp şunu söylüyor bugün bir haber kanalında: "Bu ülkede patlamalar oluyor. Eğer HDP milletvekilleri tutuklanmamış olsalardı daha büyük bir kaos ortamı ortaya çıkacaktı." Peki, şunu söyleyelim arkadaşlar: Bu patlamalardan sorumlu kim ya da engellemeye yükümlü olan kim? İktidar sizsiniz, Cumhurbaşkanı sizsiniz; MİT elinizde, istihbarat elinizde, polis teşkilatı elinizde, askerî teşkilat elinizde. Peki, kim engelleyecek, ben mi engelleyeceğim çıkıp? Ben muhalefetim. Kalkıp bu patlamaların sorumluluğunu siz nasıl bize yükleyip bir de bunun üzerinden arkadaşlarımızın tutuklanmış olduğunu meşrulaştırabilirsiniz? Böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde yok. Başka bir ülkede bu kadar asker, polis, sivil ölse o iktidar hemen istifa ederdi. Bugüne kadar bir bakanın istifa ettiğini görmedik ama Başbakanın çekildiğini gördük, değil mi? Niye? Çünkü Cumhurbaşkanının istediğine göre politikalar izlemiyordu ya da bakanların çekildiğini gördük kendi isteklerine göre adım atılmıyor diye. Hani, şu anda birbirinden ayrı ya, hani Cumhurbaşkanının şu anda hiçbir yetkisi yok, onun için, güçlendirmek için bir de biz bu kanunu çıkarıyoruz ya.

Bir de şu söyleniyor her defasında: "Hükûmet ve Cumhurbaşkanı arasındaki sıkıntıları çözmek adına, sürekli sıkıntılar yaşadı tarihten bu yana, bu sıkıntılar çok büyük, Türkiye'ye zarar veriyor. Biz bunu düzeltmek için yürütmeyi ortadan kaldırıyoruz ya da yürütmeyi Cumhurbaşkanına devrediyoruz." Böyle bir çözüm mantığı olabilir mi? Yani, dediğim gibi, az önce de söyledim, eğer Cumhurbaşkanı kendi yetkilerini aşıyorsa, eğer Cumhurbaşkanı yürütmeye yani halkın seçtiği o yürütmeye müdahale ediyorsa Cumhurbaşkanına söylenmesi gereken, kendi yetki alanına çekilmesidir. Kalkıp sırf Cumhurbaşkanı daha rahat edebilsin diye, daha rahat uyuyabilsin diye biz yürütme organını ortadan kaldırıyoruz. Seçimle geleni kaldırıyoruz, atanmaya izin veriyoruz. Ama tabii, diyorum ya, bir fragman var elimizde.

Bakın, bizim bütün DBP'li belediyelerimize kayyum atanıyor. Üç gün sonra Cumhurbaşkanı ya "Ben bu, seçimle gelen belediyeleri beğenmedim, hepsine kayyum atayayım." derse kanun hükmünde kararnameyle -ki bu da yürütmeyle bir durumdur ve görevdir- peki, bunun karşısında kim duracak, bunu kim denetleyecek, kim durduracak? Durdurma mekanizması elimizde var mı? Yok, yok şu anda. E, biz fragmanını izliyoruz. Şimdi, korku filmi olan bir fragman var karşımızda, bir korku filminin fragmanı var, biz bu fragmandan romantik bir komedi bekliyoruz. Var mı arkadaşlar böyle bir durum? Bakın, bu darbeden öncesine gidelim, 5 Hazirandan beri her gün ülkede bombalar patlıyor, kayyumlar atanıyor, milletvekilleri tutuklanıyor. Bu ne? O dönemden bugüne aslında fiilen başkanlık yapan bir Cumhurbaşkanımız var. Biz diyoruz ki: "Ama işte yasal kılıfa büründürürsek çok rahat edeceğiz." Rahat etmeyeceğiz, aynı şeyleri daha köklü bir şekilde yaşayacağız çünkü şu anda en azından anayasal bir güvencesinin olmadığını biliyor. Peki, biz anayasal güvenceye niye kavuşturuyoruz? Gerçekten ne yaptığımızın farkında mıyız? Ben "siz" de demiyorum, hepimiz düşünelim, ne yaptığımızın farkında mıyız? Aslında bizim yetkileri dağıtmamız gerekirken, yerel yönetimleri daha çok güçlendirmemiz gerekirken, o her gün toplantı yaptığı muhtarların bile yetkilerinin daha fazla artırılması gerekirken biz bugün herkesin yetkilerini alıyoruz, tek bir kişiye veriyoruz. Peki, tamam, diyelim ki şu anki Cumhurbaşkanımız çok muhteşem, her şeye muktedir, her şeyi çok iyi yönetiyor, çok iyi dış politika biliyor, çok iyi iç politika biliyor, ekonomiden çok iyi anlıyor. Peki, üç gün sonra çılgının biri geldi, bu ülkenin başına geçti; biz nasıl buna "Dur." diyeceğiz arkadaşlar? Bunu biz yapmış olacağız. Geldi çılgının biri. Yok mu Osmanlı döneminde? Açın, yok mu deli padişahlar, yok mu esrarcı? Var. Peki, biz bunu nasıl engelleyeceğiz, nasıl durduracağız? E, o zaman böyle bir anayasa değiştirme şansımız da olmayacak. Ama çok güzel, çok mutlu bir şekilde "Bir kişinin yetkilerini artırdık." diyeceğiz.

Bu yol, yol değil arkadaşlar, yol değil. Bence herkesin oturup bir daha düşünmesi gerekiyor. "Yedek milletvekilliği" diye bir şey var. Arkadaşlar, bizim toplumumuza uygun bir sistem mi? Biraz toplumsal gerçeklikleri düşünelim ya.

MAHMUT TANAL (İstanbul) - Milletvekilini öldürür yedek olan...

AYŞE ACAR BAŞARAN (Batman) - Öldürür, evet. Yok mu? Kulislerde duyuyoruz herkesin tedirgin olduğunu. Gelin, herkes itiraf etsin, burada korkmayan var mı? Herkes korkuyor.

ALİ ERCOŞKUN (Bolu) - Ben korkmuyorum.

AYŞE ACAR BAŞARAN (Batman) - Doğrudur, korkmuyorsunuzdur. Sizin kulislerden daha çok ses geliyor ama. Sesler duyuyoruz yani biz de kabul edelim. Peki, bu toplumda böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimali var mı? Niye böyle bir yola gidiyoruz? Zaten ara seçim yapma olanağımız var. İşte orada bir düşünmek gerekiyor; demek ki başka bir nedeni var, bir altyapısı daha var.

Ama bu kanunda, Anayasa değişikliğinde en çok dikkatimi çeken, yargının bağımsızlığının yanına bir de tarafsızlık eklenmiş. Şimdi oraya "tarafsızlık" yazınca tarafsız oluyoruz. Hani, bir MHP grup başkan vekili dedi ya, "Asıl bu değişiklik değil, bunun uygulaması önemli, uygulama için yapılacak kanunlar önemli." Tamam, biz biliyoruz zaten. Bir de siz normalde bağımsız, tarafsız olan bir yargı aslında güya varken, bu kadar biz sıkıntılar çekiyorken, bu kadar iktidarın güdümündeyken bir de tek bir kişinin güdümüne bırakıyoruz, oraya da "tarafsız" yazıyoruz ve tarafsız olacağını zannediyoruz. Yazarak olmuyor. Bunu uygulamada nasıl göreceğimizi bileceğiz. Bu ülkede yargıyı troller işletiyor, troller yargıya talimat veriyor resmen. E, var, bakın, bizim elimizde bununla ilgili bir sürü delil var. Arkadaşlarımızın ifadeleri alınıyor, daha karar yok ortada, biz kararı beklerken troller kararı yayınlıyor. Daha bizim milletvekillerimize karşı herhangi bir gözaltı yokken troller oradan "Vekiller tutuklanacak." diyor, sonraki gün operasyonlar oluyor, vekiller tutuklanıyor. Bakın, troller yargıyı yönetiyor, troller bugün ülkenin gündemini belirliyor. Hani "başkanlık, başkanlık" diyoruz ya arkadaşlar, ülkenin gündemi değil o, trollerin gündemi; yine, dediğim gibi, şu odadakilerin bir kısmının gündemi ama biz bu trolleri "toplum" olarak algılıyoruz. "Toplum bunu istiyor." Hayır, troller istiyor. E, o troller de kim? Onların da kim olduğunu biliyoruz. İşte, bir bakan trol kendi kendine iltifat ediyor, bir belediye başkanı kendine iltifat ediyor. Kim bu troller? Bakanlar, belediye başkanları. Bu, toplum mu oluyor?

Dediğim gibi, gelin hatta şunu yapalım arkadaşlar eğer gerçekten toplumun ne istediğini merak ediyorsak -ben bunda çok samimi konuşuyorum- gelin, sivil toplum örgütlerimizden de yanımıza birilerini alalım, siz de, bütün partilerden birer kişi gelsin, her gün bir ile gidip... Ama yanımıza böyle koruma orduları almayalım, ama yanımıza devletten ya da kamudan herhangi bir görevli almayalım, gidelim toplumla bire bir irtibat hâlinde bir görüşelim, bu toplum ne istiyor, ne bekliyor? Gidelim soralım bir topluma, toplum gerçekten başkanlık mı istiyor ya da toplumun aslında başkanlığın ne olduğundan haberi mi yok ya da biz mi topluma bunu empoze ediyoruz; hani bizim taleplerimiz, bizim isteklerimiz, bizim gündemlerimizi biz toplumun gündemi gibi mi yansıtıyoruz?

Dediğim gibi, toplumun gündemi bu değil; toplumun gündemi metrelerce, binlerce metre, ekmek parası için yer altına inmek ve o yer altında, o göçüklerde, o meydanlarda hayatını kaybetme pahasına ekmek peşinde koşmak; toplumun gündemi bu. Toplumun gündemi, huzur içerisinde yaşamak; bir yerde bomba patlamayacağını ya da bir polis tarafından öldürülmeyeceğini bilerek yaşamak; toplum bunu istiyor. Toplum, her an işinden edilecek olma hissiyatını yaşamadan yaşamak istiyor. "Acaba bir kanun hükmünde kararname çıkacak ve işimden edilecek miyim?" ruh hâliyle yaşamamak için şu anda bunu bekliyor toplum. Şimdi, buna, gerçekliğe geri dönelim; biz hep bunu söylüyoruz.

Toplum, Suriye'de ne olduğunu merak ediyor arkadaşlar, biz Suriye'de ne olduğunu açıklayamadık daha. Kaç asker öldü Suriye'de, Suriye'de ne oluyor? Biz o Suriye'ye gönderdik o insanları, niye gönderdik? Niye gönderdik? Peki, kim şu anda bunun hesabını veriyor? "Hepimiz şehit olalım, inşallah ben de şehit olayım." diye... Niye insanlar ölsün, niye? Bunun başka yolları yok mu? Biz ölümden başka bir şey vadedemiyor muyuz bu insanlara? Vadedebiliriz hep beraber.

Dediğim gibi, hep beraber, gelin, konuşalım, başka yolları da var. Bunu biz söylemiyoruz, bakın, tarih söylüyor. Açın, bakın tarihe, en yakınına bakın, Kolombiya, en yakını. Ve çıkıp şunu söylediler: "Keşke halk biz 'savaş' dediğimizde 'Önce kendi çocuklarınızı gönderin.' deseydi." Çünkü bunun acısını yaşayan ancak anlar. O, Suriye'ye gönderilen askerlerin ailesinin gündeminde başkanlık mı var? Yok arkadaşlar, bu ülkenin gündeminde böyle bir şey yok.

Gelin, gündemi konuşalım ve çözümü konuşalım. Gelin, bu Dolmabahçe mutabakatı, burada yapılamayacak hiçbir şey yok. İlla burada bir müzakere sürecinin bile devam etmesine aslında gerek yok, bunlar çok rahat uygulanabilecek şeyler, aslında bütün ülkelerde olması gereken şeyler; konuşulması, tartışılması, düzenlenmesi gereken şeyler. Yani kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvencelerini konuşsak burada çok mu kötü olur? Konuşabilmemiz gerekiyor. Ama önce toplumun, halkın gerçek gündemine dönelim.

"Millî irade, millî irade" diyoruz da, diyorsunuz da ya da, pelesenk ettiğiniz o "millî irade, millî irade" bir kesimi yok sayarak olmuyor arkadaşlar. Bir kesimin iradesi gördüğü, hatta 6 milyon kişinin -bu sadece seçmenlerdir- iradesi gördüğü eş başkanları tutuklayarak bütün toplumu kucaklamış olmuyorsunuz, onları yok saymış oluyorsunuz. Peki, bu daha ne getirir? Daha fazla çatışma getirir, daha fazla ayrılık getirir, duygusal kopuşlar getirir. Bunu mu istiyor ve bekliyoruz? Bu mu bizim umudumuz? Daha fazla ölüm olsun ki biz cenaze törenlerinde konuşalım, kınayalım. Konuşmayalım, kınamayalım arkadaşlar. Kınayarak olmuyor, çözemiyoruz. Tek tek hepimiz sırayla geçelim de kınayalım. Neyi çözeceğiz? Bir çözüm elde edebilecek miyiz bunun sonucunda? Elde edemeyeceğiz. Ama siz öyle bir anayasa tasarısı getirmişsiniz ki işte bu sorunların hepsinin ortasında bize diyorsunuz ki: "Gelin, bunun tek çözümü birini daha fazla güçlü kılmak, diğer kesimleri yok saymak." Biz de diyoruz ki, dediğim gibi: Bu yol, yol değildir.

Eğer gerçekten bu ülkede bütün toplumu kucaklayacak bir anayasa istiyorsanız, buyurun, öncelikle bu halkın iradesi kabul ettiği ve sadece milletvekili sıfatıyla yaptığı çalışmalar nedeniyle, siyaset yaptığı için, o tarafsız ve yine buraya eklediğiniz bağımsız yargı tarafından tutuklu olan milletvekilleri gelsin buraya; bütün belediyelerdeki kayyumları çekelim, gerçek hak sahiplerine iade edelim; ondan sonra gelelim, şurada, halk ne istiyor, konuşalım.

Halk gelsin, hatta gelsinler, sivil toplum örgütleri gelsin, her gün halktan biri gelsin, onlar bize ne istediğini söylesin. Halk adına manipüle edip algılar üzerinden bu tasarılarla uğraşmayalım.

Bakın, biz Genel Kurulda bunu çok söyledik ama o kanundu. Kanunu geri almak kolaydır. Bir kanun yapılır, zamanı gelir, tekrar düzeltilir. Bunu nasıl düzelteceğiz? Ondan sonra bir yüz yıl daha mı bekleyelim ya da bir darbe daha mı olmasını bekleyelim? Bir darbeci gelsin, başka bir anayasa yapsın, onu mu bekleyelim? Böyle olmuş. 1960, 1970, 1980; 1921, 1924 hariç gidin, hep böyle olmadı mı? Her gelen darbeci bir anayasa yaptı, bu da bir darbe anayasasıdır. Hatta bir darbe anayasasına bir de ek darbe anayasasıdır, başka hiçbir şey değil. Bizim de bundan bir sonuç bekleyeceğimizi, toplumun bundan mutla olacağını da beklemeyin. Dediğim gibi, hepiniz gidin ve elinizi vicdanınıza koyarak tekrar düşünün. Ne yapıyoruz, bu ülkeyi nereye sürüklüyoruz? Nereye sürüklüyoruz? Bu halkın biz temsilcileriyiz, onların vekaletini aldık, avukatlıkta böyle derler. Ama asilleri nereye sürüklüyoruz, hangi uçuruma sürüklüyoruz? Biz uyarımızı yapıyoruz. Biliyoruz, bunun sonucunda bizi de kendinizi de yakacaksınız, hep beraber yanacağız, sadece biz değil tabii, dediğim gibi, hep beraber yanacağız ama ne yaptığımızı bilelim. Bir düşünün, ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz, bu ülkeyi hangi uçuruma sürüklemeye çalışıyoruz? Bir daha düşünüp ona göre bu Anayasa değişikliğiyle ilgili olarak herkesin tek tek -her ne kadar boş sayfalara imza atmış olsa da arkadaşlar- tekrar düşünerek bu ülkenin geleceği için, bütün halkların geleceği için; kadınların, gençlerin, çocukların, Alevilerin, Lazların, Kürtlerin, Arapların, bütün halkların, bütün farklılıkların geleceği için, bir arada yaşama umudunu bitirmemek adına... Bakın, bir de halkların bir arada yaşama umudunu da tüketiyorsunuz bu uygulamalarla. Bir arada yaşama umudunu koruyacak yeni bir anayasa için gelin toplanalım burada.

Ben çok uzatmak istemiyorum, arkadaşlarımız daha detaylı zaten girecekler. Ben sadece o bütün söylenenler üzerinde bir daha... Dediğim gibi, ben bunları öylesine söylemedim, tarihe not düşsün diye de söylemedim, tutanaklara geçmesi, yüz yıl sonra birilerinin gelip "Ne demiş bunlar?" demeleri için de söylemedim. Gerçekten burada bir sonuç, bir yol bulmamız gerekiyor ve şu andaki yolumuz yol değil. Bir yol için bir daha düşünmemiz gerektiği için ben bunların hepsini sarf ettim.

Teşekkür ediyorum beni dinlediğiniz için.