KOMİSYON KONUŞMASI

LEVENT GÖK (Ankara) - Sayın Başkan, Sayın Bakan, değerli milletvekilleri, değerli basın mensupları; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sabahtan beri bir konuyu ifade etmek istedim ama pek duyulmadı. Sayın Muhammet Emin Akbaşoğlu'nun birinci gün yaptığı ve bugün de kısmen değerlendirmesine konu olan bir benzetme vardı biliyorsunuz: İşte "Yağmur yağarsa ördekler içinde yüzer. Ördek de yüzerse benim de burnuma benzer." şeklinde bir nükte yaptı kendisi, öyle ifade etti. Bugün de Sayın Akbaşoğlu, Abdülhamit'le ilgili önemli değerlendirmelerde bulundu ama benim bildiğim kadarıyla Sayın Akbaşoğlu'nun o ördek meselesi Abdülhamit'le ilgilidir ve Abdülhamit'in istibdat dönemine ilişkin olarak verilen tipik bir örnektir. Yani, Abdülhamit'in nelerden alındığına ve bu konuda konuşmaların da nasıl takip edildiğine dair bir örnektir. Ben de kısaca bir nükteyle karşılık vermek istedim.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; bu teklif 10 Aralık günü Meclise sunuldu -İnsan Hakları Günü- ve 10 Aralıktan sonra geçen on iki günlük süre içerisinde -Sayın Millî Savunma Bakanı az önce açıkladı, "El Bab'da 14 şehidimiz var." diye bilirken- 16'ya çıkan şehit sayımızla birlikte, 10 Aralıktan bugüne kadar tam 74 yurttaşımız -sivili var, askeri var, polisi var- şehit oldu, hayatını kaybetti. Bir de dünyanın büyük devletlerinden Rus Büyükelçisi hayatını kaybetti. On iki güne sığan tabloya bakın. Bu tablo içerisinde Suriye politikasının nereden nereye geldiğinin sorgulanmasının artık önümüzdeki süreçte muhakkak olduğu bir ortamda. Suriye'deki iç çatışmalar başladığında "Yanlış yapıyorsunuz, Suriye'ye, iç işlerine karışmayın. Oradaki iç işlerine müdahil olursak Türkiye'yi çok farklı anlamda tehlikeler bekler, Türkiye'yi saran olaylar bekler." denildiğinde elinin tersiyle reddeden iktidar partisinin, dün Rusya'da Türkiye ve İran'la birlikte hazırlamış olduğu Suriye Bildirisi'nde Suriye'nin seküler bir devlet olarak, demokratik ve seküler bir devlet olarak toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını destekleme kararı alması, o dört beş yıllık geçen acı sürecin sorgulanması gerektiğini bize mutlaka gösteriyor. Bugün de Sayın Bakan, Hükûmet olarak siz buradasınız ve Suriye Devlet Başkanı Esad'ın Başdanışmanı, İran, Türkiye ve Rusya arasındaki bu anlaşmayı kabul ettiğini açıkladı.

Şimdi, nereden nereye geldik değerli arkadaşlar? Dört beş yıldır Türkiye'ye sergilenen bir algı, "Yapmayın." dendiği zaman, "Siz karışmayın. Biz orada camide namaz kılacağız." derken gelinen nokta, acılar, bölünmüş bir Suriye, Türkiye'nin destek verdiği ve oluşumunda büyük ölçüde de payı olduğu bu muhalif grupların oluşturulması gerçeği, çatışmalar, yaşanan ölümler ve kayıplar Türkiye'nin izlediği politikanın ne denli tutarsız olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Sayın Bakan, tarihî bir sorumluluk altındasınız. Şimdi, çare ne? Çare... Az önce Sayın Bakanla bir konu görüştüm, Ankara Adliyesinin birçok mahkemesi içinden çıkartılıp başka yere naklediliyor. Konumuzla ilgisi yok ama Sayın Bakana bu konuyu ifade ettim. Sayın İyimaya da Ankara Barosu mensubu, ben de Ankara Barosunun mensubuyum. Doğal olarak onun da takip etmesi gereken bir konudur. Ben de doğal olarak hem mesleki açıdan hem de bir yurttaş olarak adaletin parçalanmasından duyduğum bir anlayışla... Önce iş mahkemeleri bir yere alındı, icra daireleri bir yere alındı; şimdi tüketici, asli ve sulh hukuk mahkemeleri de başka bir yere alınıyor, adalet parçalanıyor. Sayın Bakana dedim ki: Sayın Bakanım bu durumu giderelim. Sayın Bakan da -tabii, o da espri yaptı, onu da ifade edeyim- "Bana çare bul." dedi. Çareyi ben bulacaksam siz o koltuktan kalkın, ben çareyi üretirim dedim, değil mi Sayın Bakanım? Yani, çareyi iktidar bulacak elbette ki, bulmalı. Bunu niçin örnek verdim? Muhalefet söyleyecek, eleştirecek...

MEHMET PARSAK (Afyonkarahisar) - Biz önerelim, çareyi bulalım.

LEVENT GÖK (Ankara) - Çare elbette biziz, biziz ama... Tabii, Sayın Bakanın espriyle söylediği bunu, bir siyasi tartışmaya dönüştürmek istemiyorum.

Yani, şurada şunu ifade etmek istiyorum: Söylenen gerçeklerin, eleştirilerin çok olumlu payları vardır ve bugün de zaten sorunumuz budur. Bugün sadece sorunumuz muhalefetin dinlenmesi değildir, iktidar partisinin de kendi içerisinde tartışmaların olmamasından kaynaklanıyor.

Bakın, bugün Sayın Başbakanın il başkanlarıyla yaptığı toplantıyı ben de televizyondan izledim. İki konuyu değerlendireceğim sizlerle beraber. Suriye politikasıyla ilgili bir şeyi daha ifade edeyim. Bu politikalardaki yanlışlıklar o denli tutarsız ki AKP içerisinde, kimin ne söylediği belli değil. Rus uçağı düşürüldüğü zaman, o zaman Cumhurbaşkanı da, Başbakan da sahiplendi, "Emri biz verdik..." Çünkü, o zaman milliyetçi bir dalga vermek gerekiyordu. Koskoca Rus uçağına, Rusya'ya kafa tutma anlayışı öndeydi. Yarıştılar, "Emri ben verdim, talimatı ben verdim." diye. Sayın Davutoğlu da dedi ki: "Talimatı ben verdim." Cumhurbaşkanı da katıldı işin içerisine. Dün Burhan Kuzu diyor ki Sayın Ahmet Davutoğlu'na: "Ya, düşürmediğin uçağın talimatını verdiğini niçin açıklıyorsun?" diyor. Böyle garabet bir dış politika anlayışı. Ama, olaylar bizi nereden nereye getiriyor? Olaylar; çok ciddi kırılmalar ve iç siyasete yansıması, Türkiye'nin ekonomisine, insanların kaybına yol açan olaylar. Suriye'deki olaylarda bu 16 şehidimizin olmasında iktidar partisinin hiç mi sorumluluğu yok Sayın Bakan? O politikanızın hiç mi sorumluluğu yok? Yani, bunun denetlenmesi, muhalefetin sesini dile getirmesi ve bunun üzerine tartışmalar yaşandığı zaman üzerimize resmen saldırdınız, yanlış yapıyorsunuz dediğimiz zaman saldırdınız. Şimdi, Türkiye, Rusya ve İran'la, Suriye'nin seküler, demokratik bir devlet olmasını tanıdığını ifade ediyor. Günaydın Sayın Bakan! Suriye'de başdanışmanı da açıklama yapıyor, Esad'ın açıklaması, "Biz de bunu memnuniyetle kabul ediyoruz." diyor. Şimdi, ne oldu "Esad" mıydı, "Esed" miydi? "Esed" mi "Esad" olacak?, "Esad" mı "Esed" olacak? Ne olacak arkadaşlar? O ölen 16 askerimizin niçin öldüğünü bize bir iktidar partisi mensubu açıklamayacak mı bugün? Bu kadar basit mi bu ölümler? Yani, iktidar partisi her zaman yanlış yapacak ama her zaman mağdur. Var mı böyle bir şey? İktidar partisi, Türkiye'yi baş edemediği sorunlarla karşılaştıracak, sonra "Ben oradan kandırıldım, buradan kandırıldım..." Ee, peki, Rus Elçisini vuran 22 yaşındaki çocuğu CHP mi yetiştirdi, MHP mi yetiştirdi, HDP mi yetiştirdi? İlkokula başladıkları zaman Recep Tayyip Erdoğan'la tanıştılar. Gözünü açtığı zaman Recep Tayyip Erdoğan, AKP, Davutoğlu, Binali Yıldırım ve geldiğimiz nokta, bir FETÖ ilişkisi kuruluyor. Doğrudur değildir, bilmem. Bunun sahibi kim, sorumlusu kim değerli arkadaşlar? Nasıl oluyor da bu kişi geçip bir Rus Elçisine arkasından ona 11 kurşun sıkacak kadar yaklaşabiliyor, öldürüyor ve iktidar hiçbir şey olmamış gibi, yoluna devam ediyor? Sayın Başbakan, il başkanları toplantısını yapıyor. Bizim meşhur medyamız il başkanları toplantısını canlı yayınlıyor; Başbakan anayasayı anlatıyor. Cumhuriyet Halk Partili hiç kimsenin, HDP'li diğer arkadaşlarımızın hiçbirisinin, MHP'li arkadaşlarımızın hiçbirisinin anayasayı anlatma şansı yok. Bir partinin iç işinde anayasa propagandası yapılıyor, ekranın yarısında da Rus Elçisinin cenaze töreni. Tablo bu. Ya, hiç olmazsa bir saygı gösterelim. Rus Elçisinin hayatını kaybettiği bir ortamda ona bir saygı gösterelim. Bir bekleyelim, ne oluyor, ne bitiyor. Yani, çok mu acil? Başbakan nükteler yapıyor, güldürüyor il başkanlarını. Böyle bir ortamda herkes hayatından memnun. Var mı böyle bir şey arkadaşlar. Memnun mu herkes hayatından? Bu olurken Rize'de Valilik, Belediye, Atatürk heykelini bulunduğu yerden kaldırıyorlar, ondan sonra Başbakan diyor ki: "Rejim 1923'te kuruldu." Kim kurdu o rejimi? Atatürk kurdu. Sen bugün Atatürk'ün heykelini niye kaldırıyorsun? Mecliste kulisimizden kaldırdığınız o Atatürk posterini asmak için biz bir çivi ve çekiç bulamadık Meclis Başkanlığından. El koyduk duruma. Muhalefete danışmadan etmeden, sen, Atatürk'e, ki "Başkomutanlık" unvanı veren Meclistir, üstelik tam da Öğretmenler Günü, Başöğretmen Atatürk'e en büyük saygımızı göstermek için o günü seçtik zaten. Meclis Başkanlığından, Meclis Genel Sekreterliğinden bir tornavida, bir çekiç, bir çivi bulamadık. Neden bulamadık? Atatürk'ün o resmini asmak üzere. Tablo bu Sayın Bakan, övünebilirsiniz Türkiye'yle. Getirdiğiniz nokta bu. Atatürk heykeli Rize'den kaldırılıyor, Meclisten Atatürk posteri kaldırılıyor. Buna seyirci mi kalacağız biz? Bu tablo içerisinde varsa yoksa "Yetkiler artırılsın..." Şimdi, Başbakan bugün diyor ki arkadaşlarına: "Milletvekillerimizle görüştük, bazı kafası karışık arkadaşlarımız var."

Değerli arkadaşlarım, Anayasa toplumsal bir mutabakat metni. Hadi kabul ettik, CHP'ye sormadınız, başka yerlere sormadınız ama anlaşılıyor ki siz bu konuyu kendi içinizde de tartışmadınız. Yani, AKP'nin bile tam mutabık olduğu bir metin değil bu. Milletvekillerinin önlerine konmuş, imzalamışlar çaresizlikten ve şimdi gelinen noktada "Bazı arkadaşlarımızın kafası karışık. Biz bunları değiştiririz ama MHP ne der, bilmeyiz arkadaşlar." diyor. Yani, şimdi, sizin arkadaşlarınızın hani 316 tane imzası vardı da tam bir mutabakat metniydi Sayın Bakan? Sayın Başbakan diyor ki: "Arkadaşlarımızın kafaları karışık bazı maddelerde." Niye bunu siz içinizde konuşmadınız? Niye konuşmuyorsunuz? Toplumsal mutabakatı geçtik, AKP'nin kendi mutabakatı var mı? MHP'yle tam bir mutabakatı var mı? Bunlar böyle olabilir mi değerli arkadaşlarım? Siz bir yandan diyorsunuz ki: "Benim 316 milletvekilim arkamda." Sonra da bugün yaptığınız açıklamaya bakın: "Arkadaşlarımızın bazılarının kafası karışık."

Değerli arkadaşlarım, kafası karışık da... Başbakanın kafası da net değil ki, Başbakanın kafası net değil bir kere. Başbakan Magna Carta'ya bugün bir atıfta bulundu, dedi ki: "Arkadaşlar, bakın, Magna Carta'da da vardı bütçe hakkı, biz onu koruyoruz." Ve tüm anayasa çalışmasına buna indirgedi, sekiz yüz yıl önce ilan edilmiş olan Magna Carta ile şimdiki Anayasa'yı karşılaştırdı. Öyle mi durum? Durum öyle değil. Bütçe hakkını Meclise tanıyor muyuz aslında? Bütçe Meclisten geçmezse öyle bir madde yok mu? "Bir önceki yılın değerleri üzerine bir oranla bütçeye devam edecektir." Bütçe hakkını yok eden bir anlayış.

Cumhurbaşkanının yargılanmasına ilişkin konularda -Sayın Akçay az önce ifade etti ama- yine sakıncalı bir durum var değerli arkadaşlar. 301 milletvekili Cumhurbaşkanıyla ilgili soruşturmaya ilişkin bir önerge verecek, 360 milletvekili soruşturma komisyonu kurulmasını onaylayacak, 400 milletvekilinin oyuyla da Yüce Divana gidecek. Sayın Akçay kendisi de ifade etti, soruşturma açılan Cumhurbaşkanı Meclisi feshedemez. Peki, hakkında soruşturma talep edilen Cumhurbaşkanı 301 oyla Meclisin önüne geldiği zaman, soruşturma açılması talebi geldiği zaman, soruşturma komisyonu kurulmadan Meclisi feshederse ne olacak? Bence bu konularda herkesin biraz daha ciddi kafa yorması gerekiyor, hepimizin; çok tuzaklar var.

Şimdi, Magna Carta'ya geldik. Magna Carta'da, biliyorsunuz, 1215 yılında, sekiz yüz yıl önce -yani karşılaştırma tabii çok eski bir tarihî belgeyle, ilk belgeyle, anayasacılık belgesiyle yapıldığı için onları anlatmak durumundayım- bütçe hakkıyla ilgili diyor ki Sayın Bakan: "Yasalar dışında, hiçbir vergi, yüksek rütbeli kilise adamları ile baronlardan meydana gelen bir kurula danışılmadan, zor kullanarak toplanamaz." Tamam mı? 1215 yılında. Ne olacak? "Sen bir vergi alacaksan yani bütçenin gelirlerini oluşturacaksan önce bir kurul toplayacaksın." diyor, kurul. Bizde ne var? Cumhurbaşkanı bütçeyi yapar, Meclise gönderir; Meclis kabul etmezse ne olur? Ne olur Sayın Bakan? Sayın Başbakan 1215 yılındaki Magna Carta'ya dayandığı için açıklamak durumundayım. 1215 yılında, sekiz yüz yıl önce konmuş olan kurula danışılmadan karar alınamaz ilkesi karşısında siz neyi savunacaksınız? Ayrıca diyor ki: "En az kırk gün önceden krallık genel meclisi toplayacak." Buna kimi çağıracak, biliyor musunuz? "Başpiskoposları, manastırın başrahiplerini, kontları, büyük baronları, yüksek mevkideki tüm kişileri çağıracaksınız ve toplantı yapacağız bütçe hakkıyla ilgili." diyor, "Bütçe buradan çıkacak, sen tek başına karar veremeyeceksin." diyor. Bence Sayın Akçay, bu konular önemli, biraz daha bu konular üzerinde dikkatlice değerlendirmeleri -ben sizin çok yetkinliğinizi biliyorum- yapmakta yarar var. Yani, bütçe Meclisten geçmediği anda bir önceki yılın oranları üzerinden bir oran artışı yapılarak bütçe geçecek, tablo bu.

Şimdi, değerli arkadaşlar, Magna Carta sadece bunlara ilişkin değil. Magna Carta diyor ki: "Liyakattir benim için önemli olan." Biz kurmuşuz burada sulh ceza mahkemelerini, gelenin tutuklandığı ya da gözaltına alındığı bir ortamda... Bakın, Magna Carta'nın 38'inci maddesinde Sayın Şentop: "Bundan böyle hiçbir hâkim, hiçbir kimseyi doğru ve güvenilir delil olmadan dava edemez." diyor. Bizde öyle mi? Bizde şu anda yapılan uygulamalarda -itirazlarımız bunadır zaten- çoğu kişinin savcılarca ifadesi alınmadı, çoğu kişinin. Bir olayın kargaşası içerisinde insanlara yapılan birtakım hukuki müdahalelerde, bakın, Magna Carta'nın gerisinde kaldık arkadaşlar. Bunlar demokrasinin, insan haklarının bir çığlığıdır. Yani, "Magna Carta" deyip söz ettiğiniz zaman diyeceksiniz ki "Magna Carta'nın da koşullarına uyacağım." Bakın, Magna Carta başka ne diyor liyakat konusunda? "Yasaların bilinmeyen ve bu yasalara tümüyle uyacağına kanaat getirmediğimiz kişileri hâkim yapmayacağız." Oldu mu size? Oldu. Sulh ceza hâkimlerine bir bakın, hepsinin AKP'yle mutlaka bir geçmişi ya da iktisabı vardır değerli arkadaşlar. Sulh ceza hâkimlerinin çoğunun Facebook'tan Cumhurbaşkanına, Başbakana attığı övgü dolu sözleri anlıyoruz. Nerede tarafsızlık? Nerede bağımsızlık? Yok. "Magna Carta" dediğiniz zaman, bir kere duracaksınız, hem de bin defa düşüneceksiniz Sayın Başkan, değerli milletvekilleri ve Sayın Bakan.

Şimdi, gelinen tabloda anayasalardaki Cumhurbaşkanı-Başbakan ilişkilerine değinildi ve anayasaların da Cumhurbaşkanı-Başbakan ilişkilerini tanzimine dönük örnekler verildi değerli arkadaşlar. Değerli arkadaşlarım, Sayın Başkanım, Sayın Bakanım; bakın, sizlerle bir anekdotu paylaşmak istiyorum. Türkiye'nin yetiştirdiği en ünlü profesörlerden Prof. Tarık Zafer Tunaya'nın gözleri Paris'te bir müzeyi gezerken küçük bir kitaba takılır. Birazdan eğilir, bakar kitaba, 1791 Fransız Anayasası'dır. Eserin biraz daha altına baktığında okuduğu şu cümle kanını dondurur Tarık Zafer Tunaya'nın: "Bu kitap insan derisiyle kaplanmıştır." 1791 Fransız Anayasası'nın müzede sergilenen orijinali; "Bu kitap insan derisiyle kaplanmıştır." Bu söz bize hürriyet savaşlarının derinliğini, uzunluğunu, "özgürlük" denilen şeyin bedava olmadığını o kadar anlamlı anlatıyor ki. Hür yaşamanın bedeli açıkça görülüyor. Bu mücadeleler yani hürriyete ilişkin mücadeleler... Hangi hürriyete? Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki yetkileri düzenleyenler değil, fert fert, herkesin iktidara karşı, iktidar erkini elinde tutanlara karşı haklarını savunan ve iktidarın gücünü sınırlayan, denetleyen metinlerdir anayasa metinleri değerli arkadaşlarım. Anayasalar Cumhurbaşkanının nasıl kotarılacağını, Başbakanla ilişkilerini düzenlemek durumunda değil; yurttaş olarak, benim bir Levent Gök olarak, Bülent Tezcan olarak, Mustafa Balbay olarak hukukumuzu korumak durumundadır anayasalar. Herkesin ismini söyleyebilirim. Yani, anayasalar Cumhurbaşkanı ile Başbakanlık ilişkileri üzerine tanzim edilen metinler değildir, fertlerin haklarını koruyan ve güvence altına alan metinlerdir. Bu mücadeleler bizi günümüzün demokrasi platformuna taşımıştır. Amaç, insanın insan olmak onuruyla birtakım haklara ve hürriyetlere sahip bulunduğunu kabul etmektir. İnsanın içinde serbestçe hareket edeceği bir alan vardır, bu hakları ve alanı iktidar onlara vermemiştir. O, onlara doğuştan insan olduğu, insan olarak doğduğu için verilmiştir. Yönetenler bu hakları tanımakla, korumakla ve geliştirmekle ödevlidir. Fert fert, kitle kitleye yapılmış olan bütün ihtilallerin ortak amacı bu fikirlerde toplanmıştır.

Tarihin bize sunduğu iktidar türleri vardır; krallar, emirler, sultanlar. Onlar yurttaşların haklarını bir bahşiş, bir ulufe saymışlardır. Ne demektir insan hakları, ne demektir hürriyetler? Ancak onların dağıttığı oranda hak sahibi olunabilirdi, insanlar birer kuldular, hak istemeye hakları yoktur, görevleri iktidarın yüceliğini ve gücünü artırmaktır; o kadar. İşte, bu fikirlerle savaşılmıştır. Bütün özgürlükçü ihtilallerin amacı, bu otoriter kuralları yıkmak, bu yolda elde edilmiş sonuçlara yeni gelişmeler eklemek olmuştur. Hürriyet mücadelesi, insan derisiyle kaplı anayasalar içinde bizi bugün de devam eden uzun bir gelişim çizgisi içerisinde izlemiştir. Yani, sonuç: Devlet, bireye karşı korunmayacaktır; birey, devlete karşı korunacaktır. Devlet, bireyin hak ve özgürlükler alanına girmeyecektir. Bizim anladığımız anayasacılık anlayışı budur Sayın Başkan, Sayın Bakan.

Bu konuda Türkiye örnekler yaşadı. Cumhuriyet kuruldu. Eleştirir iktidar partisi çevreleri "Tek parti, tek parti, tek parti; İsmet İnönü şöyle yaptı, İsmet İnönü böyle yaptı." Sayın Başkan, Sayın Bakan; konuşuldu, dinlediniz ama bir kere de benden dinlemekte yarar var. Son sözlerimi de toparlıyorum Sayın Başkan, Komisyon üyesi arkadaşlarımın sürelerini de aşmak istemiyorum.

30/11/1947 tarihli Cumhuriyet Halk Partisinin 7'nci büyük kurultayı. Cumhuriyet kurulmuş. Cumhuriyet kurulmadan önce Birinci Dünya Savaşı, sonra İkinci Dünya Savaşı, dünyada her türlü otoriter eğilimler var, faşizm var, Hitler var, Mussolini var, Stalin var; böyle bir coğrafyadan geçiyoruz. Türkiye sarılmış, kuşatılmış ve Cumhuriyet Halk Partisi, devlet bu olayları aşmış o anda, 1947 yılında kurultay yapıyor değerli Başkanım, tüzük kurultayı. Tutanakları getirdim arkadaşlar, ibret olsun diye hepinize gösteriyorum, arzu eden bütün arkadaşlarıma, AKP'li arkadaşlarıma da veririm. Bir teklif geliyor tüzüğe, diyor ki madde 73 tüzükle ilgili: "Parti genel başkanı Cumhurbaşkanı seçilmiş olduğu takdirde, bu vazife üzerinde bulunduğu müddetçe genel başkanların bütün yetkileri ve sorumlulukları genel başkan vekiline ait olur." Cumhuriyet Halk Partisinin pek çok milletvekili İnönü'ye bir kuşatma uyguluyorlar "Bizi bırakma, sen bir millî şahsiyetsin, kal başımızda. Hem partinin başında kal hem de Cumhurbaşkanlığında kal." diyor. İnönü -tutanaklara geçiyor arkadaşlar- aynen şu sözü söylüyor: "Ben devletin başında kaldıkça hususi bir hizmette, bir parti başkanlığında bulunamam. Memleketin menfaatine muvafık olmayan bir hususu bana teklif etmeyin." İnönü, gelen Cumhuriyet Halk Partili milletvekillerine bunları söylüyor. Ne zaman söylüyor? Yetmiş yıl önce.

ABDULHAMİT GÜL (Gaziantep) - Sayın Gök, kim seçiliyor?

LEVENT GÖK (Ankara) - Bir saniye, bir saniye, bir şeye geliyorum.

Bakın, İnönü Cumhurbaşkanı olduktan itibaren bırakacak ama, tüzüğe bu hükmü getiriyor.

MUHARREM ERKEK (Çanakkale) - Tek parti dönemine mi dönmek istiyorsunuz?

LEVENT GÖK (Ankara) - Sayın Gül, bakın, İnönü çıkıyor, diyor ki aynen şu sözleri söylüyor Sayın Başkan: "Artık rüşte vardınız, bundan sonra kendi kendinizi idare ediniz. Kendi kumandanınızı -yani başkanınızı- seçmeye mecbursunuz. Ben büyük ordunun -yani milletin- başına geçiyorum." diyor.

BAŞKAN - Bırakmıyor, bırakmıyor; seçiliyor.

BÜLENT TEZCAN (Aydın) - Seçilsin, İnönü'yü genel sekreter yapıyorlar, yetkilerini alıyorlar.

LEVENT GÖK (Ankara) - Seçilsin, fark etmiyor. Cumhurbaşkanı olduktan sonra bırakıyor ama.

Şimdi, bakın, ondan sonra Behçet Kemal Çağlar bakıyor ki durum kritik, İnönü kararlı, bir önerge daha getiriyor. "Hiç olmazsa parti genel başkanı Cumhurbaşkanı seçilmiş olduğu takdirde -bunlar tanzim edilmiş yani uygulanmış aşamalar- fahri başkan olarak kalsın." diyor Behçet Kemal Çağlar'ın önergesi. Buna doğru düzgün, Behçet Kemal Çağlar'ın dışında bir tek kişi rıza göstermiyor yani Behçet Kemal Çağlar da İnönü'den yana tavır koyarak "Hiç olmazsa fahri genel başkan ol." diyor, onun önergesi reddediliyor değerli arkadaşlarım.

Şimdi, doğal olarak...

BAŞKAN - Fakat, seçim sonucu var bir de.

LEVENT GÖK (Ankara) - Bir saniye, bakın ben size tarihî tutanakları açıklıyorum yani Cumhuriyet Halk Partisi, İsmet İnönü, tek parti dönemi nelere Türkiye'yi taşımaya hazırlanıyor, neler yapmaya çalışıyor. Yani, bugün gelinen noktada "Cumhurbaşkanından biz yine bir parti genel başkanı oluşturursak" fikrinin yetmiş yıl önce de tartışılmış olduğunu ve o zaman tek adam diye eleştirilen Cumhuriyet Halk Partisi ve İsmet İnönü'nün yapmış olduğu tavırların zabıtlarda, tarihte kalıcı bir şekilde nasıl yer aldığını anlarsınız.

Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; arkadaşlarımız konuları tartışacak ama bugün gelinen noktada Türkiye'nin geriye gitme lüksü yoktur. Evet, 1921 Anayasası koşullar içerisinde bir Meclis Hükûmeti, 1924 Anayasası koşullar içerisinde, 1960 Anayasası, 1982 Anayasası... Ama şimdi dünya neye doğru evriliyor? Dünya, insan haklarının, temel hak ve hürriyetlerin daha da genişlediği alanlara, iktidarın daha da fazla denetlendiği, hesap verdiği bir ortama evriliyor. Yani, Amerika bunu yaptığı için işte başkanlık sistemi orada geçerli ve tek örnek olarak duruyor. Ta iki yüz otuz yıllık bir geçmişten kaynaklanan koloniler, eyaletler ve eyaletleri birleştiren bir başkanlık sistemi. Bizimkinin aslında başkanlık sistemiyle de tarif edilmesi söz konusu değil. Tam bir otoriter kayış: Kanun hükmündeki kararnamelerle ülkeyi yönetmek, Mecliste Cumhurbaşkanıyla ilgili soruşturma açılmasını neredeyse imkânsız hâle getirmek, bütçe hakkını ortadan kaldırmak, Meclisi ortadan kaldırmak. Şimdiki sistemimizde Cumhurbaşkanının Meclisten çıkan kanunları veto etme yetkisi var ama şimdi getirilen tabloda Meclisin Cumhurbaşkanının veto ettiği bir kanunu tekrar geçirebilmesi için bir kere salt çoğunluk gerekiyor değerli arkadaşlarım, böyle bir şey olabilir mi? Yani, fiilî, bir Cumhurbaşkanının istediği doğrultuda kanun çıkarma anlayışı.

Başbakan... Başbakanımız nasıl bugün gülerek anlatıyor, bilmiyorum. Kendisini lağveden bir anlayışı bir Başbakanın bu kadar gülerek il başkanlarına, topluma anlattığı herhâlde başka bir ülke yoktur. Yani, böyle bir tablo olabilir mi? Başbakanlık elden gidiyor, Başbakanlık kalkıyor, Başbakan bir de şunu söylüyor...

ABDULHAMİT GÜL (Gaziantep) - Mesele başbakanlık değil, ülke meselesi.

LEVENT GÖK (Ankara) - Bakın, bakın, ülke meselesi dediğiniz anda sizin on dört yıldır iktidarda olmamanız gerekirdi. Başbakan diyor ki: "Sorunlar çıkıyor." Nedir o sorunlar, bir bilelim arkadaşlar, nedir o sorunlar? Sayın Binali Yıldırım ile Sayın Recep Tayyip Erdoğan hangi sorunları yaşıyor? Neler yaşadınız? Neler oluyor? Şimdi, dolayısıyla bir başbakanın kendi makamını, kendi tüzel kişiliğini, kurumunu kaldıran bir anlayışı savunan bir anlayışı da ben dünyada hiçbir yerde görmedim ama eğer siz sözlerinize Magna Carta ile ilgili başlarsanız, bu Magna Carta'yı da ben Başbakana gönderme kararlılığı içerisindeyim. Hiç olmazsa, sekiz yüz yıl önce ne yapılmış, şimdi neler yapılmak isteniyor; bunları hepimiz tekrar bir gözden geçirelim, soğukkanlı olalım, meseleleri tartışalım değerli arkadaşlar, tartışalım ama bir dayatma kültürü içerisinde değil.

Toplum, bilgilenme hakkını mutlaka kullanmalı Sayın Bakan. Siz televizyona ne kadar çıkıyorsanız biz de o kadar çıkmalıyız. Hodri meydan! Başbakan ne kadar çıkıyorsa, Başbakanın İl Başkanları Toplantısında yaptığı konuşma bütün televizyon kanallarından nasıl veriliyor ve Başbakan anayasayı anlatıyorsa biz de anlatalım; var mısınız buna, var mısınız? Bize de tanıyın televizyonların, radyoların, medyanın o kamuoyu oluşturma yönündeki bizim çabalarımıza yer verme rolünü. Bir yerde Recep Tayyip Erdoğan konuşacak iki saat, ardından Binali Yıldırım konuşacak bir saat, Sayın Bakan Bozdağ konuşacak bir saat, diğer bakanlar konuşacak, onlar konuşacak; biz konuşacağız beş dakika, ötekiler konuşacak bir dakika, bununla biz toplumsal mutabakat... Bundan toplumsal mutabakat çıkmaz değerli arkadaşlarım; bundan kaos çıkar, bundan Türkiye'nin... Gerçekten üzüldüğüm bir nokta; bu kadar terör olaylarının yaşandığı, olağanüstü hâl hükümlerinin uygulandığı bir ortamda toplumun daha da kutuplaşması, birbiriyle selamı keser hâle gelmesi çıkar.

"Çare nedir?" diye soruyorsunuz. Çare bu Sayın Bakan. Hiç olmazsa bunda sözümüzü dinleyin. Adliyenin taşınmasında belki dediğimizi yapmayacaksınız ama -benim önerim de var o konuda size, nasıl adliye kurtulur- Türkiye'nin kurtuluşu konusunda, hiç olmazsa burada söylediğimiz, son derece iyi niyetli, son derece gerçekçi, tarihsel gerçekler ışığında yaptığımız değerlendirmeleri dikkate almanızdır. Yapılacak hataların bedelini... Biz biliyoruz, daha sonra siz diyeceksiniz ki: "Kandırıldık, aldandık." ama bu toplum bu bedeli ödüyor. Aynı hatayı 2010'da yaptınız. "Yapmayın bu Anayasa değişikliğini." dediğimiz zaman gittiniz. O Anayasa değişikliğiyle şekillenen HSYK bugün baş edemediğiniz FETÖ'nün en önemli organı hâline geldi. Daha hâlâ ne olacak, ne bitecek bilmiyoruz.

O polisin oraya nasıl geldiğini bilmek istiyoruz Sayın Bakan. O polis Rus Elçisini nasıl vurdu? Kim yetiştirdi bunu? Nereden çıktı bu polis? Hangi duygularla yetiştirildi, hangi fikirler kendisine verildi? Nasıl yetişti? Bunun hesabını herhâlde vermek durumundasınız.

Tarihî bir sorumluluğun arifesinde, umarım bu söylediklerimiz dinleniyordur, akıllarda, belleklerde kısmen de olsa yer ediyordur ama biz bunu anlatmaya da devam ederiz. Türkiye'nin hata yapma lüksü olmadığını sizlerin de en az bizim kadar bilmeniz gerekir.

Bu Anayasa teklifinin konuşulacak daha çok yönleri var ama şimdilik ben sözlerimi burada Sayın Başkana da teşekkür ederek sınırlayayım.

Hepinize saygılar sunuyorum.