| Komisyon Adı | : | ANAYASA KOMİSYONU |
| Konu | : | Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi(2/1504) |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 22 .12.2016 |
ERKAN AKÇAY (Manisa) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın milletvekilleri, değerli basın mensupları; muhterem heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Bir süredir ülkemizin gündeminde olan Anayasa çalışmaları ve değişiklik paketi üzerinde genel bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Öncelikle, bu Komisyon çalışmalarının başarıyla sürmesini ve gerçekleşmesini, ülkemize hayırlar getirmesini temenni ediyorum.
Konuşmama başlarken de Sayın Tezcan'ın ifadeleriyle ilgili olarak, tabii, bugün basına düşen ve Sayın Başbakana atfedilen konuyla ilgili, biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak eğer bize bu konuda resmî bir görüşme söz konusu olduğunda ancak bunun bir değerlendirmesini yapabiliriz. Şimdilik o konuda söyleyeceklerim bunlar değerli arkadaşlar.
Şimdi, ülke olarak ekonomik, siyasi ve dış politika açısından ağır şartlardan geçiyoruz. Sorunlarımız birikiyor ve bu sorunlar biriktikçe de ağırlaşıyor. Milletçe ve Türkiye Cumhuriyeti olarak önümüzü görebilmemiz ve bekamızı emniyet altına alabilmemiz ve tehlikeleri bertaraf edebilmemiz için hepimizin dikkatli, özenli ve sorumlu davranması gereken günlerdeyiz.
Ülkemiz birçok cepheden saldırı altındadır ve operasyonlar birbiri ardı sıra sahneye konulmaktadır. Ancak, Türkiye'nin sahipsiz ve çaresiz olmadığını göstermemiz gerekmektedir. Elbette, Türkiye üzerinde hesap yapanlar başarısız olacaktır. Ancak, biz milletvekilleri olarak bu zor günlerde takınacağımız tavırlarımızla tarihe birer not düşeceğiz. Milliyetçi Hareket Partisi Türkiye'nin içinde bulunduğu ağır şartları dikkate alarak taşıdığı sorumluluğun bilincindedir. İşte bu şartlarda Anayasa değişikliği teklifinin görüşmelerini yapıyoruz.
Değerli milletvekilleri, bilindiği üzere, ülkemizde anayasacılık hareketi 1876 yılından başlayıp Millî Mücadele yıllarında yapılan 1921 düzenlemeleri, cumhuriyetin ilanından sonra ise 1924, 1961 ve 1982 anayasalarıyla devam eden köklü bir geçmişe sahiptir. Bu anlamda, anayasa yapma tecrübesi olan bir milletiz. Ancak, bu anayasaların daha çok zor dönemlerde yapıldığı, kimi zaman tepeden, anayasaların en önemli özelliği olan toplumsal mutabakat olmadan yapıldığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz. Özellikle her on yılda bir gerçekleşen darbeler, askerî müdahalelerle siyasi süreçler sürekli tıkanmış, demokrasiye yapılan müdahalelerle anayasal demokratik sistemimiz bu süreçlerden olumsuz etkilenmiştir. Böylece, toplumsal gerçeklikten kopuk, meşru iktidarların sık sık görevden uzaklaştırıldığı darbeler sonucunda yapılan anayasalarla toplumumuz yönetilmek durumunda kalmıştır. Oysaki anayasalar, hepimizin bildiği gibi, devletin kurucu belgeleri ve birer toplum sözleşmesi olmak durumundadır.
Anayasayla toplum ortak iradesini, nasıl bir devlet istediğini, kendisi ile devlet arasındaki ilişkilerini hem hukuki hem de siyasi bir metin olarak deklare eder. Batı'daki anayasacılık hareketleri toplumların temel yapılarındaki bir değişikliğin ve dinamiklerin sonucu olarak ortaya çıktığı hâlde bizde daha çok bir avuç öncü aydın, asker ve bürokratın çökmekte olan devleti ve ülkeyi kurtarmak için düşünebileceği çare olarak karşımıza çıkmıştır. Bu anlamda, tarihe baktığımızda, padişah yetkilerinin sınırlandırılması ve bir ölçüde denetlenmesi anlayışı modern anlamda 18'inci yüzyılın sonu itibarıyla III. Selim döneminde meşveret meclisleriyle başlamıştır. Türkiye'de Magna Carta'ya benzer anlamda ilk ciddi iktidar paylaşımı ve hükûmet denetimiyse 1808'deki Senedi İttifak'la karşımıza çıkar. Bu belgeyi sırasıyla Tanzimat Fermanı (1839) ve Islahat Fermanı (1856) izlemiştir. Kanuni Esasi'yse modern anlamda ilk Anayasa'mız olarak 1876 yılında yürürlüğe girmiştir. Bu dört metin Türkiye'nin anayasal hayata geçişini başlatan en önemli belgelerdir. Bu metinlerin hukuk anlamında ortak özelliği iktidarın tabana yayılmasıdır ve sınırlandırılmasıdır. İktidarın bir zümreyle değil, milletle paylaşılması gerektiği; "memaliki ali Osmani" değil, "memaliki ali millî" olması bu metinlerin ana fikridir.
Yine, bu metinlerin ortak gayretinin hukuk ve iktidar gücünün paylaşılması ve sınırlandırılması olduğu açıktır. Malum 1908 hareketiyle bu mücadele daha da ileriye taşınmış, istibdada karşı öncü aydınlar ciddi bir mücadeleye girişmiştir. Parlamentoya karşı sorumlu hükûmet yani parlamenter sistem 1908 Anayasası'yla gelmiştir. Mütareke yıllarının ardından 1921 Anayasası'yla tarihimizin iki anayasalı dönemi yaşanmıştır. Yani, gerek 1876 Anayasası gerekse 1921 Anayasası düzenlemeleri 1924'e kadar yürüklükte kalmıştır.
1921 ve 1924 anayasaları günümüz anlamında demokrat anayasalar gibi değerlendirilmese de kendi dönemi içinde oldukça ileri çağdaş metinlerdir. Zira, hanedanlığın kaldırılması, tebaalık yerine vatandaşlığın getirilmesi, hukukta tek tipliğin ve eşitliğin hâkim kılınması demokratik anayasa anlamında önemli hükümlerdir. Bu manada, 1921 ve 1924 anayasalarıyla saltanat, aile yönetimi hukuken kalkmış, millî egemenlik anayasanın merkezine oturmuştur.
Malumunuz olduğu üzere bundan sonraki anayasalar maalesef darbe anayasaları olarak tarihe geçmiştir. 1960 Anayasası ve bugün tartıştığımız 1982 Anayasası askerî darbeler sonucunda dikte ettirilmiş anayasalardır. Bugün üzerinde değişikliği konuştuğumuz 1982 darbe Anayasası yürürlüğe girdiği günden bu yana çok tartışılan bir anayasadır. Anayasa tartışmalarına bakıldığında, temel hak ve hürriyetlerin düzenlenmesinin yetersizliği, anayasada demokratik olmayan hükümlerin yer aldığı eleştirileri ve 1982 Anayasası'nın değişen toplum yapısına cevap veremediği gibi konular önemli yer tutmaktadır. Bu nedenle, 1995, 2001, 2004, 2007, 2010 yıllarında yapılan değişikliklerle yaklaşık 100 maddede tadilata gidilmiş, bu yöntemle 1982 Anayasası'nın pek çok maddesi yenilenmiştir.
Ancak geldiğimiz nokta itibarıyla bunlar da yeterli olmamış, yürürlüğe girdiği tarihten günümüze kadar geçirmiş olduğu çok sayıda değişikliğe rağmen vesayetçi ve otorite yanlısı dokusunu koruyan 1982 Anayasası yerine yeni bir anayasanın yapılması konusunda bütün partiler seçim dönemlerinde vaatte bulunmuşlardır. Biz de bu Parlamentoda millî, üniter yapıyı sürdüren, Türkiye gerçeklerinin filtresinden geçmiş özgürlükçü temel insan hakları düzenlemeleriyle ülkeyi rahatlatacak yeni bir anayasa yapımının içinde olacağımızı sürekli deklare ettik.
Yine, Anayasa'nın ilk dört maddesinde anlam bulan esasları güçlendirecek, özgürlükleri esas alacak ve demokratik standartları yükseltecek toplum sözleşmesi niteliğinde bir anayasa yapılmasını zaruri gördüğümüzü sürekli ifade ettik. Millî ve demokratik nitelikte bir anayasanın mümkün olabildiğince geniş bir uzlaşmaya dayanmasını, genel sınırlama hükümlerinden daha çok genel koruma hükümlerine yer vermesini ve özgürlükleri esas almasını, kuvvetler ayrılığı ilkesini, demokratik hukuk devletinin hayatiyet kaynağı ve yaşam sigortası olarak gördüğümüz devletin üç temel fonksiyonu olan yasama, yürütme ve yargının görev ve yetkilerinin en rasyonel şekilde dengelenmesini ve bunların uyumlu bir şekilde icra edilmesini sağlayacak bir anayasanın zaruri olduğunu dile getirdik. Bu yüzden toplumsal mutabakatla oluşturulacak anayasa komisyonlarının içinde olacağımızı ve milletimizin arzu ettiği yeni bir anayasayı milletimize sunacak her türlü adımı destekleyeceğimizi deklare ettik.
Sayın Genel Başkanımız, Anayasa çağrısını 23'üncü Dönemden itibaren ilk gündeme getiren siyasi parti lideri olmuştur. 23'üncü Dönemin başında, 2 Ekim 2007 tarihinde grup toplantımızda yapmış olduğu konuşmalarında şöyle demiştir: "Demokratik anayasal düzen, tek odaklı, tek hedefli, tek merkezli çıkar gruplarının veya iktidar sahiplerinin vehmettiği güçlerin yerini yalnızca millet iradesinin aldığı rejimin adıdır. Anayasa herhangi bir siyasal hareketin ve bir partinin değil milletimizin ve Türkiye'nin anayasasıdır. Yapılacak anayasa bir partinin değil bütün milletindir. Teklifi millet adına sorumlu organları yapacak ve olgunlaştıracak, Yüce Meclis son şeklini oluşturarak ve aziz milletimiz karar verecektir. Anayasalar mukaddes metinler değillerdir, değişime ihtiyaç gösterebilirler. Nitekim, günümüzde de bir önceki anayasanın yetersiz kaldığı ve yeni yasaların hazırlanması gerektiği konusu, toplumun her kesiminin üzerinde ittifak ettiği bir husustur. Kısaca, değişen toplumun ihtiyaçları anayasanın değişmesini ihtiyaç hâline getirmiştir.
Milliyetçi Hareket Partisine göre anayasamız, millî ve üniter devletin temeli olan hâkimiyetimilliyenin yerleşmesine ve yaygınlaşmasına imkân vermelidir. Kısacası, yüce Meclisin temel harcını oluşturan 'Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.' ilkesinin hukuki alanda en üst dayanağı Anayasa'dır. Bu yaklaşım siyasetimizin ve milliyetçiliğin kaçınılmaz bir gereğidir."
Öte yandan Sayın Genel Başkanımız aynı konuşmasında "anayasa hazırlık ve uzlaşma komisyonu" kurulmasını da önermiştir. Tarihi tekrar hatırlatma gereği duyuyorum: 2 Ekim 2007. Anayasa hazırlık ve uzlaşma komisyonu kurulması önerildi.
24'üncü Döneme gelindiğinde, anayasa konusunda ilk çağrı yine Milliyetçi Hareket Partisinden gelmiştir. Sayın Genel Başkanımız 24'üncü Dönemin ilk grup toplantısında, 4 Temmuz 2011'de yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullanmıştır: "2007 yılından beridir millet olarak maruz kaldığımız anayasa gerilimi bitirilmeli, Türk milletinin kardeşlik bağlarını tahkim edecek hukuki çerçeve bütünlük içinde mutlaka hayata geçirilmelidir. Geniş bir mutabakat ölçeğinde hazırlanmasının yerinde olacağı anayasaya hiç kimse şimdiden farklı anlamlar yüklememelidir. Parti olarak, Anayasa'nın 1'inci maddesinde anlamını bulan 'Türkiye Devleti Cumhuriyettir' ifadesinden, 2'nci maddesinde yer bulan 'Türkiye Cumhuriyeti'nin, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti' olduğuna yönelik ilkeden, 3'üncü maddesinde tanımlanan; 'Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.' 'Dili Türkçedir.' 'Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.' 'Millî marşı İstiklal Marşı'dır.' 'Başkenti Ankara'dır.' tarihî kararlılığından asla taviz vermeyeceğiz, geri adım atmayacağız. Kim ne yaparsa yapsın, bu millî yeminlerin bizim tarafımızdan müzakere edilmesi dahi mümkün değildir." demiştir.
Bu nedenledir ki, hatırlarsınız, siyasi partilerimiz 24'üncü Yasama Döneminin hemen başında Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanının Başkanlığında ilgili akademisyenlerle yapılan bir toplantının ardından Mecliste grubu bulunan bütün siyasi parti liderlerinin verdiği destekle bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmuştu. Bu dönemde Anayasa Uzlaşma Komisyonu için ilk çağrıyı Milliyetçi Hareket Partisi yapmıştır. Meclisteki tüm siyasi parti gruplarının eşit sayıda katılımıyla kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu ilk toplantısını da 19 Ekim 2011 tarihinde yapmıştı. 2012 yılı sonuna kadar tamamlaması planlanan komisyon çalışmaları bizce sürpriz olmayan bir şekilde Adalet ve Kalkınma Partisinin komisyon çalışmalarını terk etmesi üzerine başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Yine, 1 Kasım 2015 Seçimleri sonrası oluşan Parlamentoyla birlikte yeni bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmuş ancak bu komisyon masası da Sayın Meclis Başkanının yanlış tutumu ve Cumhuriyet Halk Partisinin 3'üncü toplantı sonrası masadan çekilmesiyle Adalet ve Kalkınma Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi tarafından dağıtılmıştır. Böylece, yeni bir anayasa yapma umudumuz da her iki partinin bu uzlaşmaz tutumları sebebiyle ortadan şimdilik kalkmıştır. Ancak, özellikle, 2007 referandumuyla birlikte Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine dönük anayasa değişikliği sonucu oluşan tablonun oluşturduğu belirsizlik sonunda ortaya çıkan fiilî durum nedeniyle sistemik bir sorun olmayı sürdürmüştür.
10 Ağustos 2014 tarihinde Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle birlikte anayasal yetki ve sınırların devamlı olarak ihlal edildiği de cümlemizin malumudur. Bu 10 Ağustos 2014 referandumuna giderken de bugünkü yaşanacak tartışmaların pek çok siyasi aktör, aydın ve uzman tarafından dile getirildiğini de hatırlamamız gerekir.
Cumhurbaşkanının yasalara ve Anayasaya uymak mecburiyetinde olduğunu, hiç kimsenin kendisini hukukun önünde ve üstünde göremeyeceğini, hepsinden önemlisi, yürürlükteki Anayasa'nın 6'ncı maddesindeki hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağını Milliyetçi Hareket Partisi olarak ifade ettik. Bu kurallar ihlal edilirse, yasa ve Anayasa açıkça yok sayılırsa, en başta devleti ayakta tutan dinamiklerin laçkalaşacağını, ardından da toplumsal huzur ve asayişin temelinden bozulacağını dile getirdik. Türkiye'nin yeni bir toplum sözleşmesine ihtiyacı olduğunu, bilhassa 15 Temmuzdan sonra bu ihtiyacın acil bir hâl aldığını belirttik.
Hiç kimse 15 Temmuz yaşanmamış gibi hareket edemez. 15 Temmuz hadisesiyle Türkiye derin bir deprem yaşamıştır. Artçı sarsıntılar hâlen ve maalesef devam etmektedir. İşte, bu nedenle, özellikle 15 Temmuzdan sonra bambaşka bir Türkiye tablosuyla karşılaştığımızı, çok yüksek risk ve tehditlerle boğuşmak durumunda olduğumuzu, devletin başında yaşanan bu hukuksuzluğun fiilî duruma dönüşmüş olmasının bir devlet kaybına dahi neden olabileceğini vurguladık. Devletin başındaki bu durumun maliyetinin daha da büyümeden bir çözüme kavuşturulması gerektiğini ifade ettik.
Erkler arasında ve yürütme erkindeki hiyerarşik yetki aşımı ve çatışması ve sorumluluk boşluğu ekseninde yaşanan sorunların, Anayasa'dan kaynaklanan görev ve yetkilerle sınırlı hareket edilememesi sonucunda devletimizin daha vahim durumlarla karşılaşabileceğini belirttik.
Görüşmekte olduğumuz Anayasa Değişiklik Teklifi'nin en dikkat çekici düzenlemelerinden birisi, Cumhurbaşkanının yetki ve sorumluluk dengesidir.
1982 Anayasası, 12 Eylül darbesini gerçekleştiren Kenan Evren'in, oluşturulan yeni sistemde Cumhurbaşkanı olmayı tercih etmesiyle Cumhurbaşkanına geniş yetkilerin tanındığı, ancak bu yetkilere rağmen Cumhurbaşkanı için neredeyse hiçbir sorumluluk öngörmeyen bir Anayasa olmuştur.
Nitekim, 1982 Anayasası'nın en uzun ve kapsamlı maddesi, Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini düzenleyen 104'üncü maddesidir. Cumhurbaşkanına bu kadar geniş yetkiler tanıyan Anayasa'da Cumhurbaşkanı için öngörülen yegâne sorumluluk ise Türkiye Büyük Millet Meclisinin dörtte 3 gibi ulaşılması güç bir çoğunlukla ve sadece vatana ihanet suçlamasıyla Yüce Divan yargılamasıdır.
Önemle vurgulamak gerekir ki Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğu için gereken dörtte 3 gibi çok yüksek çoğunluk bulunabilse bile, vatana ihanet suçunun düzenlendiği Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun kaldırıldığı 12 Nisan 1991 tarihinden itibaren, Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğunun suç tipi bakımından ortadan kalktığı ve böylece Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğunun imkânsız hâle geldiği bize göre açıktır, ancak böyle tartışmalar vardır.
2007 yılından itibaren konu bir başka boyutuyla daha tartışılmaya başlanmıştır. 2007'deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan ve kamuoyunda "367 krizi" olarak bilinen hukuk krizi, Anayasa Mahkemesinin vermiş olduğu kararla tescillenmiş ve bunun üzerine, bu nedenle, bu gerekçeyle gerçekleştirilen Anayasa referandumuyla Cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesi kabul edilmiştir. Böylece, geniş yetkilerine rağmen neredeyse hiç sorumluluğu bulunmayan Cumhurbaşkanlığı kurumu, meşruiyet açısından da orantısız olarak-güçlenmiştir.
Meşruiyet karmaşası, 2014 yılında doğrudan halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın seçildiği günden itibaren ortaya koyduğu siyasi tutum ve davranışlarıyla, fiilî durum tartışmaları da artarak devam etmiştir. Sadece bu Sayın Erdoğan dönemine ait de değildir, geçmiş dönemlerden bazı örnekleri de biraz sonra vereceğim.
Böylesi bir sürecin sonunda, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli, 11 Ekim 2016 tarihli grup toplantısında, "Konu önemlidir, çünkü sistem tartışmaları siyaseti tıkarsa rejim krizine dönüşebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti'nin beka mücadelesi verdiği bugünlerde, siyasi iktidarın ve devletin en tepesinde bulunan Cumhurbaşkanının hukukla ters düşmesi, geleceğimiz açısından çok mahzurlu, çok tehlikelidir." şeklindeki tarihî uyarılarıyla, "Türkiye çok ciddi bir beka sorunuyla karşı karşıyadır. İç ve dış güvenlik sorunları giderek ağırlaşmakta, vatanımızı içine alan husumet çemberi giderek daralmaktadır. Bu kuşatmayı kırmak, ülkemizin huzuruna ve güvenliğine kasteden risk ve tehditleri ortadan kaldırmak hepimizin temel önceliği olmalıdır. Millî birlik ve beraberliğin titizlikle korunması gereken bir dönemdeyiz. Kemikleşmiş ön yargıları ve kısır çekişmeleri bir kenara bırakmalıyız. Vatan ve millet sevdasıyla hareket edebilme basiretini muhakkak surette gösterebilmeliyiz. Türkiye hepimizindir, hepimizin ortak vatanıdır. Siyasi gündemde kronik çekişme ve çatışma konusu olarak duran temel sorunları bu anlayışla ele almak, ülkemizin önünü açmak ve geleceğini planlamak durumundayız. Bunların en önemlilerinden birisi de hatırı sayılır zamandır ülkemizi meşgul eden, Anayasa kapsamında derinleşen hükûmet sistemi tartışmaları." diyerek, kimsenin yaklaşan tehlikenin farkında olmadığı kritik bir dönemde bir kez daha erken uyarı görevini yerine getirmiş ve konunun hayati önemine dikkat çekilmiştir. (Gürültüler)
(Oturum Başkanlığına Başkan Mustafa Şentop geçti)
BAŞKAN - Sayın Başkanım...
Değerli arkadaşlar, lütfen konuşmayı dinleyelim. İçerde bir uğultu var, anlamakta zorlanıyoruz, kayıtta da sıkıntı var.
ERKAN AKÇAY (Manisa) - Evet, ben de arkadaşlarımdan istirham ediyorum.
BAŞKAN - Lütfen...
Buyurun.
ERKAN AKÇAY (Manisa) - Hükûmet sistemi odaklı yeni Anayasa tartışmalarının zamansız ve anlamsız olarak yeniden başlatıldığı iddia edilse de esasen bu tartışmalar yeni olmadığı gibi gündemden de hiç düşmemiştir. Önemle hatırlatmak isteriz ki bu tartışmalar 2011 yılından itibaren neredeyse kesintisiz olarak sürdürülmüştür. Öyle ki tartışmalar, Türkiye Büyük Millet Meclisi 24'üncü Dönem Anayasa Uzlaşma Komisyonunda, sadece hükûmet sistemi değil, Anayasa'nın en tartışılamaz hükümleri tartışma konusu yapılmıştır.
Bu kapsamda;
Anayasanın hangi maddesinde "Türk" ibaresi varsa kaldırılması önerilerek, Anayasa'nın Türk Anayasası olup olmadığı tartışılmıştır.
Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilk dört maddesi tartışılmıştır.
Anayasanın ilk dört maddesinin odağında yer alan millî devlet ve üniter devlet ilkeleri tartışılmıştır.
"Milli devlet ve üniter devlet ilkelerinin Anayasa'daki en önemli yansımaları olan, Anayasa'nın 42'nci maddesindeki "Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez." hükmü tartışmaya açılmıştır.
Anayasa'nın, Türk vatandaşlığını düzenleyen 66'ncı maddesi ve Anayasa'nın, yerel yönetimlerin özerkliğini yasaklayan "Mahallî idareler" başlıklı 127'nci maddesi tartışılmıştır.
Şimdi, burada, Uzlaşma Komisyonunda kim ne önerdi, ne dedi, buna girecek değilim, ancak bu tartışmalar yapılmıştır.
Değerli arkadaşlar, burada, doksan üç yıllık cumhuriyetimizin birikimi ve müktesebatı nedeniyle, dikkatinizi çekmek istediğim bir hususu burada huzurlarınızda özetlemeye çalışacağım.
Erkler arasındaki çatışmaların ve Cumhurbaşkanları ile Başbakanlar arasındaki çatışmaların ve çekişmelerin geçmişte birçok örneği vardır. Bu örnekler zaman zaman hükûmet krizlerine de yol açmıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında omuz omuza mücadele etmiş, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucuları iki silah arkadaşı Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Başbakan İsmet İnönü arasında dahi bu gerginlik söz konusu olmuştur.
İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü, cumhuriyetin ilanından itibaren, arada bir yıllık Fethi Okyar dönemini saymazsak, 1937 yılına kadar kesintisiz Başvekillik yapmıştır, ancak Atatürk'ün, İnönü başkanlığında kurulmuş olan Hükûmetin icraatlarına yaptığı müdahaleler sonunda bazı bakanların görevden alındığı, zaman zaman ciddi tartışmaların ve ihtilafların olduğu tarihî bir gerçektir.
Yine, Mustafa Kemal Atatürk ile İnönü arasında, özellikle Hatay konusunda anlaşmazlık çıkmıştır. Bunları örnek babından anlatıyorum, yalnız bunlar çok önemli örneklerdir, yani devletin birtakım karar alma anlarındaki kritikliğe dikkat çekmek bakımından.
Hatay konusunda, Atatürk ile İsmet İnönü arasında ihtilaf çıkmıştır, çıkabilir. Atatürk, kendi kanaatine göre Hatay'ı ana vatana katmanın behemehâl mümkün olduğunu düşünürken, İsmet İnönü bu konuda aynı fikirde değildir. Tarihten okumalarım bu şekilde.
Atatürk, bu nedenle, 1937 yılında İsmet İnönü'yü görevden alıp Celal Bayar'ı Başbakanlığa atamıştır. Tabii, Celal Bayar'ın atanma nedenlerinden birisi sadece Hatay ihtilafı değil, aynı zamanda ekonomik ve mali konulardadır. Bu konularda ayrıntıya girmeye burada gerek yoktur. Belki de Hatay çok daha önce ana vatana katılacakken bu ihtilaf nedeniyle gecikme yaşanmıştır.
Bazı tarihî notlarda ve hatıralarda, 10 Kasım 1938 tarihinde Atatürk hayata veda ettiğinde İsmet İnönü'yle dargın oldukları veya ihtilaflı oldukları ifade edilmektedir. Gerçi, bütün ihtilaflara rağmen Atatürk vasiyetinde İnönü'yü ve İnönü ailesini onore etmiştir. Bunu ifade etmek bir vicdan borcudur ve bir örnek davranıştır.
Yine, ifade etmek isterim ki devlet kurucusu her iki büyük ve muhteşem şahsiyet ve iki yakın, samimi arkadaş, millet ve devlet hassasiyetini her şeyden önce ve en yükseklerde tutmuştur, bunu da hatırlatmamız gerekir.
Yine, Atatürk'ün, baştan beri devletçi ekonomik bir politikanın başarısına inanma bakımından farklı görüşleri de vardı, bunların ayrıntısına girmeden...
Celal Bayar'ın Cumhurbaşkanı, Adnan Menderes'in Başbakan olduğu on yıllık dönem sonunda, her iki değerli şahsiyetin küs gittiklerini de hatırlamamız lazım. Bu on yıllık dönem Adnan Menderes ve Celal Bayar arasında ihtilaflı yıllardır ve bu on yıl boyunca ihtilaflar yaşanmıştır.
Tabii, İsmet İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı döneminde, o dönemin Başbakanlarıyla ve Hükûmetleriyle yaşadığı ilişkiler, çok ayrıntılı üzerinde durulması gereken hususlar, ben başlıklar hâlinde belirtmeyi yeğledim.
27 Mayıs 1960 darbesinin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'in Hükûmetle ve Milli Birlik Komitesiyle ilişkileri hiç de sorunsuz gitmemiştir darbe Cumhurbaşkanı olarak, hatta öyle ki ve rivayet odur ki -bu konuda bir derinliğimiz, bir şeyimiz yok ama bunları duyarak ve okuyarak büyüdük- Cumhurbaşkanlığı esnasında, Millî Birlik Komitesinin de başkanı olarak silahlı saldırı teşebbüsünde bulunulduğu dahi rivayet edilmektedir.
1966-1973 yıllarının Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ile Başbakan Süleyman Demirel'in yaşadığı ihtilaflar konusunda ne biliyoruz, kim ne biliyor? Bu dönemde sadece 12 Mart 1971 askerî muhtırasının, yani darbesinin yaşandığını hatırlatmakla yetiniyorum.
1974 yılında, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ile Başbakan Ecevit arasında Kıbrıs Harekâtı gibi çok önemli bir konuda anlaşmazlık çıktığını kaç kişi hatırlar acaba? Evet, Başbakan Ecevit harekât taraftarıyken, Cumhurbaşkanı Korutürk bunun karşısındadır. Köşk ve Konut gerginliği yüzünden neredeyse harekât kararı alınamayacak noktaya gelinmiştir. Harekâtla ilgili karar Cumhurbaşkanı olmadan alınmış ve daha sonra kendisine bildirilmiştir.
12
Eylül darbesiyle Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren ile Başbakan Turgut Özal arasında yaşanan ihtilaflar vardı, Evren-Özal münasebetleri ihtilafsız gitmemiştir. Cumhurbaşkanı Özal ile Başbakan Demirel'in ihtilafları hafızalarımızdadır. Cumhurbaşkanı Özal ile Başbakan Yıldırım Akbulut ve Başbakan Mesut Yılmaz ihtilaflarını da hafızalarımızda tazelememiz gerekmektedir.
Bazı örnekleri paylaşmak isterim: Örneğin, Demirel ile Özal arasındaki çekişme. Köşk'le gerginlik o kadar yüksek noktalarda ki daha seçimlere on gün kala Demirel'in olası Başbakanlığı üzerine polemikler başlamıştı. Önce Özal rest çekti: "Seçimi kazanır da Çankaya'ya çıkmazsa Meclisi feshedip kırk beş gün içinde yeniden seçime giderim." Daha evvel yaşanan polemikler nedeniyle... Demirel'den Köşk'e aynı gün karşılık geldi: "Ben Çankaya'ya çıkmam, Çankaya aşağı iner. Özal'dan görev almam." demişti. Bu inatlaşma, Cumhurbaşkanlığının yasal olmadığı iddialarından Kartaca benzetmesine kadar sürdü. Demirel Köşk'ü Kartaca'ya benzettikten sonra sloganı ekliyordu: "Vur vur inlesin, Çankaya dinlesin." Seçim sonuçları açıklanıp Demirel'in DYP'si 1'inci parti çıkınca çatışma daha da hızlandı. Demirel Özal'ı muhalefetin temsilciliğiyle suçlarken Özal oyunu kendi tarafına çekmek istiyordu. "Hükümeti kuramıyorum demesi gülünç. Köşk'e çıkar görevi alır." dedi. Bu sözlere "Sadrazam değilim." yanıtını veren Demirel'i Özal 7 Kasım saat 11.00'de Köşk'e çağırdı. Demirel de bundan sonra Köşk'e çıkmak için hazırlıklarını yapmaya başladı ve "Keşke hislerimle hareket edecek serbestiye sahip olsaydım. Köşk'e çıkmam bir formalite. Bize görevi millet verdi." dedi. Bu tartışma 7 Kasım 1991 günü baş başa bir görüşmeyle bir nebze azaldı.
Özal görüştüğü ANAP milletvekillerinden Demirel Hükûmetini sarsmalarını isteyerek "Çok fazla güce sahipsiniz. Bunu iyi kullanın. Biraz daha bastırın." diyerek kavgayı alttan alta körüklüyordu. Özal'ın bu görüşmelerde "Bakanları düşürün." talimatı vermesi krizi daha da doruğa çıkardı. Ardından bakanları Köşk'e çağıran Özal'a sinirlenen Demirel sert çıktı: "Çankaya'ya gideni görevden alırım." Ve bu restleşmenin ardından hiçbir Bakan Köşk'e çıkmadı.
Bir başka örnek, Özal-Yıldırım-Akbulut çekişmesinden örneklerdir. Dikkat edersek bunlar hep aynı parti orijinli şahsiyetlerdir.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Meclisin ve Hükûmetin de önüne geçerek Irak için Bakanlar Kurulu toplantısında savaş yetkisinin Meclisten alınarak kendisine verilmesini istedi, hatta Meclis Genel Kuruluna sunulacak tezkereyi de hazırlatmıştı. Başbakan Yıldırım Akbulut'a ise bu tezkereyi bakanlara okumak kalmıştı. Sadece Meclise ait olan bir yetkiyi kullanmak isteyen Özal'ın hazırlattığı tezkerenin okunmasından sonra salonda buz gibi bir hava esti. Bakanlardan "Olmaz." diye sesler ve uğultular yükseldi. Yapılan oylamada 27 Bakan Özal'ın istediği savaş yetkisine izin vermedi.
Özal Başkanlığındaki ilk Bakanlar Kurulu toplantısından "Özal'a savaş yetkisine hayır", "Birleşmiş Milletler kararlarına, evet" kararı çıktı. Ardından da Irak'a ekonomik yaptırım uygulamak için Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı kapatıldı.
Cumhurbaşkanları ile başbakanlar arasındaki bu tip çatışmalar kimi zaman hükûmet krizine kadar gitmiştir. 1997'de Cumhurbaşkanı Demirel ile Başbakan Çiller arasındaki kriz de bu açıdan bize önemli hatırlatmalardır. Refahyol Hükûmetinde Çiller ile Erbakan Başbakanlığı değişmek konusunda anlaşmaya vardılar. Başbakan Erbakan, 54'üncü Hükûmetin istifa mektubuyla birlikte Çiller'in Başbakanlığındaki Hükûmet için 3 parti milletvekillerinin imzasının bulunduğu taahhütnameyi Cumhurbaşkanı Demirel'e sundu ve Başbakanlığı Çiller'e vermesini istedi. Demirel'in yanıtı ise "Bana hükûmet empoze edemezsiniz." oldu. Demirel görevi Çiller'e vermeyince Ankara'da Refahsız bir hükümet modeli için yoğun trafik başladı. Sonra olanları zaten gelinen süreç itibarıyla biliyoruz.
İktidarı ve muhalefetiyle birlikte büyük bir ittifakla seçilen Ahmet Necdet Sezer döneminde de Cumhurbaşkanı ve Başbakan ve Hükûmet ilişkilerinin ne kadar sorunlu olduğunu lütfen hatırlayalım. Sadece 2001 yılındaki Anayasa kitapçığı fırlatma hadisesinin bile nelere mal olduğunu bilmem hatırlatmaya gerek var mı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın ilişkileri de sorunlu olmuştur. 2013 yılında Sayın Erdoğan'ın "Twitter" yasağıyla ilgili Anayasa Mahkemesinin aldığı karar için söylediği sözler ve aynı kararla ilgili olarak Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanı sıfatıyla Anayasa Mahkemesinin oy birliğiyle aldığı karara "Kurumlara güvenmek lazım. Sonunda hukukun üstünlüğü bu memlekette ispatlanır. En yüce mahkeme Anayasa Mahkemesidir." demişti, Sayın Erdoğan'ın "Anayasa Mahkemesinin kararına saygı duymuyorum." sözü üzerine.
En son çatışma yine Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Başbakan Davutoğlu arasında yaşanmış ve seçilmiş bir Başbakan "refik darbesi" diye tarif edilen, tabir edilen, tarihe geçen "Pelikan Dosyası"yla Başbakanlıktan ayrılmıştır.
Bütün bu kavgaların temelinde de Cumhurbaşkanı ile Başbakanlar arasında yaşanan tartışmalar sürekli bir yetki savaşına ve anlaşmazlığa dönen bir tabloya dönüşmüştür ve kritik zamanlarda sıkıntılı durumlar da olabilmiştir.
Özetlemeye çalıştığım bu tarihî tabloyu dikkate aldığımızda değerli milletvekilleri, meseleyi şahıslar bazında ele alırsak hata ederiz. Meselenin özünde yürütme erkinde kişisel değil, sistemik sorunlar da olduğu açıktır. Bu bir rejim sorunu değildir.
Bu nedenle, biz hiçbir organın kaynağını anayasadan almayan bir yetkiyi kullanamayacağını garantiye alan bir Anayasa değişikliğinin yapılması hâlinde bunun uygun olduğunu dile getirdik ve bu Anayasa değişikliğinin Meclise getirilmesi gerektiğini söyledik. Meselenin özü bundan ibarettir. Bugün Komisyondaki bu Anayasa değişikliği metninin, işte bu kaygıları bertaraf etmek üzere hazırlanmış bir metin olduğunu değerlendirmemiz gerekir.
Değerli milletvekilleri, sonuç olarak anayasa değişikliklerinin çeşitli gerekçeleri vardır. Bazen bu ayrımı yaparken bir iyi gerekçe, bir kötü gerekçe ayrımı yapılır. İyi gerekçe, sistemden hareket edilerek hazırlanan gerekçelerdir; kötü gerekçe ise kişiye göre hazırlanan gerekçelerdir. Milliyetçi Hareket Partisi iyi gerekçelerle kişilerden bağımsız olarak, kişilerden değil, sistemden hareket ederek düşüncelerini ortaya koymaktadır.
Bu çerçevede, gündemimizdeki Anayasa değişikliği teklifine bir bütün olarak bakıldığında, özellikle Cumhurbaşkanının yetki ve sorumluluğu arasındaki dengeyi oluşturması bakımından önem arz etmektedir. Özellikle Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açılması için üye tam sayısının salt çoğunluğunun önerge vermesi yeterli görülerek sürecin başlatılması önemli bir düzenlemedir. Yine Yüce Divana sevk konusu da üye tam sayısının üçte 2'sinin oyunun yeterli görülmesiyle kolaylaştırılmıştır. Hakkında soruşturma açılmasına karar verilen Cumhurbaşkanının seçim kararı alamayacak olması da denge denetim mekanizması açısından öne çıkan bir düzenlemedir.
Bir diğer önemli husus, Anayasa değişikliğinin büyük ölçüde hükûmet sistemiyle sınırlı kalmasıdır. Bunun dışında, federasyon vesair gibi idari ve toplumsal bütünlüğe darbe niteliğinde hiçbir düzenleme bu teklif içerisinde yer almamaktadır.
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi açısından değerlendirildiğinde, hâlihazırdaki sistemimiz gereği Bakanlar Kurulunda bulunan kararname çıkarma yetkisi Anayasa değişikliği teklifinde yetkinin sahibi bakımından bir değişiklik öngörmemektedir. Kararname çıkarma yetkisi yürütme erkinde olmaya devam edecektir. Ancak bu yetki hâlihazırdaki sistemimizde fiilen uygulanan sınırsız bir düzenleme alanına değil, sadece yürütme yetkisine ilişkin konularda uygulanabilecektir. Aynı zamanda bu yetki, yasamanın düzenlediği ve Anayasa'da münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konuları kapsamamaktadır. Bildiğimiz kadarıyla Anayasa'da 80 civarındaki maddede, 82 maddede kanunen yapılacak düzenlemeler öngörülmektedir. Bu açıdan, Cumhurbaşkanı sınırsız bir yetkiye sahip olamayacaktır. Cumhurbaşkanlığı kararnameleri Anayasa Mahkemesinin yargısal denetimi öngörülerek düzenlenmiştir.
Değerli milletvekilleri, anayasa tartışmalarına boğulup da bir anayasa fetişizmine de kapılmamak gerekir. Yani İkinci Meşrutiyet Dönemi'nin baş sloganlarından birisi "Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet"ti. Bunlarda önemli ölçüde mesafe alınmıştır. Ancak ikinci bir slogan daha vardı: "Kanuni Esasi gelecek, dertler bitecek." Şimdi, dertlerimiz bitmedi, bundan sonra da biteceği öngörülemez. Bu kaçıncı anayasa ve değişiklik ve Anayasa'yı tartışıyoruz.
Şimdi, aslında dikkatlerimizi biraz da en az Anayasa değişiklikleri kadar Anayasa'yı işletmeye de teksif etmemiz gerekmektedir. Önemli olan Anayasa'yı işletmektir. O bakımdan, ikincil mevzuatın da... Bu değişikliğin gerçekleşmesi ve referandumda kabul edilip yürürlüğe girmesi durumunda -asıl önemli, bu Anayasa değişiklikleri kadar- ikincil mevzuatın da bu işleyişi iyi sağlayacak bir şekilde hazırlanması çok önemlidir, en az Anayasa düzenlemeleri kadar önemlidir. Önemli olan, ülkeyi kurumlarıyla ve kurallarıyla yönetmektir. Yaşanan menfi hadiselerin arkasında, sistemik sorunların dışında iyi yönetememe sorunu da vardır. Türkiye şahsi ve keyfî bir anlayışla yönetilmemelidir. Türkiye hukuk içerisinde kurum ve kurallarıyla yönetilmelidir. Devleti idare etmek ile vaziyeti idare etmek arasında dağlar kadar fark vardır. Yönetemeyenler suçu kendinde arayacaklarına kabahati sisteme yükleyerek sorumluluktan kaçamazlar. Sorunlar sistematik olmanın yanı sıra, aynı zamanda
devletin kurum ve kurallarıyla yönetilmemesinden de kaynaklanmaktadır. Elbette sistemden kaynaklanan arızalar mutlaka giderilmelidir.
Bugünlerde devletin bu hükûmet sistemine ilişkin fiziğini düzeltmek için önümüzde bir Anayasa değişikliği metni vardır. Devleti yeniden devlet gibi yönetmek, 15 Temmuz sonrası kaos arzulayanların önünü kesmek için bunu değerlendirmemiz gerekmektedir.
Bugün tartışmamız gereken, yönetimin kimlerde olduğu değil, ülkemizin nasıl yönetildiği ve nasıl yönetilmesi gerektiğidir. Bunun için ilk olarak devleti hukuk düzenine oturtmalıyız. Kurum ve kurallarıyla yönetilmeyen, şahsi ve keyfî yönetilen devlet hukuk düzeninden çıkar. Hukuktan yoksun bir devlet yönetimi ülkeyi çivisinden çıkarır. Hukuk devletinde yetki varsa mutlaka sorumluluk da olacaktır ve olmalıdır. "Ben yetkimi kullanırım ancak sorumluluk üstlenmem." denilemez. İşte, bu Anayasa değişikliği yetkiyi kullanana sorumluluğu da yükleyecek düzenlemeler içermektedir.
Cumhuriyetimiz millî egemenlik temeli üzerine oturmuştur. Bu bakımdan Anayasa'nın dayanması gereken temel millet egemenliğidir. Millî egemenliğin millet iradesiyle tesisi demokratik hukuk devleti anlayışıyla mümkündür.
Milliyetçi Hareket Partisi açısından Anayasa'daki bu değişiklik, Türk devlet yönetim anlayışının, millî egemenliğin, Cumhuriyet Dönemi'nin kazanımları ve birikimlerinin ve Türk milletinin ortak değerlerinden ve temel ekseninden sapmadan gerçekleştirilmiş ve gerçekleştirilmesi gereken bir metin olarak değerlendirilmektedir. Bu değişikliğin hiçbir yerinde cumhuriyetin temel nitelikleri, Türk millî kimliği, tek millet, tek devlet, tek bayrak esasına dayanan üniter yapıdaki millî devlet vasfı tartışma konusu bile yapılmamıştır. Daha önceden Milliyetçi Hareket Partisi dışındaki bazı siyasi partiler tarafından dile getirilen farklı etnik kimliklere siyasi ve hukuki statü tanınarak çok parçalı millet yapısı oluşturulmasına, kişi hak ve özgürlüklerinin etnik temelli kolektif haklara dönüştürülmesine, Türkçe dışındaki dillere ve farklı kültürlere kolektif statü kazandırılarak yapay azınlık yaratılmasına, "millî kimlik" tanımının değiştirilerek "Türkiyelilik" kavramının esas alınmasına, "anayasal vatandaşlık" kavramının "Türk milleti" kavramı yerine ikame edilmeye çalışılmasına, Türkiye'nin idari yapısının değiştirilerek yerel yönetimlerin mahallî Parlamento olarak çalışacağı özerk bölgeler sisteminin hayata geçirilmesine zemin hazırlayacak Anayasa değişikliği tekliflerinin önü tamamen kapanmıştır. Bu Anayasa değişikliği bütün bu tartışmaların, tekliflerin ilanihaye sonlandırılacağı bir millî mutabakat metni olarak ele alınmıştır.
Biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak bu teklifin, yürütme erkindeki yönetim süreçlerinde meydana gelen tıkanıklıkları önemli ölçüde gidereceğini düşünüyoruz ve biraz evvel de ifade ettiğim gibi, tabii bunun başarısı bu süreçlerin iyi yönetilmesine, hukuk içerisinde yönetilmesine ve ikincil mevzuatın çok iyi hazırlanarak çok iyi uygulanmasına bağlıdır. Neticede, bütün iş geliyor, dayanıyor insan unsuruna, ehliyete, liyakate ve başarılı bir yönetim sergilemeye.
Bu vesileyle, Anayasa değişikliği paketinin ülkemize, milletimize ve devletimize hayırlı olmasını diliyor, Komisyonun çalışmalarında başarılar diliyorum ve muhterem heyetinizi saygıyla selamlıyorum