| Komisyon Adı | : | PLAN VE BÜTÇE KOMİSYONU |
| Konu | : | 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı (1/774) ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısı (1/733) ve Sayıştay tezkereleri a) İçişleri Bakanlığı b) Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı c) Emniyet Genel Müdürlüğü ç) Jandarma Genel Komutanlığı d) Sahil Güvenlik Komutanlığı e) Göç İdaresi Genel Müdürlüğü |
| Dönemi | : | 26 |
| Yasama Yılı | : | 2 |
| Tarih | : | 23 .11.2016 |
MUSA ÇAM (İzmir) - Teşekkür ederim.
Sayın Başkan, Komisyonumuzun değerli üyeleri, Sayın Bakan, kamu kurum ve kuruluşlarının çok değerli temsilcileri, İçişleri Bakanlığımızın çok değerli yöneticileri ve basınımızın değerli temsilcileri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
2017 yılı bütçesinin hayırlı ve uğurlu olmasını diliyorum.
Başta şehitlerimiz olmak üzere hepsini saygı ve minnetle anıyorum, anıları önünde eğiliyoruz. Gazilerimize de sağlık diliyoruz.
Sayın Bakan, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığından sonra İçişleri Bakanlığı görevini de üstlenmiş olmanızdan dolayı yeni görevinizde de başarılar dileriz.
Sunumunuzu uzun ve detaylı bir şekilde izledik. Özellikle terör örgütü FETÖ ve DEAŞ, IŞİD'le ilgili mücadeleleri çok ayrıntılı olarak dinledik ve izledik. Tabii ki Türkiye'nin en önemli sorunlarından bir tanesi de terör örgütü, bunu kabul etmemiz gerekiyor. Uzun yıllardır ülkemizde böyle acı olaylarla karşı karşıyayız ve binlerce polisimiz, askerimiz, sivil vatandaşımız hayatını kaybetti. Bununla ilgili, tabii ki birtakım çözümlerin, birtakım girişimlerin yapılması gerekir ama öncelikle bu on dört yıllık AKP Hükûmeti döneminde nelerin söylendiğinin bir altına bakmamız lazım; ne söylenmiş, ne yapılmış, onları bir gözden geçirmemiz gerekiyor.
22 Ocak 2010'da dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan "AK PARTİ olarak terör örgütüyle hiçbir zaman masaya oturmadık, oturmayacağız. Ey Kılıçdaroğlu, ey Bahçeli, bu iddianızı ispatla mükellefsiniz. Terör örgütüyle görüşen şerefsiz ve namussuzdur." demiştir. Yine, 2011 yılında Başbakan "Biz İmralı olsun, Oslo olsun, çok açık, net bu adımları attık. MİT Müsteşarı Emre Taner zamanında başlattık bu görüşmeleri, Hakan Fidan zamanında da sürdürdük." Yine, 2012 yılında Başbakan "MİT Müsteşarımızı İmralı'ya gönderen benim, Oslo'ya gönderen benim. O benim sır küpüm." Yine AKP Milletvekili Galip Ensarioğlu 2012'de "Yerel yönetimlerin güçlendirildiği bir modelde PKK seçime girsin ve seçilsin, seçilerek gelsin." Yine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yine 2012'de: "PKK'yla görüşmesini ben istedim, sıkıntısı olan bana söylesin. MİT her an, her türlü hareketi yapabilir. Mesela, yarın İmralı'ya gitmek gerekiyorsa 'Müsteşarım, gerekeni yap.' derim." Yine Başbakan, 2012'de "Ben risk alırım, Müsteşarım risk alır. Ben siyasetçi olarak bu görüşmeyi yapamam ama onların eli, ayağı, durumu olan devletteki ajanları, temsilcileri vardır ve bunları yapar." diyor. Yine, 2013'te Başbakanın Danışmanı Yiğit diyor ki: "Abdullah Öcalan Orta Doğu'da Türkiye'nin önünü açıyor." Yine, Yasin Aktay, Genel Başkan Yardımcısı "Öcalan dünyanın geleceğini iyi okuyor." diyor. Yine, Sayın Bülent Arınç diyor ki: "'Sayın Öcalan' demeyi, Öcalan posterleri taşımayı ve PKK bayrağı açmayı suç olmaktan biz çıkardık." Yine, Mehmet Metiner diyor ki: "Öcalan Türkiye'nin demokrasisine katkı sağlıyor. Biz KCK'yı paralel devlet olarak görmüyoruz." Yine Sayın Bülent Arınç diyor ki 2014 yılında: "Benim şahsıma bu zulümler yapılsaydı ben de belki dağa çıkmayı düşünürdüm." Yine, Beşir Atalay diyor ki: "Öcalan'ın düşünceleri bizim de düşüncelerimiz. Biz aslında devleti, kurumları kendisiyle hesaplaştırdık." Yine, dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala diyor ki 2014 yılında: "Biz PKK'yla doğrudan görüşüyoruz." Yine Beşir Atalay diyor ki: "Öcalan'la direkt diyaloğumuz var." Yine Efkan Ala diyor ki: "Oslo'da anlaşmıştık. Oslo'yu PKK bozdu." Ve buna benzer akıl almaz derecede konular söyleniyor. En son yine Afyon'daki örgüt toplantısında Efkan Ala diyor ki: "Çözüm sürecinde müsamaha gösterdik. Örgüt ise bunları istismar etti."
Son olarak da bildiğiniz gibi heyetler Öcalan'la görüşmeye gittiler, geldiler ve bunlar sonra bir kitapçık hâlinde Almanya'da basıldı. Basılan kitapçıkta da Öcalan diyor ki: "Cezaevi müdürüne Hakan Bey'i yalnız bırakmamak gerekir dedim. Hakan Fidan tutuklansa, sonra sıra Başbakan Erdoğan'a gelecek, Başbakan Erdoğan vatana ihanete suçundan tutuklanacaktı. Bu yüzden ben devreye girdim, yardımcı olayım dedim. Erdoğan'ı idamdan ben kurtardım. Başkanlık sistemi düşünülebilir. Biz Tayyip Bey'in başkanlığını destekleriz. Biz AKP'yle bu temelde bir başkanlık ittifakına girebiliriz. Ne ev hapsi ne de af, bunlara gerek kalmayacak, hepimiz özgür olacağız. Ben komployu aşıyorum. Başarılı olursam ne KCK tutuklusu kalır ne başkası. Bu olmazsa 50 bin kişiyle halk savaşı olacak, ölen ölecek, ben karışmıyorum."
9 Kasım 2013'te İmralı'ya giden HDP heyeti içerisinde yer alan Sırrı Süreyya Önder ile Öcalan arasında şöyle bir diyalog geçiyor, Önder diyor ki: "Ben Erdoğan'a 'Şimdi ben heyete girersem Kandil'e de gideceğim. Siz süreç hakkında ne düşünüyorsunuz, neleri yapmayı planlıyorsunuz?' diye sordum. O da bana 'Cemil Bayık'a söyle, bana meydan okuyup durmasın.' diyor." Öcalan gülerek: "Türk işi kabadayılık! Cemil'i ben uyaracağım, Başbakanı da siz uyarın." Sırrı Süreyya Önder diyor ki: "Erdoğan devam etti: 'Bana ne yapacağımı soruyorsun, söyleyeyim: Her şeyi yapacağım, bir zamanı var ve bu konuda APO'yla da anlaşmışım." gibi bunlar yayımlanıyor, neşrediliyor."
Şimdi, sonuç itibarıyla, Türkiye çok acı ve kötü bir süreçten geçiyor. Bunlar yapıldı ve onlarca insanımız hayatını kaybetti. Şimdi, biz Türkiye Büyük Millet Meclisinde Kürt sorununun çözümüyle ilgili gerekli girişimlerin tamamının yapılmasını, her şeyin şeffaf ve açık bir şekilde yürütülmesini hep söyledik. Dolmabahçe'de neler görüşüldü, kapalı kapılar arkasında neler konuşuldu, bunların hiçbirisini ama hiçbirisini biz bilmiyoruz. Dolayısıyla, Türkiye'nin en önemli sorunudur bu; PKK, PYD bir sonuçtur, esas bir sorun var bu ülkede. Ben diyorum ki "Ben Türk'üm ve Türk olmaktan da büyük bir gurur ve onur duyuyorum." ama karşımdaki insan da "Ben Kürt'üm", "Ben Çerkez'im", "Ben Gürcü'yüm", "Ben Ermeni'yim", "Ben Musevi'yim", "Ben Hristiyan'ım" diyorsa bizim de bu insanlara saygı duymamız gerekiyor ve onların da Türkiye Cumhuriyeti devletinin vatandaşı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Birtakım talepleri varsa, birtakım istekleri varsa demokratik çerçeve içerisinde çözümüyle ilgili elimizden gelen bütün çabayı ve gayreti göstermemiz gerekir.
Gördük ki terörle bu işler bitmiyor, ölerek, öldürerek de bitmiyor bu işler ve bitmeyecek. Nitekim geçtiğimiz günlerde Kolombiya'da 1964'te başlayan terör olaylarından beri günümüze kadar olan süreç içerisinde 220 bin kişi hayatını kaybetmiş, 45 bin insan kayıp. Yapılan müzakereler sonunda geçtiğimiz günlerde bir barış anlaşması yapılmaya çalışıldı, yapıldı ama o kadar büyük zayiatlar, o kadar kötü bir olay oldu ki yapılan referandumda oylamaya katılan sayısı yüzde 40 ve yüzde 40'ın içerisinde çok az insan bu barış anlaşmasını imzalamadı, kabul etmedi. Neden? İnsanlar resmen bölünmüş ve parçalanmış durumda. Bizim o sınıra gitmeden ülkemizde barışı ve kardeşliği yakalamamız gerekiyor ve demokratik mekanizmalarda bunu çözmemiz gerekiyor. Bunu çözmediğimiz takdirde, gerçekten, Türkiye'de çok daha büyük sıkıntıları yaşayabiliriz.
Şimdi, evet, 2 gram değil, 2 kilo değil, 20 gram değil; 2 ton patlayıcı bombayı adam kamyona yüklüyor, karakola gidiyor, bizim polisimizi, askerimizi öldürüyor. Peki, biz nasıl bir ülkeyiz ki arkadaşlar istihbaratımız yok, bilgimiz yok, hiçbir şeyimiz yok, adam 2 ton patlayıcıyı... Patlayıcıyı bu ülkede üretenler belli, stoklayanlar belli, satanlar belli. Peki, bizim o kadar istihbarat örgütlerimiz var, o kadar güvenlik güçlerimiz var da o 2 ton patlayıcıyı kamyona yükleyip de o karakola kadar gönderileceği zamanı bizim istihbarat örgütlerimiz, bizim güvenlik görevlilerimiz nasıl takip etmez, neden bu patlamadan önce engellenemez? Bunlara inanamıyoruz arkadaşlar ya. Yollar yapılıyor. Yolları yapan müteahhitler belli. Yol yapılırken, asfalt yapılırken altına patlayıcılar döşeniyor, kimsenin haberi olmuyor arkadaşlar ya, olacak gibi değil ve oradan geçen güvenlik görevlilerimiz, polisimiz, askerimiz, sivil vatandaşımız uzaktan patlamalarla beraber hayatını kaybediyor. Peki, biz nasıl istihbarat yapamıyoruz, nasıl bu bilgileri toplayamıyoruz, nasıl bunu önleyemiyoruz, neden, niçin? Acaba birtakım yerlerden özel olarak Türkiye bir kaosun içine mi sürüklenmek isteniyor, bir kardeş savaşına mı, bir kardeş kavgasına mı götürülmek isteniyor? Güvenlik görevlilerimizin görevi, bunları patladıktan sonra, bu kadar insan öldükten sonra değil, olmadan önce engellemesi gerekiyor. Marifet burada yatıyor. Güvenlik görevlilerimizin, ilgililerin de yapması gereken de budur ama ne yazık ki bunun yapılmadığını görüyoruz. Dolayısıyla, bizim bu soruna köklü çözümler bulmamız gerekiyor ve bunun yeri de yurdu da Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Mecliste bunların konuşulması gerekiyor.
Sayın Başkan, kanun hükmünde kararnamelerle akıl almaz derecede işler yapılıyor. Evet, halkın oyuyla seçilmiş belediye başkanlarının seçilmiş oldukları görevleri kötüye kullanmasını kabul etmek mümkün değil. Belediyenin kaynaklarının farklı anlamlarda, farklı yerlerde kullanılmasını kabul etmek, onaylamak mümkün değil. Bunlarla ilgili her türlü cezai işlem yapılabilir, buna bir itiraz yok ama sonuç itibarıyla, mademki onlar görevden alınıyor, onların yerine... Kimi belediye başkanlarının yerine belediye meclis üyelerinden atama yapılmış ama bazı yerlerde görüyoruz ki direkt vali, kaymakam atamaları yapılıyor. Bunlar doğru değil. Adam yüzde 60 oyla seçilmiş, yüzde 70'le seçilmiş, kendi belediye meclisinden kendi belediye başkanlarını kendileri seçsinler. Şimdi, düşündüm, Mardin Belediye Başkanı Ahmet Türk, yıllarca bu Parlamento içerisinde...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
MUSA ÇAM (İzmir) -...görev yapmış bir arkadaşımız. Şimdi belki...
BAŞKAN - Sayın Çam, bir dakika efendim, mikrofonunuzu açayım.
Toparlar mısınız.
MUSA ÇAM (İzmir) -...belki o cenahın içerisinde en makul adam, 73-74 yaşındaki bir adam şimdi. Gözaltında, tutuklandı mı, tutuklanmadı mı bilmiyorum. Beş günlük süresi doluyor, şimdi tutuklanacak. Şimdi, arkadaşlar, zorla Türkiye'de bu işleri germenin hiçbir anlamı yok. Bana göre burada bunları oturup konuşmamız gerekir. Sayın Başkan, bu kanun hükmünde kararnameleri gözden geçirmek...
Türkiye'de akıl almaz derecede bir silahlanma söz konusu. Rize Valisi "Manisa'da iki yılda verdiğim silah ruhsatının 5 katını Rize'de üç ayda verdim." diyor. Cumhurbaşkanının başdanışmanı yani yeni Ombudsman Şeref Malkoç'un "Ruhsatlı silahın önünün açılacağı" açıklamalarını yan yana koyunca işin vahameti gerçekten anlaşılamıyor, akıl almaz derecede bir silahlanma. Alınan yolu da Ankara'nın güzide Belediye Başkanı Melih Gökçek bir televizyon yayınında ifşa etti. "Muazzam bir silahlanma oldu. Pompalı tüfeği alan evine atıyor." sözlerinden endişe etmeyenin aklından şüphe etmek gerekir arkadaşlar ya. Böyle bir şey olabilir mi? Cevap Twitter üzerinden geldi. Twitter'da "AK silahlanma" başlığı açıldı. Görünen o ki Osmanlı Ocakları ve ondan kopup "Osmanlı Ocakları 1453" adını alan gayriresmî paramiliter AKP örgütlerine şimdi "AK milisler", "AK gençlik" adını benimsemiş örgütler ekleniyor. Bu kabul edilebilir bir iş değil arkadaşlar. AKP tabanı pervasızca, devlet kurumlarının tepe yöneticilerinin desteği ve yer yer göz yumması sayesinde silahlanıyor ve bu güne dek Cumhurbaşkanından herhangi bir AKP il başkanına kadar yetkili bir ağızdan bir yalanlama duymadık. O yüzden "Acaba AKP kendi ordusunu mu kuruyor?" diye insanın aklına ister istemez bunlar geliyor.
Peki, kime karşı bu hazırlık? Gerçekten darbecilere karşı yurttaşların direnme hakkının bir parçası mı, yoksa hedef şiddeti meşrulaştırma, paramiliter yapı kurup besleme, gizli ordu inşa etme ve muhalefet edenleri infaz ve sindirme için, kurgusal düşmanlara karşı silahlanılmış ve yeni 6-7 Eylüllere, Maraş'lara, Çorum'lara, Sivas'lara devlet eliyle hazırlık mı yapılıyor arkadaşlar? Bu kabul edilebilir bir iş değil. Aksine, bizim daha çok sivilleşmeye, daha fazla özgürleşmeye, daha fazla demokratikleşmeye ihtiyacımız varken toplumun akıl almaz derecede silahlanmaya gitmesi gerçekten Türkiye'de kabul edilebilir bir tutum ve davranış biçimi değildir.
Sayın Başkan, Sayın Bakan; geçtiğimiz günlerde, 27 Ağustos 2016'da emniyet hizmetinin kıyafet yönetmeliğini değiştirdiniz, kadın polislerin türban takmasını serbest bıraktınız. Ben öğrencilik hayatım dâhil olmak üzere, yaşamım dâhil olmak üzere, üniversitelerde kadınların türban takma özgürlüğünü savunmuş bir insanım. Her zaman savundum, sonuna kadar da savunacağım ama kamuda görev yapan insanların türban takması konusunda ciddi eleştirilerim ve endişelerim var. Polis teşkilatı da bunlardan bir tanesidir arkadaşlar. Polisin o kadar büyük sorunları, o kadar büyük problemleri varken biz "Bütün sorunları çözdük, bütün problemleri çözdük, türbana sıra geldi." dersek olmaz arkadaşlar. Benden önceki konuşan arkadaşlarım da söyledi. Yaklaşık 260 bin civarında polisimiz var. Polislerimizin çok ciddi sorunları ve problemleri var arkadaşlar. Görev sürelerinin uzunluğu, şark hizmetlerine birden fazla, ikiden, üçten fazla giden arkadaşlarımızın problemleri... Benden önce söyleyen arkadaşlarımızın söylediği gibi, geçtiğimiz günlerde 2600 göstergesini 3000'e çıkardık, maaşlarında sadece 45 lira artış oldu arkadaşlar. Geçen sefer de Komisyona getirdik, göstergenin 3600'e çıkması için elimizden gelen bütün uğraşı yaptık ama AKP Hükûmeti veyahut da Komisyonda reddedildi. Şimdi, cuma günü yine getireceğiz buraya, yine Komisyonda söyleyeceğiz, polislerin göstergesinin 3600'e çıkarılmasıyla ilgili çabamızı burada göstereceğiz. Polis arkadaşlarımızın yine uzun çalışma saatleri, on iki saat, on dört saat, on altı saat; bizim bunları çözmemiz gerekirken, polisin ve polis arkadaşlarımızın çalışma saatlerini ve onların özlük haklarını ve çalışma koşullarını iyileştirmemiz gerekirken bizim gidip "Türbanı serbest bıraktık" deyip sadece sanki polis teşkilatının bütün sorunlarını çözüyormuş gibi olursak bu doğru bir iş olmamış olur.
Kanun hükmünde kararnamelerle onlarca dernek, yaklaşık olarak şu ana kadar 1.500'e yakın dernek kapatıldı Sayın Bakan. Bunların içerisinde çocukların istismarını önleyecek olan dernekler de dâhil olmak üzere, hiç yakından ve uzaktan ilgisi olmayan birtakım dernekler kapatılıyor. Yani, Türkiye'de yaklaşık olarak 85 kişinin kayıt olduğu dernekler var arkadaşlar. Oysa dünyada, bir ülkede demokrasinin en önemli kriterlerinden bir tanesi, ülke nüfusu 7 milyon ama sivil toplum örgütlerine kayıtlı üye sayısı 5 milyon. Neden? Bir kişi birden fazla sivil toplum örgütü, meslek örgütüne ve derneğe kayıtlı ve orada faaliyet yürütüyor. E, bir de bu kanun hükmünde kararnamelerle herkes âdeta fişleniyor ve dolayısıyla insanların üye olabilecekleri, sosyal faaliyetlerini gösterecekleri yer olan dernekler kapatılıyor. Bu kabul edilebilir bir tutum ve davranış biçimi değil.
Sayın Başkan, yine aynı şekilde, özellikle polis teşkilatımızın Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu'nun demokratikleştirilmesi gerekir. Kolluk güçlerinin keyfî uygulamalarına, orantısız şiddete ve biber gazı kullanımına son verecek yasal düzenlenmeler yapılmalı. Kolluk kuvvetlerinin, yurttaşların temel insan haklarını hiçe sayacak şekilde silah kullanması engellenmeli. Kamu görevlisine direnme ve hakaret suçunun yurttaşların haklarını ihlal edecek şekilde kötüye kullanılmasına izin verilmemeli. Cezasızlığı devletin resmî politikası olmaktan çıkarmalıyız. Kamu görevlilerinin yargı denetiminden kaçırılmasına izin verilmemeli. Görevlerini kötüye kullanan kolluk kuvvetlerinin vali iznine bağlı olmaksızın yargılanması sağlanmalı. Orantısız güç kullanma izni veren üst düzey görevlilere karşı dava yolunu açılmalı. AİHM'in hükmettiği tazminatlar kötü muameleyi yapan kamu görevlilerine rücu ettirilmeli. Nefret suçlarının tanımını genişletecek, zaman aşımına uğraması ve para cezasına çevrilmesi engellenmeli. Yine, yurttaşların hayatlarını değil, devleti şeffaflaştırmalıdır. Polis ve istihbarat birimlerinin kamusal ve özel hayata haksız müdahalelerine son verilmeli. Kişisel verilere hâkim kararı olmaksızın erişilmesi engellenmeli, bu yolla elde edilen kişisel veriler yargı kararı ile imha edilmeli. Kamu görevlilerinin nefret suçu kapsamındaki uygulamalarına yasal yaptırım getirilmeli. Kişisel Verilerin Korunması Kanunu demokratik ilkeler çerçevesinde, unutulma hakkını da kapsayacak şekilde en kısa zamanda kabul edilmeli ve TİB özel hayatın korunması ilkesine göre yeniden yapılandırılmalı ve saydamlaştırılmalıdır.
Son sözüm, polis teşkilatındaki bulunan arkadaşlarımızı diğer kamu çalışanları gibi sendika kurma hakkı olmalıdır ve sendikalı olmalıdırlar. Dolayısıyla, özellikle Emniyette bulunan arkadaşlarımızın... Emniyet Genel Müdürümüz de başta burada, herkes burada, Avrupa'da, nasıl polislerin kendi sendikası varsa burada da sendika kurulmalı ve polis arkadaşlarımız istedikleri gibi, özgürce gidip sendikaya üye olmalı, grev ve toplu sözleşme yasalarından faydalanır diyorum ve 2017 yılı bütçesinin Bakanlığımıza hayırlı ve uğurlu olmasını ve terörden, cinayetlerden, faili meçhul cinayetlerden, ölümlerden arınmış bir yıl olmasını diliyorum. Hayırlı uğurlu olsun.