| Konu: | 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilâtı Esasiye Kanununun Bazı Hükümlerinin Kaldırılması ve Bazı Hükümlerinin Değiştirilmesi Hakkında Geçici Kanunun Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılması ve Neden Olunan Mağduriyetlerin Giderilmesi Hakkında Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 103 |
| Tarih: | 23.06.2020 |
AK PARTİ GRUBU ADINA ÖZLEM ZENGİN (Tokat) - Sayın Başkanım, çok değerli milletvekilleri; Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum.
Doğrusu insanın hayatında önemli anlar olduğuna inanıyorum. Eğer hayatta bir fikriyatı kafanızda taşırsanız hayatın, şartların, olayların, o kafanızda taşıdığınız fikriyatla alakalı bir nebze olsun bir adım atmaya imkân verdiğini düşünüyorum. Daha küçük bir çocukken evimizde -dedemin evinde daha doğrusu- Adnan Menderes'in boynu bükük bir fotoğrafı vardı ve dedeme sormuştum 7-8 yaşlarında bir çocukken: "Dede, bu adam kim?" Bir çiftçi olarak bana demişti ki: "O, bizi kara lastikten iskarpine geçiren adam." Köydeki herkes gibi, şehirdeki herkes gibi her bir ferdin zihninde, ruhunda, hayatında iz bırakmış, bir hüzün bırakmış ve zaman zaman da yine dedemden duyduğum "Acaba o idam edilirken biz sokağa çıkıp bir şey söylemediğimiz için bizden bir gün hesap sorulacak mı?" kaygısını taşıyan bir aileden gelen bir insan olarak bugün Yassıada'ya dair siyasal anlamda fevkalade önemli bir kanunla alakalı burada sizlerle birlikte olmaktan da çok büyük hüzünlü bir onur duyuyorum. Elbette, Anayasa Komisyonunda -biliyorum- diğer siyasi partilerden arkadaşlarımız da belirli bir adap içerisinde itirazlarını dile getirdiler. Uzun zamandır Mecliste komisyonlarda yaşamadığımız fevkalade önemli bir gün geçirdik, birbirimizi karşılıklı dinledik, itirazlarımızı kale aldık. Bu manada, bu kanunu önemsiyorum.
Bugün zaten içinde bulunduğumuz şartlar, gruplarınızın önerge vermemiş olması bugüne münhasır. Belki Latince anlamıyla "sui generis" yani nevi şahsına münhasır bir kanun yapma sürecinin içerisindeyiz. Bu manada teklifin 1'inci imza sahibi Meclis Başkanımız Sayın Profesör Doktor Mustafa Şentop'a çok teşekkür ediyoruz. Ama elbette şu anda da Meclis kürsüsünde olan Sayın Süreyya Sadi Bilgiç'in kendi amcasının, ta amcasından öte dedesinin, babasının hayat hikâyelerinden de yola çıkarak özellikle Anayasa Komisyonunda yaptığı konuşmayı ve şu anki şahitliğini de ben, bu manada tarihin, kaderin bizi getirdiği bir yer olarak görüyorum ve hesaplanmamış bir şey olduğunu düşünüyorum. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Şahsi hayatım, bana kurguların hep başarısız olduğunu gösterdi. Biz, Allah'ın kurgusuna inanıyoruz, bunu çok önemsiyoruz. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Biz ne kadar planlarsak planlayalım asıl kurgu işte böyle anlarda ortaya çıkıyor, etkilerini gösteriyor.
Şimdi, izninizle, 27 Mayısla alakalı zihnimdeki bir çerçeveyi sizlerle paylaşmak istiyorum: Neden 27 Mayıs bizim hayatımızda, köydeki dedemin hayatında, Süreyya Bey'in amcasının hayatında, dedesinin hayatında, her birimizin, burada bulunan arkadaşlarımın -muhalefetten milletvekili arkadaşlarım konuşurken de söylediler- neden bu kadar iz bıraktı bizim hayatımızda? Çünkü 27 Mayıs bizim tarihimiz açısından baktığımızda, siyasal tarihimiz açısından baktığımızda olumsuzlukların, ket vurulmaların, demokrasinin engellenmesinin remzi, işareti olan ve darbelerin ilk adımı, birinci darbe, birincil darbe yani bir taç giydireceksek darbeler adına taç giyecek olan 27 Mayıs darbesidir. Ve 27 Mayıs darbesiyle alakalı söyleyeceğim en önemli şey, 1924 Anayasası'nı değiştirmiştir ve bu değişim olurken en önemli şey, cumhuriyetin kuruluş ve kurtuluş felsefesine muhalif bir kanat oluşturmuştur yani bir kopuştur aslında. Bizi cumhuriyete getiren, cumhuriyeti kuran 1924 Anayasası'na baktığımızda bu izleri hep görürüz. O izlerden bizi koparan, başka bir yere götüren ve özü itibarıyla da millet iradesini kenara koyan 1961 Anayasası'nın en temel özelliği, millete itimat etmemektir. Millete itimat etmemek adına farklı kurumlar ihdas eden bir anayasadan bahsediyoruz. İşte 27 Mayıs, baktığımız zaman, bunların remzidir, bunların temsilidir diye düşünüyorum.
Ve tabii, 27 Mayısla beraber yapılan şey aslında, 27 Mayıs en kanlı -ondan başka bir darbeden sonra böyle idamlar yoktur, yoktur- en ızdıraplı darbe sürecidir ve darbelerin gelenek hâline gelmesiyle alakalı muazzam bir adımdır, bir gözdağı vermektir. Kime? İşte, millete... Asıl gözdağı böyle olur, böyle yapmışlardır; millete gözdağı vermişlerdir. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Ve nasıl bir gözdağı? Bir tarafıyla siyasete bir gözdağı; siyasete, siyasetçiye. Türkiye'de siyaset yapan herkese önce Adnan Menderes'in -idamla alakalı- kefenini giyerek boğazında idam yaftasıyla olan o fotoğrafı gösterilir. O gösterilir, denilir ki: "Ah, bunları görerek siyasete çık." Hele de milletin sevdiği insansanız... Sayın Cumhurbaşkanımıza da böyle olmuştur ve daha dün denecek bir tarihte malum gazetecilerden bir tanesi yine o idam görüntüsünü hatırlatmıştır. Ve Cumhurbaşkanımız her zaman demiştir ki: "Biz kefenimizi giyerek geldik." Bu, bir iddiadır. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Bu iddia "Biz milletle beraberiz, bizi millet getirir, bizi millet götürür; biz kefen de olsa sonunda kendi bildiğimizi, kendi inandığımızı yapmaya devam edeceğiz." demektir. Ve elbette ki 27 Mayısla beraber yaşananların içerisinde insanların muazzam dramları vardır, muazzam. Ben Anayasa Komisyonumuza da anlattım, Adnan Menderes Yassıada'da kalırken sadece 2 defa ailesiyle görüşebilmiştir ve hiç yalnız kalamamıştır. Orada bir fotoğraf tasvir ettim, o fotoğrafta ada komutanıyla beraber, evlatlarıyla birlikte fotoğraf çektirmiştir ve kendisi oturmamıştır; Aydın Menderes'i kolunun altına almıştır, ön tarafta ailesi ve tam ortada ada komutanıyla beraber fotoğraf çektirmek durumunda kalmıştır. Yirmi dört saat gözünün içine bakılmıştır yani uyurken bile yanında biri olmuştur. Ölmeye giderken, idama giderken yapılanları burada söylemeyeceğim, Türkiye'de herkes biliyor. Bütün manevi hâline, bütün fiziksel bütünlüğüne dokunulmuştur. Böyle bakıldığı zaman, idam sehpasında da hüzünlü ama bütün bu hüzne, kırgınlığa rağmen milletine karşı bir kırgınlık hissetmeyen, hâlâ ölürken bile milleti için dua eden, hayır dua eden, milletine selam söyleyen, milletiyle helalleşen bir Başbakan vardır.
Şimdi, buradan baktığımızda, izniniz olursa, o gün yargılamalarla alakalı bir çalışma yaptı arkadaşlarım, hem kayıtlara girmesi için hem de buradan onları yâd etmek adına isimlerini anmak istiyorum. O gün kimler kimler yargılanıyordu? Bunlara bir bakmamız lazım. Bir defa hepimiz biliyoruz ki Cumhurbaşkanı Celal Bayar -devamı geliyor- Meclis Başkanı Refik Koraltan, Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun ve bakanlar, Sayın Başbakan Adnan Menderes; isimlerini de bildiğimiz ve sayabileceğimiz 15 kişi, aynı zamanda içerisinde bakanların da olduğu isimler. Bu 15 kişi Yassıada'da idam hükmü aldı, Anayasa'yı ihlalden idamla ilgili karar verildi fakat herkes bu kararı da göremedi. Aslında daha yargılamalar başlamadan İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay işkenceyle öldürüldü. Konya Valisi Cemil Keleşoğlu bilekleri kesilmiş hâlde bulundu ama intihar ettiği söylendi. İçişleri Bakanı Namık Gedik, Lütfi Kırdar -gidiyoruz, konferanslar dinliyoruz- evet, Lütfi Kırdar da bir 27 Mayıs mazlumuydu, şehidiydi; daha sonuçlar ortaya çıkmadan vefat etti. Gazi Yiğitbaşı, arkadaşlarımızın dedesi, babası; Afyonkarahisar Milletvekiliydi. Zakar Tarver, Yusuf Salman, Nuri Yamut İstanbul Milletvekilleriydi; Kenan Yılmaz Bursa Milletvekiliydi ve Namık Gedik harp okulunda gözaltındayken "Pencereden atlayarak intihar etti." denildi ama aslında İçişleri Bakanını oradan aşağıya attılar.
Şimdi, buradan baktığımız zaman ne kadar vahim bir tabloyla karşılaştığımızı görüyoruz. Türkiye Büyük Millet Meclisi Millî Birlik Komitesinin bir tebliğiyle kapatılmıştı. Bugün ne kadar büyük bir şey yaptığımızı anlamak için bu bile kâfidir diye düşünüyorum.
Bir de hatırlayacaksınız -yanlış hatırlamıyorsam- Demirkırat belgeselinde Madanoğlu'nun anlattığı bir hatırat var, o hatırattan bahsetmek istiyorum: Darbeyi yapanlar da aslında zaman zaman kendi yaptıkları şeyden -herhâlde insanların içinde darbeci de olsa bir merhamet kırıntısı kalabiliyor- bu sürecin biraz hafiflemesinden yana meylettiler ve özellikle hapishanelerde çok da doluluk olunca adım adım, yavaş yavaş bir kısmını serbest bırakma ihtiyacını duydular fakat bunun üzerine -enteresandır, çok şaşıracaksınız- Anayasa'yı hazırlamak için toparlanan ekipteki akademisyenler rahatsız oldular ve Madanoğlu'na dediler ki -kendisi anlatıyor Cemal Madanoğlu- "Ya bunları bırakmayın, eğer bunları bırakırsanız bu darbenin meşru olmadığı zannı gelişir. Eğer meşru olduğuna kanaat getirilmesi isteniyorsa, istiyorsanız bu toplumda, bu insanları yargılayın ve en ağır cezayı verin, bu millet görsün." Yani 27 Mayıstır aslında rövanş olan ve 27 Mayısta bilerek, isteyerek... Yani insanlar, siyaset yapacaklar korksun, sıradan vatandaşlar siyaset yapmasın; bir grup elitist siyaset yapsın, siyaset bir grup insanın olsun, bizim gibi Delicek'ten Şakir'in torunları yapmasın diye düşünülmüştür bunlar, onların olsun diye.
Değerli arkadaşlarım, sizler de biliyorsunuz, devamında, bu yargılamalar neticesinde bu 15 mahkûmiyete rağmen, önce iki bakan Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan ve daha sonra da bir gün sonra da 17 Eylülde Adnan Menderes Başbakanımız, rahmetli Başbakanımız asıldılar. Aslında bir tür bir şeydir, adım adımdır yani bir şeylerin, nasıl tepkilerin geleceğini ölçerek adım adım bu idamlar gerçekleştirildi. İşte, biliyorsunuz, dünyada pek çok malum uluslararası kuruluş var yani hüzünlü bir hikâye, gerçekten çok hüzünlü.
O dönemde, aslında baktığımız zaman, Anayasa'yı ihlal davasından 409 kişi, İstanbul-Ankara olayları davasından 89 kişi, Topkapı olayları davasından 46 kişi, Demokrat İzmir gazetesi davasından 23 kişi, 6-7 Eylül davalarından 14 kişi ve toplamda 589 kişi mahkûmiyet kararları aldılar ve ayrıca bu insanlar içerisinde, bu yargılananlar içerisinde sadece 49 tane de beraat kararı çıktı.
Değerli arkadaşlarım, şimdi geldiğimiz noktada, bir tarafıyla aslında size ifade ettim, Türkiye'de siyasal ve toplumsal hayat korkularla dizayn edilmek istendi. Belki diyebilirim ki bu konuyla alakalı, devam eden süreçte bütün siyasi partiler adım adım, belli aralıklarla düzenlemeler yaptılar. Yani işte, 62'de var bir düzenleme, 66'da var, 69'da siyasi hakların iadesi var, 74'te affa giren hâller var, 87 yılına geldiğimizde aslında bir tür iadeiitibar yapıldı ve 87 yılında aslında cenazelerin nakledilmesi düşünüldü. Fakat daha sonra 87'de bu yapılamadı ve 87'de mesela işte çevreye, okullara, sokaklara isimlerinin verilmesi anlamında bir iadeiitibar yapıldı ama 1990 yılına geldiğimizde artık cenazeler nakledildi. Bu nakilde ben de hukuk fakültesi son sınıf öğrencisiydim. İstanbul'da bu nakillerin yapıldığı günü hatırlıyorum, muazzam bir katılım vardı hüzünle karışık, çok duygusal, boynu bükük yani aslında üzerinden yıllar geçmiş baktığınız zaman, 90'a geldiğimizde, işte otuz yıl geçmiş, boynu bükük insanlar; bugün altmış yıl geçmiş, bir yarayı ancak bizler toparlayabiliyoruz. Ne diyelim, o yarayı onarmak da tam mümkün değil belki ama onun karşısında yapılabilecek ne varsa bütün imkânlarımızla yapmak istediklerimizi tüketmek istiyoruz, yapılabilecekleri tüketmek istiyoruz.
Değerli arkadaşlarım, evrensel hukuk kaideleri açısından da bir değerlendirme yapmak istiyorum. Zira, bunu neden, hangi yöntemle yaptığımıza bağlamak istiyorum. Tabii, bu yaralar onarılırken Yassıada'nın bir Demokrasi ve Özgürlükler Adası olması çok önemli bir adım. O manada Sayın Cumhurbaşkanımız, AK PARTİ çok büyük bir adım attı Milliyetçi Hareket Partisinin de çok büyük desteğiyle. Bu manada baktığımızda, Yassıada'nın fiziken onarılmış olması, oraya gidildiğinde mahkûmların, o değerli insanların yaşadıklarını bir nebze olsun görmek, nereden nereye geldiğimizi görmek açısından, bu onarım açısından önemli bir adım. Fakat bugün geldiğimiz noktada "Yaşayan ne var?" diye sorarsak hukuk âleminde her şeye rağmen bir mahkûmiyet var. Yani bugün, biraz evvel okuduğum gibi 409 kişi Anayasa'yı ihlalden mahkûm olmuş durumda. Yani rahmetli Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan; biz ne kadar itiraz edersek edelim, bir hukuki gerçeklik anlamında söyleyecek olursak hâlâ birer mahkûmlar.
Bizim yapmak istediğimiz şey birkaç farklı yöntemle de yapılabilirdi belki. Yani bir af çıkarılabilirdi, af olabilirdi. Eğer af olsaydı biz o zaman diyecektik ki: "Gerçekten bir yargılama var, biz bir af çıkardık." E, buna kalbimiz, vicdanımız müsaade etmez. Yeniden yargılama olabilirdi. E, yeniden yargılama da aynı anlama geliyor yani bir mahkeme var, yapıldı da yeniden yargılanıyor gibi olur. Hâl böyle olunca, biz aslında evrensel hukuk adına en önemli şeyi "tabii hâkim" ilkesi dediğimiz... Yani bir kişi yargılanırken o suçu işlediği zaman meri olan hukuk kurallarıyla ve o suç işlendiğinde var olan hâkimlerle, mahkemelerle yargılanır ve Türkiye'deki bu bir sürü darbeler tarihinde sadece 27 Mayısta onlara özel bir mahkeme kurulmuştur ve onlara özel bir yargılama usulü belirlenmiştir. Bugün bizim yapmaya çalıştığımız şey aslında, onlara özel bu mahkemeyi kuran kanunu yok hükmüne getirmek yani eskilerin tabiriyle keenlemyekûn yapmak istiyoruz. Nihayetinde de 27 Mayıs 1960'tan itibaren bu kanunu kaldırmakla beraber, biz aslında yargıyla alakalı meseleye dokunmadan, hassasiyet göstererek, karar verme sürecine -öyle diyelim- hassasiyet göstererek ama bir tarafıyla da baktığımızda bu hukuksuz, darbeci anlayışın mahkemelerini, mahkeme olmayan sözde mahkemelerini -ki onlar birer tiyatro bile değil, birer müsamereydi- ortadan kaldırmak için bugün buradayız. Böyle bakıldığında, Türk demokrasisi için fevkalade önemli bir iş yapmış olacağız inşallah.
Şimdi, devamında değerli arkadaşlarım, bu düzenlemeyi yaparken o zamanlar mesela, 1924'te malların müsaderesiyle alakalı bir yasak vardı, o yasağı da ortadan kaldırmışlardı. Adnan Menderes'in şahsi mal varlığına yani çiftliğine dahi el koymuşlardı, pek çok insanın malları müsadere edilmişti. Bugün, dönüp baktığımızda -belki somut bir meyve olarak diyelim- onların çocuklarının çocuklarına bir manevi tazminat verme imkânımız olacak. Bunun da çok anlamlı olduğunu düşünüyoruz. Bununla alakalı da bir heyet oluşarak en azından sürecin belirlenmesi ve daha sonra da yargısal manada manevi bir tazminatın hayata geçmesi mümkün olacak.
Şüphesiz, bu şekilde hayatını kaybeden şehitlerimiz için, siyasetin ve Türkiye'nin demokrasi hayatının şehitleri için bunlar çok azdır, çok azdır. Ama bize düşen, nesiller içerisinde adım adım adım -biraz evvel bahsettiğim gibi- inanıyoruz ki 1962'den itibaren peyderpey verilmek istenilen haklarla ilgili olarak bu son bir merhaledir. Bize düşen de bu Meclise düşen de en onurlu işlerden bir tanesidir.
Bu manada, bu konuyla alakalı çok büyük hassasiyet gösteren bütün siyasi parti gruplarına, İYİ PARTİ'ye, MHP'ye, HDP'ye, CHP'ye ve AK PARTİ'ye -aynı zamanda grubu olmayan siyasi partilerin de ben bu konuda desteği olduğuna eminim- bu konudaki hassasiyetleri için fevkalade teşekkür ediyorum. Elbette, biraz evvel bahsettiniz, Türkiye'de darbelerin, daha sonraki darbelerin, 1971'de, 1980'de, diğer darbelerin de incittiği, hasar verdiği hayatlar var. Bu hayatlarla ilgili olarak da... Çünkü 27 Mayıs -ben biraz evvel ifade ettim- çok nevi şahsına münhasır bir darbe, çok nevi şahsına münhasır bir yargılama ve özel bir sistematiği var. Öyle bakıldığı zaman, onu bir kenara koyarak diğer konularla ilgili olarak da...
İşte irade burada, biz buradayız. Yeter ki ortak aklımız olsun, yeter ki Türkiye Büyük Millet Meclisi kendi ortak aklını kullanarak Türkiye'nin temel meselelerinde, ister bugüne dair, ister geçmişte olanlarla alakalı yeni sonuçlar üretmek istesin. Bunlarla alakalı da hep beraber ne yapmamız gerekiyorsa yine yaparız.
Bu manada, ben, Meclis Başkan Vekilimize, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanımıza ve elbette ki Sayın Cumhurbaşkanımıza da bu konudaki hassasiyetlerine binaen, tüm parti gruplarına teşekkür ettiğimiz gibi teşekkür ediyorum.
Sizleri saygıyla selamlıyorum. Sağ olun. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)