GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2020 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi ile 2018 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Teklifinin 6'ncı Tur görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:34
Tarih:15.12.2019

İYİ PARTİ GRUBU ADINA AYHAN ALTINTAŞ (Ankara) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum. Konuşmama başlamadan önce, Doğu Türkistan'daki Uygur kardeşlerimize yapılan mezalimi şiddetle kınadığımı bildirmek istiyorum. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar) Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetinin bu zulme tepkisinin ürkek ve cılız olmasını da yadırgıyorum. "Zulme sessiz kalan, zulmü yapan gibidir." hadisişerifini de hatırlatıyorum. (İYİ PARTİ sıralarından alkışlar)

Sayın Bakanım, Doğu Türkistan'daki kardeşlerimiz seslerini duymamızı, duyurmamızı bekliyorlar. Ben de bunu birinci elden size iletiyorum.

Milli Eğitim Bakanlığı, 1 milyona yakın öğretmen, 20 milyona yakın öğrencisiyle devasa bir kurum. Bu kurumun bütçesi ve sorunları üzerinde saatlerce konuşsak, yine de bitiremeyiz, o nedenle sadece bazı konulara yoğunlaşacağım.

Öncelikle bir eğitimci ve milletvekili olarak, vatandaşlarla görüşmelerimden elde ettiğim geri bildirimleri sizlerle paylaşmak istiyorum: "Ülkemizde eğitimin bir felsefesi vardır." ya da "Eğitim anlayışımız budur." diyebileceğimiz bir sistemimiz maalesef yoktur; var olan sistemlerimiz, kişiye bağlı ve bağımlıdır. Neredeyse her yıl değişen sınav sistemi, sistemsizliğin ve günübirlik anlayışımızın bir göstergesidir. "Eğitimde şunu çok iyi yapıyoruz, şurada başarılıyız." diyebileceğimiz bir gözlem, tespit veya değerlendirmemiz var mıdır?

Okul ve eğitim yöneticileri, çoğunlukla, sendika ve siyasete dayalı atanmaktadır. Yöneticiler ve öğretmenler arasında güven duygusu azalmıştır. Öğretmenlerin, kendilerini geliştirebilecekleri, güncelleyebilecekleri eğitimlere ihtiyaç duyulmaktadır. Özellikle laboratuvar derslerine giren öğretmenlerin, bilgi güncellemelerine ihtiyaç vardır. Proje okullarına atanan öğretmenlerin yeterlilikleri tartışmalıdır. Öğretmenlerin motivasyonları azalmıştır; mesleğini seven, yaptığı işten zevk alan öğretmen sayısı azdır. Ekonomik tatminsizlik burada önemli rol oynamaktadır.

Öğrencilerin ilgi ve yeteneklerini göz ardı eden, herkese aynı reçeteyi sunan bir sistemimiz vardır. Örneğin, fen lisesi ile mesleki teknik okuldaki öğrenciler aynı müfredata tabi olmaktadırlar. Meslek liselerinde başarı oranı bu nedenle düşmektedir. Meslek liseleri eğitimi daha az teorik, daha fazla uygulamaya yönelik olmalıdır. Liselerde alan seçimleri 11 yerine 10'uncu sınıfa alınmalıdır. Bu konuda geç kalınmaktadır. Ev ödevlerinin çokluğu, öğrencileri okuldan uzaklaştırmakta, travmalara neden olmaktadır. Okul öncesi eğitimde bile ödev verilmekte, proje ödevleri çoğu zaman veliler tarafından yapılmaktadır. Sosyal etkinlik saatleri mevzuatta yer almakta ama gerçekte etkinlikler yapılmamakta veya yapılamamaktadır. Sınıf mevcutlarında imam-hatip liseleri lehine ayrımcılık yapılmaktadır. Meslek lisesine ya da imam-hatip lisesine gitmek istemeyen öğrenciler, özel okullara veya açık liselere gitmeye mecbur kalmaktadırlar. Haftalık ders saatleri yüksektir ve azaltılmalıdır. Örneğin, ilkokul yirmi beş saat, ortaokul otuz saat, liseler ise otuz beş saat olabilir. Sabah 07.00'de derslerin başladığı ikili eğitim ilkokulları hâlâ bulunmaktadır.

Biraz da Doğa okullarının içinde bulunduğu mali kriz nedeniyle gündeme gelen özel okullar hakkındaki görüşlerimi aktarmak istiyorum. Belli ki özel okul sahibi yatırımcı, velilerden aldığı parayı asıl işi olan inşaata yönlendirmiş, orada parayı batırmış, öğretmenlerin maaşını ödememiş, okulu parasız, veli ve öğretmenleri mağdur durumda bırakmış, sonra da "Nasılsa devlet çözer." diye sorunu, Millî Eğitim Bakanlığının kucağına atmıştır.

Her ne kadar "Ekonomik kriz yok." deseniz de özel okulların durumu kriz olduğunun kanıtıdır. Çok okul açıldı ama ekonomik kriz nedeniyle özel okulların kontenjanlarının pek çoğu boş kaldı. Doluluk oranları yüzde 50 civarında. Pek çok özel okul, maliyetleri karşılayamıyor. Hâlbuki okullar açılırken hem yatırımcıdan hem de isim hakkı veren kuruluştan teminatlar alınmalı, müteselsil kefaletler getirilmeliydi; özel hastanelerdeki gibi ruhsat verilirken mevcut okulların doluluk oranı dikkate alınmalıydı. Sonuçta Bakanlık, fizibilite, gözlem ve denetim sorumluluğunu tam olarak yerine getirememiş, durumu seyrederek testinin kırılmasını beklemiştir.

Bir diğer sorunumuz ise dershaneler. Dershaneler kapatılmadı mı? Evet, kapatıldı ama resmiyette; pratikte "etüt merkezi" adı altında kayıt dışı dershaneler her sokakta bulunuyor. Bir ders için ruhsat alıp diğer dersleri de kayıt dışı veren merkezlerle ilgili yaptırım ve denetim yok.

Açık liselerde de eğitim önemsizleştirilmiş durumda. Sınav odaklı bakış açısı, eğitim sisteminin temeli oldu. 2012 yılında çıkarılan 4+4+4'le birlikte "Altmış altı ayını dolduran çocukların ilkokula başlaması zorunlu, altmış-altmış altı aylık çocuklar ise isterse başlayabilir." dendi. Bu yanlış karardan Sayın Bakanımız göreve geldikten sonra vazgeçildi ama 2012 yılında normalin üstünde öğrenci ilkokula kaydedildi. Bu öğrenciler 2020 yılında liseye başlayacaklar. Tabii, çoğunlukla talepler Anadolu ve fen liselerine olacak fakat bu okullardaki kontenjanlar yetersiz kalınca Bakanlık, hep yaptığı gibi, çocukları imam-hatip liselerine yönlendirecek.

Saygıdeğer Bakanımıza buradan hatırlatıyorum: Gelecek sene her zamankinden fazla öğrenci liseye başlayacak. Bu öğrencilere şimdiden fen ve Anadolu lisesi kontenjanları ayarlayınız, "Yer kalmadı." demeyiniz, çocukları istemedikleri okullara zorlamayınız.

Bir diğer sorun, ÖSYM. ÖSYM'nin sicili, ülkemiz gençleri nezdinde bayağı bozuk. Gençler, sınavlara kendi bütçelerine göre büyük paralar ödüyorlar, sınava hazırlanıyorlar ki bu süreç en az bir sene; bazıları sınavlar için birkaç sene çalışıyor ama bu süreçte birkaç kez sınav sistemi değişebiliyor. Sınava giriyorlar, beklenti ne? İyi bir gelecek. Burada, güvendikleri, daha doğrusu güvenmek zorunda kaldıkları bir kurum var: ÖSYM, 2010 yılında KPSS sorularını çaldıran ÖSYM. Yani, ÖSYM "Emeğiniz emanetimizdir." sözünü tutamamıştır.

Bir diğer konumuz YÖK. YÖK'ün kuruluş amacı, 12 Eylül darbesinden sonra üniversiteleri disiplin altına almaktır. Bu nedenle, uzun yıllar özellikle özgür üniversite talep eden her kesimin eleştirilerine maruz kaldı; en çok eleştirenlerden biri de AK PARTİ'ydi.

ÖMER FETHİ GÜRER (Niğde) - Unuttular.

AYHAN ALTINTAŞ (Devamla) - Ancak ilerleyen zaman içinde iktidar, YÖK'ü teslim alarak kullanmaya başladı ve iktidar açısından, özgür üniversite talebi de bitti. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ise üniversiteler, YÖK'ten çok Cumhurbaşkanlığına bağlandı; rektörlüklere doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atama usulü getirildi; liyakat ve akademik etkinlik yerine siyasi iktidara yakınlık öne çıktı, hatta öyle ki bir ara rektör olmak için profesör olma şartı kaldırıldı, iki ay sonra tekrar kondu. Araştırmacıyı motive edemeyen, akademik vizyonu olmayan, bilimsel gelişmeleri ve süreçleri takip edemeyen kişilerin rektör olmasının sonuçları görülmüştür. Bu nedenle, hemen hemen her ülkede rektörler saygın profesörler arasından seçilir.

Kolayca izin verilen vakıf üniversitelerinin pek çoğuysa üstü kapalı özel üniversitelere dönüşmüş durumda; Sayın Cumhurbaşkanı bile 18 Ekim 2019'da yaptığı konuşmada "Adları 'vakıf' ama ticari gibi çalışıyorlar." dedi ama bu üniversitelerin pek çoğunda iktidara yakın isimlerin, vakıf mütevelli heyetlerinde olduklarını söylemedi. Bu yüzden, bu üniversiteleri denetlemekle görevli YÖK'ün gücü yetmiyor. Hâl böyle iken, dünyanın en iyi üniversitelerinin Türkiye'den çıkmasını bekliyor musunuz? Uluslararası sıralamalarda ilk 100'de hiç üniversitemiz yok, ilk 200'de de yok, ilk 400'de de yok. 5 milyon nüfuslu, Kıbrıs'tan küçük alana sahip Singapur'un ilk 50'de 2 üniversitesi var. Times Higher Education'un hazırladığı rapora göre, Dünya Üniversiteleri Sıralaması'nın ilk 100'üne Amerika'dan 41, İngiltere'den 11, Almanya'dan 8 ve Avustralya'dan 6 üniversite girmiş. Türkiye'de 129'u devlet, 73'ü vakıf olmak üzere toplam 202 üniversite var ve Türkiye'nin bu sıralamada en iyi üniversitesi, 400'den sonra.

Değerli milletvekilleri, 2020 yılı için 129 devlet üniversitesine ayrılan 6 milyar dolarlık bütçe, Amerika'da doktora yaptığım üniversite bütçesinin çok altındadır. Üstüne üstlük bu bütçenin yüzde 70'ten fazlası, personel giderine ve sosyal güvenlik primine gidiyor, kalan yüzde 25 ile de binaların bakım onarımı, elektrik, su, ısınma giderleri karşılanırsa geriye hiçbir şey kalmıyor.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Tamamlayın.

AYHAN ALTINTAŞ (Devamla) - Tamamlıyorum Sayın Başkanım.

Dolayısıyla üniversitelerin, araştırma yapacak, gelişimine destek olacak, yeni yatırımlar yapacak bütçeleri yoktur. Bu bütçenin maalesef çok yetersiz olduğunu ifade ediyor, yine de bakanlık bütçesinin hayırlı olmasını diliyor, Genel Kurula, Bakanlık, YÖK ve ÖSYM personeline selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum. (İYİ PARTİ ve CHP sıralarından alkışlar)