GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2019 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ile 2017 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesap Kanunu Tasarısının 3'üncü Tur görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:31
Tarih:13.12.2018

İYİ PARTİ GRUBU ADINA HASAN SUBAŞI (Antalya) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Ankara'da yaşanan tren kazası nedeniyle kaybettiğimiz yurttaşlarımıza Allah'tan rahmet, yaralı yurttaşlarımıza acil şifalar diliyorum, ailelerine ve milletimize de başsağlığı dileklerimi sunuyorum.

2019 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi ve Adalet Bakanlığı bütçe teklifi hakkında konuşmak için söz almış bulunuyorum.

Bütçe konuşmalarını izliyoruz, iktidar partisine mensup hatipler ve Sayın Bakan "Durmak yok, yola devam." diyerek bütçe taslağını hem övmüşlerdir hem savunmuşlardır. Ben burada şunu söylemek istiyorum: Keşke Türkiye'nin içinde bulunduğu ekonomik tablo, kriz dönemi, adalette yaşanan çöküntü ve kriz nazara alınarak bu bütçeler hazırlanabilseydi ama bence bu fırsat kaçırılmıştır ve burada Hükûmetin ısrarla "İyiye gidiyoruz, yola devam." duruşu Türkiye'de ciddi sorunlar yaratmaya devam edecektir.

Cumhurbaşkanlığı hükûmet sistemini gerçekten savunmak zorundalar, artık bu işe başladıktan sonra. Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı sözlerinde "Daha dinamik, daha çabuk hizmet verebilmek için bu sistem benimsenmiştir." dediği zaman ben şunu söylemek istiyorum: Yetkilerin tek elde toplanmasıyla, merkezde toplanmasıyla hızlı işleyen, hızlı hizmet üreten hiçbir sistem yoktur. Dünya tam da bunun tersini yaparak liyakat sahibi bürokratik çevrelere, mahalli idarelere yetkiyi paylaştırarak hizmetleri çabuklaştırmış, dünya bunu keşfetmiş, yüz yıldır da bu, dünyanın gündemindedir ama Türkiye'de maalesef bütün yetkiler tek ele alınmak suretiyle -Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcımızın dediğinin tam aksine- sistem çalışmamaya başlamış;, adalette, millî eğitimde, sağlıkta, turizmde, tarımda ve ekonomide çöküntüler başlamıştır.

Ben keşke bu fırsat kaçırılmasaydı da bir kriz bütçesi hazırlanabilseydi dedim yani bir sosyal rehabilitasyon projesi, bir sosyal devlet projesi hâline getirilebilseydi, tam bir tasarruf projesi hâline getirilseydi, kriz nazara alınarak ona göre bir bütçe yapılabilseydi. Bana göre, bu fırsat kaçmıştır.

Bütçeye baktığımız zaman, 125 üniversitemize 30 milyar ödenek ayrıldığını görüyoruz. 125 üniversitemize 30 milyar ayrılırken sadece Harvard Üniversitesinin bütçesi de buna eşit. Sonra da diyoruz ki "Bizim üniversitelerimiz niye ilk 500'ün içinde değil?" Çünkü ne araştırmaya ne geliştirmeye ne de eğitim kalitesine yetecek imkân sağlanmamıştır. Hele hele en önemlisi, özgürlükler ve özerkliği elinden alınınca üniversitelerimiz fikir de üretemez olmuşlar ve yaratıcı olamamaktadırlar.

Yine bütçeye baktığımız zaman, önümüzdeki yıl 117 milyar faize ayrılmıştır. Artık bugün bankaya müracaat edenler yüzde 40'lar seviyesinde ancak kredi bulabilmektedir, onu da bulabilirse. Esnaf ve çiftçiye de kredi imkânı artık sağlanamamakta "Deniz bitti." denilmektedir.

Geçenlerde söz etmiştik, UYAP verilerine göre Türkiye'deki icra dosya sayısı 2008 yılında 8 milyon 613 bin iken 2018'de 19 milyon 901 bin olmuştur. 2002'de 1,6 milyon kişi kredi kartı borçlusuyken 2018'de 32 milyon kişi kredi kartı borçlusudur. 2002'de 926 bin kişi açlık sınırı altında ücret alırken 2018'de 16 milyon 500 bin kişiye, yoksulluk sınırı ise 2002'de 18 milyon kişiyken 2018'de 22 milyon kişiye ulaşmıştır. Bunlar bir ekonomik krizin göstergeleridir. Bunu saklamanın, yokmuş gibi göstermenin "Yükseliyoruz, yüceliyoruz, kalkınıyoruz." demenin bir anlamı yoktur. Bunların sağlıklı tartışılabilmesi gerekmektedir.

Keşke bu bütçede bir sosyal restorasyon yaşanabilseydi. Emeklilikte yaşa takılanlar, gösterge bekleyenler, açlık sınırının altında, yoksulluk sınırının altındaki milyonlar ve 32 milyon kredi borçlusu düşünülerek bir restorasyon projesine dönüştürülebilseydi, bir tasarruf projesine, bir tasarruf bütçesine dönüştürülebilseydi. Ama hükûmet sisteminin başındaki Cumhurbaşkanımıza baktığımız zaman tasarrufun olmadığını, itibardan tasarruf edilemeyeceğini söyleyerek her konudaki savurganlığımız başta Hükûmetin başından kaynaklanmaktadır. Ben çok değinildiği için kendi ücretine yapılan zamdan çok da bahsetmek istemiyorum ama bu arada, keşke yine bu bütçede üretime yönelinseydi, tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi için ciddi paylar ayrılsaydı çünkü "yerli ve millî" derken Anadolu topraklarını yoksul bırakmışızdır, tarımı, tarım sektöründe yaşayanları neredeyse şehre göç noktasına ve topraklarını terk etme noktasına bırakmışızdır.

Şimdi, hayvancılık yapan yurttaşlarımız et kombinalarında, mezbahalarda sıra beklerken geçenlerde Dışişleri Komisyonuna Sırbistan'dan 5 bin ton et ithal etmek için bir protokol onay için gelmiştir, İYİ PARTİ milletvekillerimizin muhalefet şerhiyle bu, Komisyondan geçmiştir. Bunu ciddi bir kriz nedeni olarak görüyorum çünkü gerçekten, hayvancılık yapan, besicilik yapan insanlarımız zor durumdadır, hele, yem fiyatlarıyla bu içinden çıkılmaz hâl almıştır. Hele, kış günlerinde sadece yemle beslemek zorunda kalan besicilerimiz kombinalarda sıra beklemektedir hayvanını kestirebilmek, borcunu ödemek için ama 5 bin ton daha ithalat bu sektörün belini bükecektir.

Bunlar ekonomik kriz göstergesi dedik; plansızlık, programsızlık demiştik ama adaletteki kriz hepsinden önemli, o daha derindir. Sadece bir rakam, istatistiki bilgi vermek istiyorum. Şüpheli sıfatıyla soruşturma geçiren 2006 yılında 2 milyon 943 bin kişiyken 2017 yılında 11 milyon 985 bin kişiye ulaşmıştır. Yani 12 milyon kişi şüpheli sıfatıyla soruşturma geçirmektedir. Bu, ne kadar vahimdir. Bunlar büyük ihtimalle bizim gözü kapalı olmak yerine gözü açık adaletimizin marifeti ve 12 milyon kişinin içinde büyük çoğunluğunun muhalefet olduğunu söyleyebiliriz. Hükümlü sayısında da çarpıcı bir istatistiki bilgi vermek istiyorum. 2002 yılında hükümlü sayısı 30.637 kişiyken 2018 yılında 202 bin kişiye ulaşmıştır yani bundaki artış yüzde 560'tır. Cezaevi personeli 25 binden 60 bin kişiye çıkmış ve yine 2023 yılına kadar 228 yeni cezaevi yapımı için plan, program yapılmıştır. Türkiye'nin "Gelişiyoruz, kalkınıyoruz, büyüyoruz." derken hangi istikamette büyüdüğünü, kalkındığını bu veriler çok açıklıkla veriyor.

Hukukun Üstünlüğü Endeksi'nde -maalesef çok acı, onu vermek bile istemiyordum- 2014'te 59'uncu sıradayken 2018'de 101'inci sıraya düşerek Kenya, Uganda gibi ülkelerin bile gerisine düşmek mahcubiyet vericidir.

Yargının bağımsızlığından, tarafsızlığından bahsetme imkânımız hiç kalmamıştır. Yargıcın teminatı da olmadığı için artık yargıçlar ve savcılar savrulmaktadır ve siyaset hukukumuza, adaletimize egemen olmuştur maalesef.

"Geçmişte yaşanan Yassıada yargılamaları tarihte kaldı." derken "Geçtiğimiz yıllarda yaşanan Ergenekon soruşturmaları faciası, tutuklananlar hatırlardan uzak olmamalıdır." derken şimdi FETÖ soruşturmaları, tutarsız, adaletsiz yargılamalar ve soruşturmalar sonucunda, adalet tümüyle içinden çıkılmaz hâle gelmiştir. Öyle ki artık yıllarca FETÖ konusunda uyaran yazarımız, çizerimiz ve bu konuda mücadele eden insanlar FETÖ'den tutuklanmaya başlamıştır ve son olarak da geçen gün Necati Doğru, Emin Çölaşan gibi isimlere de FETÖ'cü oldukları iddiasıyla soruşturma başlatıldıktan sonra buna söylenecek bir şey bulamıyorum ama "şaka gibi" demek içimden geliyor.

Türkiye'de bize en çok lazım olan demokrasi diye düşünüyorum. Hukukun bu kadar savrulduğu yerde insan hakları ve demokrasi bizi bir şekle sokabilir ama insan hakları kavramından uzaklaşan siyaset kurumu, yargı, adalet müesseseleri maalesef toplumumuzu çıkmazlar içinde yaşatmaktadır; çalkalanmaktayız. İnsan Haklar Evrensel Beyannamesi'nin imzalanmasının 70'inci yılında yine her an insan hakkı ihlalleri ülkemizde yaşandığı gibi, bizzat Cumhurbaşkanımız da bir savcıya, yargı kararlarına, insan hakları kararlarına karşı rahatlıkla "Hadi oradan!" "Ben seni tanımıyorum." "Sen kimsin!" "Haddini bil!" gibi sözler sarf edebiliyor. Bu sözleri sarf ettiği zaman o yargının, yargıcın ya da savcının durumunu düşünün, bağımsız hareket edebilme şansı hiç kalmaz.

Alevi yurttaşlarımızın ibadethane olarak saydıkları cemevi konusunda ne siyaset kurumu ne yargı kurumu "Bu böyledir." diyememiştir; o, bizim siyaset kurumunun ve yargının utancıdır, insan hakları konusundaki seviyemizi gösterir ama nihayet 2014'te bu karar alındıktan sonra Türk yargısında benzer kararlar çıkmaya başlamıştır, nihayet geçen gün de bir mahkeme kararı... Yine, 70'inci yılda olması nedeniyle bahsediyorum.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

BAŞKAN - Buyurun, tamamlayın Sayın Subaşı.

HASAN SUBAŞI (Devamla) - Yargı kararı vermiş ve ibadethane saymıştır.

ALİ KENANOĞLU (İstanbul) - Hükûmet uygulamıyor ama efendim, bilginiz olsun.

HASAN SUBAŞI (Devamla) - Sayın Ağıralioğlu'nun söylediği gibi, caminin alternatifi tabii ki değildir ama "Bu benim ibadetgâhımdır." diyen insanların ibadetgâhıdır.

Ben, belediye başkanlığım döneminde, 1990'lı yıllarda ilk cemevinin temelini atarak, arsa tahsis ederek, planını yaparak inşasına yardımcı olduğum zaman, bunun, Türkiye'de bir ilk kamu hizmetlisinin desteği olduğunu bilmiyordum. Birkaç yıl önce Aleviler, Alevi hemşehrilerimiz beni çağırıp da bir plaketle ödüllendirdiklerinde "Bu ne?" demiştim, "Türkiye'de -Antalya'da- cemevi yapılmasında kamu hizmetlisinin desteğini ilk sizden görmüştük; bu, onun plaketi." demişlerdi. Bununla mutlu olmuştum ama bir taraftan da utanç duymuştum. Türkiye'de insan hakları konusundaki geri kalmışlığımız, bugün adaletin ve hukukun en önemli sorunudur diye düşünüyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum. (İYİ PARTİ, CHP ve HDP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkürler Sayın Subaşı.