| Konu: | Başbakanlığın, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 21/7/2016 tarihli ve 1116 sayılı Kararı'yla ülke genelinde ilan edilen ve 18/1/2018 tarihli ve 1178 sayılı Kararı uyarınca devam etmekte olan olağanüstü hâlin, 19/4/2018 Perşembe günü saat 01.00'den geçerli olmak üzere üç ay süreyle uzatılmasına dair tezkeresi (3/1566) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 87 |
| Tarih: | 18.04.2018 |
HDP GRUBU ADINA AYHAN BİLGEN (Kars) - Herkesi saygıyla selamlıyorum ama ortada sert konuşacak bir muhatap göremiyorum, onun için OHAL'e yakışır bir tonda konuşmaya çalışacağım.
Değerli arkadaşlar, 7'nci kez bir işi tekrar yaparsanız, o iş ne olursa olsun, ilk 6'sında neden yapamadığınıza dair galiba bir gerekçe ortaya koymanız gerekir. 6 kez aynı talepte bulunuyorsunuz, aynı gerekçeyi ortaya koyuyorsunuz ama her seferinde o gerekçeyi bir kez daha tekrarlayarak kamuoyunun önüne, Parlamentonun önüne geliyorsanız, ya sizin 6 kez o işi yapma biçiminizde bir sorun var ya sorunun kendisiyle ilgili kamuoyuna, topluma söyleyemediğiniz başka bir şey var demektir.
Şimdi çok basit bir kıyas yapacağım ama... Şu Parlamentonun tadilatıyla ilgili bir iş verseniz ve üç ay içerisinde muhatabınız bu işin biteceğine dair taahhütte bulunsa, üç ay bitince gelse dese ki: "Bir üç ay daha." Evet, bir üç ay daha, 2'nci üç ay, 3'üncü, 6, 7... Değerli arkadaşlar, bir şey bir iki aylığına öngörülür de yirmi dört ay içerisinde bitirilemez mi? O zaman bizim güvenlik politikamızda bir sorun var, bizim güvenlik anlayışımızda bir sorun var, ya tehdit bizim tarif ettiğimiz gibi değil, kökler başka bir yere uzanmış, başka bir güç var karşımızda ya da biz bunu yapacak iradeye, stratejik akla ve vizyona sahip değiliz demektir. Dolayısıyla da yirmi dört ayı dolduracak eğer bu uzatma son uzatma olursa. Henüz onu da söyleyecek bir muhatap yok ortada yani "Bu kez son olacak, bir daha olmayacak." Bu, başta "Bir iki ay." dediğiniz şey, "Belki üç ay bile dolmadan bitiririz." dediğiniz şey yirmi dört ayı bulduğunda bile biter mi bitmez mi, daha ne kadar sürer, buna dair de hiçbir öngörü gözükmüyor. En azından buraya gönderilen metinde "Biz bu işi şu ölçekte görüyorduk, bu kadarını bitirdik, geriye bu kadar kaldı. Bu, üç ayda biter." "Hayır üç ayda bitmez, otuz ayda biter." neyse, bunu öngören bir öneri de Parlamentoya gelmiş değil. Şimdi, bu durum bir öngörüsüzlük mü, bir tehlikenin büyüklüğünün farkına varamama hâli mi, yoksa aksine bilerek muğlak bırakma, karanlık bırakma, esnek bırakma, bulanık tutma ve bu ortamda, bu atmosferde canınızın istediği her işi yapmak için kullanılan bir araç mı? Bir kere burada hem etik bir tartışma yapmak gerekiyor çünkü bu topluma karşı bir sorumluluk hem de doğrudan doğruya strateji tartışması yapmak gerekiyor. Ama görünen o ki böyle bir tartışma yapmaya dair bir niyet ve irade de yok.
Değerli arkadaşlar, çok örnek var ama en son bir üniversitede, Osmangazi Üniversitesinde "bir kişinin cinneti" diye tarif edilen ama aslında onun çok daha ötesinde ilişkilere dair iddialar kamuoyunda konuşulan... Yani, işte, o 4 akademisyeni öldüren kişinin geçmişte güvenlik, istihbarat birimleriyle ilişkileri hatta bir milletvekiliyle çok sıkı ilişkileri olduğuna dair bilgileri Eskişehir'de herkes konuşuyor.
Şimdi, 1 kişi 100 kişiyi ihbar edecek, böyle bir ruh hâline sahip olacak ama -bırakın çocuklarınızı buraya teslim etmeyi- bir üniversitede bu işle ilgili ciddi hiçbir takip, soruşturma sistemi işlememiş olacak. Sadece bu olay bile şunu göstermeye yetmiyor mu: Aslında "güvenlik" adı altında, "beka" adı altında başka hesaplaşmalar yapılıyor, başka tasfiyeler yapılıyor, başka koltuk, çıkar hesaplarıyla aslında 15 Temmuz istismar ediliyor, OHAL istismar ediliyor.
Şimdi, burada doğru olan, olayı sadece "bir kişinin psikolojik bunalımı" olarak tarif etmek mi yoksa "Bu iklimi, bu atmosferi, bu bataklığı neden kurutamıyoruz, neden bu ortamdan çıkamıyoruz?" diye bununla ilgili samimi, ciddi bir öz eleştiri, bir yüzleşme yapmak ve kamuoyuna hesap vermek mi?
Yani, burada, tek tek her üniversitede böyle psikolojisi bozulmuş kişilerin çıkmasını, medyaya yansımasını, kafayı bozduğunda 3-4 akademisyeni öldürüp ondan sonra da tartışma yapmayı mı tercih edeceğiz yoksa bu süreçleri tümüyle önleyecek bir iradeyi, aklı mı geliştireceğiz?
Ben isimler üzerinden asla polemik yapmak istemiyorum ama Fatih Üniversitesinin rektörü değerli arkadaşlar, çok yakın tarihte çok önemli bir yere atandı -isimlerle ilgili hiçbir polemik için söylemiyorum- Bank Asyanın Genel Müdür Yardımcısı da Sermaye Piyasası Kurulunun en üstüne atandı. Ama bankada hasbelkader senedi orada olduğu için havale yapan, satın aldığı evin senetleri oraya verildiği için parasını oraya yatıran bu süreçte yargılama konusu yapıldı. Ya da rektör cezalandırılmayıp taltif edilirken çocuğu oraya giden veliler bundan dolayı -açık iddianamelerde- soruşturma süreçlerinde yargılamaya maruz kaldılar, muhatap kaldılar. Şimdi, burada bir tutarlılık, bir samimiyet, bir ilkeli yaklaşım hassasiyeti sergilenmesi gerekmiyor mu, her şey çok normal mi? Yani öğrenciler, bankaya para yatıranlar ve orayı yönetenler... Mesele sadece o meşhur milat mı yani o milattan önce olan, sonra olan mı? O miladı kim belirledi? O milat gerçekten doğru milat mı? O milattan önce bu ülkenin en üst düzey istihbarat birimlerine yönelik operasyon yapıldı. Kimin yaptığını siz de biliyorsunuz biz de biliyoruz. Peki, niye milat o tarih değil? Dolayısıyla da burada her şeyin çok karışık olduğunu, en azından çok yüzeysel okunamayacak, değerlendirilemeyecek düzeyde olduğunu hepimiz biliyoruz.
Yine, çok önemli bir mağduriyet olduğu için söylüyorum. Tabii, 100 binli rakamlar gözaltı ve tutuklamaya maruz kalmış, yine benzer miktarda işinden edilen varken değerli arkadaşlar, takipsizlik kararı verilmiş ya da yargı sürecinde beraat etmiş ama bırakın kamuya geri dönmeyi, özel sektörde bile iş bulamayan, aslında itibar infazına uğramış yüzlerce insan var. Şimdi, düşünün ki yargı süreci tamamlanmış, beraat etmiş, aklanmış, bitmiş aslında yargı nezdinde ya da hakkında takipsizlik kararı verilmiş, hiç soruşturmaya ihtiyaç duyulmamış ama bu kişi hiçbir kapıyı çalamıyor, hiçbir yerde işe giremiyor. Muhasebe kayıt sistemleri bile aslında buna izin vermiyor, bırakın devletin güvenlik birimlerini, SGK'nin kayıt sistemleri buna izin vermiyor.
Şimdi, bu mesele eğer birilerinin koltuk yarışının, bürokrasi içerisinde yükselme hevesinin aracı, parçası hâline gelmişse gerçekten insan güvenliği mi konuşuyoruz, gerçekten ülke güvenliği, toplum güvenliği mi konuşuyoruz yoksa başka hesapların bu önemli kritik kavramları canı istediği gibi kullanması üzerinden mi bir tartışma yürütüyoruz?
Değerli arkadaşlar, biraz önce -galiba bir düzeltme, bir farklı okuma yoksa- öğrendiğimiz bilgi, 1 Mayısın Ankara Valiliği tarafından yasaklandığı yönünde. Şimdi, 1 Mayıs resmî tatil arkadaşlar, bunu siz yaptınız ve bunu da yıllardır kamuoyu önünde haklı olarak övünerek ifade ettiniz. İşte, Türkiye'de on yıllardır 1 Mayısla ilgili resmî bir düzenleme olmadı. Dünyanın birçok ülkesinde onlarca yıldır bu böyleydi. Yani benim doğduğum ilçede, Sarıkamış'ta 1910'lu yıllarda 1 Mayıs mitinglerine binlerce insan, demiryolu işçisi katılıyordu ama Türkiye 1 Mayıslarda çok ağır bedeller ödedi 12 Eylül öncesinde -bildiğimiz meşhur provokasyonlar- ve siz bunun bayram yapılmasını, resmî tatil yapılmasını, evet Taksim krizlerine rağmen, Taksim fobisine rağmen defalarca övünerek aktardınız. Şimdi Ankara'da 1 Mayıs yapmayla ilgili valilik baştan, daha ortada hiçbir ciddi bilgi, bir istihbarat, bir somut gerekçe açıklama ihtiyacı duymadan bir etkinliği, bir demokratik hakkı kullanmayı iptal edebiliyorsa nasıl kalkıp siz "OHAL toplumu ilgilendirmiyor, OHAL masum insanları, suçsuz insanları ilgilendirmiyor, sadece suçla mücadele ediyoruz, sadece terörle mücadele ediyoruz." diyorsunuz? Kimin katılacağını nereden biliyorsunuz? Gelenlerin mutlaka çevreye zarar veren bir iş yapacağına dair öngörünüz ne? Başvuran kurumlar kim? Tertip komitesinde sizin böyle bir irade sergilemenizi gerektiren şey ne? Bu kararı gerçekten valilik mi almalı? Yani bir ülkenin başkentinde 1 Mayıs yapılamamasının uluslararası kamuoyunda oluşturacağı algının bedelini, faturasını vali mi ödeyecek? Bu bir siyasi sorumluluk gerektirir, bu bir imaj meselesidir, bir algı meselesidir. Yani bu ülkenin başkentinde insanlar toplanıp İşçi Bayramı'nda kendi demokratik tepkilerini gösteremiyorsa gösterememesinin galiba Türkiye'ye bir faturası olacaktır. Bu faturayı niye biz ödeyelim, niye işçiler ödesin, niye sendikalar ödesin, niye bir bütün olarak ülke ödemek zorunda kalsın? Bunun bir siyasi sorumlusu varsa o çıksın bunu açıklasın, desin ki şundan dolayı. Şimdi, bir kısım etkinlikler var valilikler OHAL'i gerekçe gösterip bunları asla iptal etmiyor ama bir kısım etkinlikler de var ki daha çok muhalefetin yaptığı, muhalefetteki sendikaların, muhalefetteki sivil toplumun ya da siyasi partilerin yaptığı etkinlikler de daha baştan, peşinen hatta başvuru yapılmadan değerli arkadaşlar, günler bilinerek... Yani "8 Martta mutlaka kadınlar bir şey yaparlar, o zaman biz mart ayı boyunca bütün etkinlikleri şubat ayından iptal edelim." Yani böyle bir anlayışla bir güvenlik politikası toplumsallaştırılabilir mi? Toplumsallaşmayan, toplumsal meşruiyete, evrensel değerler açısından savunulabilirliğe sahip olmayan bir politika sürdürülebilir mi? Çok örnek var ama bir iki ismi daha sayayım.
İşte, cuma günü galiba, Ayşe öğretmen sadece bir televizyon programına katılıp "Çocuklar ölmesin." dedi diye bebeğiyle birlikte cezaevine girecek değerli arkadaşlar. Evet, yani o büyük bir cesaret gösterdi ve bu ülkede kan akmasın diye bir toplumsal sorumlulukla, duyarlılıkla hareket etti, bedelini sadece o ödemeyecek, bebeği de ödeyecek ama bütün bir ülke ödeyecek.
Biraz önce burada bir 24 Nisan tartışması yaşandı. E, tabii, yani Ermenileri de Türk milletinin parçası sayacak kadar hani ileri giden bir anlayış olduğunda gayet tabii tarih adına bir şey tartışmanın çok imkânı yok çünkü niyetiniz gerçekten ciddi bir tarih tartışmasıysa Lozan ortada, Lozan'ın Ermenilerle ilgili tarifi ortada. Yani farklı inançların, azınlıkların bu anlamda statüsü bana göre laiklik açısından tartışmalı bir şeydir ama bunu tartışmak yerine bir ezber üzerinden eğer siyaset yaparsanız komik duruma düşersiniz. Siz, o zaman, aslında devletin tezini de uluslararası arenada savunamazsınız. "Ermeniler de Türk milletinin parçası." dediğinizde siz bu Lozan'dan habersizsiniz demektir. Lozan'ı açık tartışmaya girersiniz cesaretiniz varsa, niyetiniz varsa, iradeniz varsa, iç politikayla ilgili, dış politikayla ilgili bütün boyutlarını tartışırsınız, kendinize yeniden bir irade, bir toplumsal duyarlılıkla kendi çıkarlarınızı gözetecek bir pozisyon alırsınız. Şimdi, bunu yapmayacaksınız, dönüp "Yani onlar da bu milletin parçası." deyip işi geçiştirmeye çalışacaksınız.
Bu girişi neden yaptım? Çünkü önümüzdeki günlerde, muhtemelen, değerli arkadaşlar, Türkiye'nin değerli tarihçilerinden Ayşe Hür de aldığı ceza dolayısıyla bir bedel ödeyecek. O da OHAL'in bedelini ödeyecek. Şimdi, yani Ayşe Hür şiddete karışmış olabilir mi, bir silahlı örgütle ilişkili olabilir mi? Burada onu gayet yakından tanıyan iktidar vekilleri de var muhalefet vekilleri olduğu gibi. Takip eden, izleyen, geçtiğimiz yıllarda onun açtığı tarih tartışmalarını çok önemseyen isimler var. Ayşe Hür ceza alacak.
Başka bir isim, değerli arkadaşlar, cezası muhtemelen uygulanacak, İhsan Eliaçık. Değerli arkadaşlar, İhsan Eliaçık'a da bir örgütle ilişkilendirilerek ceza verildi, altı yıl ceza verildi. Şimdi, İhsan Eliaçık çok ağır eleştiri yapabilir. Ki zaten hepimiz biliyoruz ki Türkiye'nin taraf olduğu anlaşmalarda, uluslararası sözleşmelerde, AİHM kararlarında ifade özgürlüğü "şok edici, rahatsız edici düşünce açıklaması" diye tarif ediliyor, sınırlar böyle ortaya konuluyor. Dolayısıyla İhsan Eliaçık'ın ağır eleştirileri, kapitalizmle ilgili eleştirileri; çürümeyle, yozlaşmayla ilgili eleştirileri, dinin anlaşılması, uygulanmasıyla ilgili; hırsızlıkla, yolsuzlukla ilgili eleştirileri rahatsız edebilir ama bu onu terörle ilişkilendirip yargılama ve cezalandırma hakkını galiba hiç kimseye, hiçbirimize vermez gücümüz ne olursa olsun.
Değerli arkadaşlar, OHAL'in bir de dış politika boyutu var. Bunu da çok uzatmayacağım ama bir iki başlığı sizinle paylaşmak istiyorum. Çünkü bugün yaşadığımız ortam -aslında buradan defalarca söyledik ama- Balkan Savaşları dönemine, Osmanlı'nın son dönemindeki o kriminal anlayışa çok benziyor. Her şeyi korkuyla ele almak, her şeyi büyük bir tehditle okumak ve garip bir denge politikasıyla sadece iktidar ömrünü uzatmanın ülke yararına olduğunu sanmak değerli arkadaşlar, en özet hâli bu.
Bakın, NATO Genel Sekreteri geldi. Türkiye'nin Kore Savaşı'nda ödediği bedelle dâhil olduğu NATO ki biz yani parti olarak tartışılmasından yanayız. Ama NATO Genel Sekreteri geldi net bir cümle kurdu değerli arkadaşlar, dedi ki: "Rusya'ya karşı yeni kurulacak bir caydırıcı gücün sorumluluğu Türkiye'ye verilecek." Ya, şimdi birinin kalkıp bir tekzip, bir açıklama, bir izah yapması gerekmiyor mu? Rusya'ya karşı caydırıcı güç kullanılacak, caydırıcı bir güç oluşturulacak, bunun da sorumluluğu Türkiye'ye verilecek. Şimdi, Türkiye-Rusya ilişkileri nerede? Türkiye bir saat önce ne açıklama yaptı, bir gün önce nerede duruyordu, nasıl bir yaklaşım içerisindeydi?
Çok benzediği için tekrar ederek bitireyim. Değerli arkadaşlar, Osmanlının son döneminde de Osmanlı-Fransız ilişkileri, Osmanlı-Rus ilişkileri aynen böyle seyrediyordu. Her gün yeni bir denge kuruluyordu ve sırf bu dengeye dayanarak Osmanlı'nın ömrü uzatılır mı, bunun hesabı yapılıyordu. Sonunda bir patladı, kötü patladı, herkes çok ağır bir bedel ödemek zorunda kaldı.
Avrupa Birliği ilerleme raporu... Değerli arkadaşlar, biliyoruz ki Hükûmet temsilcileri Avrupa'yla ilişkileri iyileştirmek için Avrupa'da çaba sarf ediyor ama miting meydanlarında, kongre salonlarında sanırsınız ki biz Avrupa'ya savaş açmışız, her şeyine meydan okuyoruz. Ticari ilişkilere bakıyorsunuz, tıpkı İsrail gibi, rakamlar başka şeyler söylüyor, söz başka bir yerde duruyor, fiilen başka bir arayışın, çabanın içindesiniz. Biz, Avrupa Birliği raporlarını Türkiye'nin demokratikleşmesi açısından önemsiyoruz ama Avrupa ülkelerinin de bu konudaki ikircikli tavrını her seferinde eleştiriyoruz, diyoruz ki: Siz Kopenhag Kriterleri gibi evrensel hukuk değerlerini, ilkelerini önemsiyor olsaydınız başka türlü davranırdınız. Ticari ilişkileri başka türlü yürütüyorsunuz ama Avrupa Birliği sürecini de bir tehdit, pazarlık unsuru gibi kullanmaya çalışıyorsunuz. Bunu biz her platformda söylüyoruz çünkü bu ülkeyi seviyoruz, açık söylüyoruz muhataplarımıza ama siz tam tersini yapıyorsunuz değerli arkadaşlar. Meydanlarda, toplumda nefret söylemini güçlendirecek, yabancı düşmanlığını pekiştirecek hamaset yapıyorsunuz ama kapalı kapılar ardında da "Ne gerekiyorsa satın alalım, anlaşırız." modunda bir dış politika geliştirmeye kalkıyorsunuz. Ve Avrupa Birliği ilerleme raporunun OHAL'le ilgili değerlendirmesini görmezlikten geliyorsunuz. İşte filanca örgütü terör örgütü saydı mı, saymadı mı; buna odaklanıp durumu kurtarmaya çalışıyorsunuz.
Değerli arkadaşlar, ilerleme raporu çok net diyor ki: "OHAL Komisyonu etkin değil." Şimdi siz "Hayır, OHAL Komisyonu etkin." diyorsanız rakamları ortaya koyacaksınız, diyeceksiniz ki: "Hayır, OHAL Komisyonu çok verimli çalıştı, çok hakkaniyetle, adaletle çalıştı, şu kadar dosyaya baktı, şu kadar kişinin mağduriyetini giderdi." Bakıyorsunuz, bu 10 binlerce rakamın içerisinde 100'lü rakamlarda sadece geri dönüş var. Artık onların hangi düzeyde nasıl ilişkiler kurarak bunu başardığına dair de partinizin içerisinden zaten yapılan değerlendirmeler, eleştiriler var; benim daha fazlasını söylemeye ihtiyacım yok.
Değerli arkadaşlar, bütün bu süreç, bu OHAL süreci bazılarınca şöyle yorumlanıyor, deniyor ki: "Ya, küresel gerilim var, dünya zaten delilere kalmış. Bakıyorsunuz, Rusya aynı yönetiliyor, Amerika aynı yönetiliyor. Dolayısıyla Türkiye'de de böyle bir demir yumruğa ihtiyaç var. Koydum mu oturtacak, ülkeyi böyle yönetecek; güçler ayrılığı umurunda değil, basın özgürlüğü, sivil toplum, bunlar zaten ayak bağları. Dolayısıyla biz de ancak OHAL'le yönetilebiliriz. Dünyadaki bu gerilimde, Orta Doğu'daki bu kavgada ancak böyle ayakta dururuz."
Değerli arkadaşlar, bu baştan sona yanlış bir mantık. Tam tersi, Orta Doğu'daki rejimlere bakın, bu ülkeler on yıllardır adı konulmamış OHAL'le yönetilen ülkeler. Hangisinde huzur var? Hangisinde güven var? Hangisinde istikrar var? Hangisinde kriterler açısından dünyayla yarışabilecek bir insani gelişmişlik düzeyi var? Hiçbir şey yok. Demek ki bu politika Orta Doğu'ya huzur, barış getirmiyor. Dolayısıyla sadece "Dış güçler Orta Doğu'da böyle yapıyor, biz de ayakta kalmak için ancak böyle yönetilirsek bu işi başarırız." anlayışının, yaklaşımının da gerçeklikle bağdaşır hiçbir tarafı yok.
Süremi bitireceğim ama bitirmeden özellikle seçime dair tartışmaya birkaç cümleyle değinmek istiyorum.
Hani âdeta "Olağanüstü işler bu ülkede gayet kolay işler." mantığıyla karşı karşıyayız. OHAL'de bir referandum yaptık. "Biz yaptık oldu." Ne kadar oldu, ne oldu, nasıl oldu, ülkeye ne getirdi, hepiniz çok net biliyorsunuz. Yani Türkiye iki kutuplu siyasete uygun bir ülke midir? İki kutuplu siyaset Türkiye toplumsal dokusuyla bağdaşır mı? Doğru bir tercih miydi? Bu tartışmaları yapmadan, üstünü örterek bir sistem getirdiniz ve sistem 1930'lar dünyasının parti devleti sistemini âdeta yeniden tescilledi. Böyle ağır bir bedel ödemekle birlikte, önümüzdeki risklere dair de hiçbir tedbir geliştirilemiyor. Bir anda, çok kötü olan başkanlık sisteminin geçişinin önü açıldı, şimdi bir anda da aslında ülkede her şey gayet iyi gidiyorken yani seçimler yaklaşık bir buçuk iki yıl sonra yapılacakken, birden, paldır küldür seçim yapma ihtiyacı hissedildi.
Şimdi, bu ülkede sizce ekonomi önünü görebilir mi? 2023, 2053, 2071'i falan geçtik değerli arkadaşlar, yarın ne olacağına dair bir şey öngörmenin bu şartlarda, bu koşullarda imkânı var mı? Elbette ki siyasi partiler kendi tercihlerini yaparlar, restlerini çekerler, gücü yeten o demokrasi yarışına girer. Ama oyun oynar gibi, milletle dalga geçer gibi, canınız istediğinde istediğinizi yapma hakkı gibi eğer bu imkânları kullanırsanız bunun bedelini, faturasını bütün ülke çok ağır biçimde ödemeye devam eder.
Herkesi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)