| Konu: | Yükseköğretim Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 62 |
| Tarih: | 21.02.2018 |
MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 519 sıra sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi hakkında Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına birinci bölüm üzerinde konuşmak üzere söz almış bulunmaktayım. Yüce heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Saygıdeğer milletvekilleri, malumunuz, 80 milyonun üzerinde, genç ve dinamik bir nüfusa sahibiz. Dolayısıyla bunu iki türlü yorumlayabiliriz: Gerçekten bu genç ve dinamik nüfusu insan kaynağına, verimli bir insan kaynağına dönüştürmeyi başarabilirsek bu ülkemiz adına, geleceğimiz adına mutlu edici bir haber olur. Ama Allah korusun, aynı zamanda bir o kadar da riski var, eğer bu genç ve dinamik kaynağı yeterince verimli bir insan kaynağına dönüştüremezsek -bugün zaman zaman sıkıntılara hep birlikte tanıklık etmekteyiz- birtakım kötü oluşumlara, gelişimlere de tanıklık etmekten uzak kalamayız.
Şimdi, dolayısıyla bu bağlamda en büyük yatırımın insana yapılması gerçeği artık dünyaca kabul edilmiş bir gerçektir. Gerçekten gelecek kuşakları düşünüyorsak en büyük yatırımı insana yapmalıyız. Bugün özellikle eğitim bağlamlı, eğitimin son halkası diyebileceğimiz üniversitelerle ilgili, yükseköğrenimle ilgili birtakım kanun ve kanun hükmünde kararnamelerle ilgili görüşmelerde bulunuyoruz. Bence aslında birçok alanda olduğu gibi ama eğitimde hiçbir zaman ihmal edilmeyecek bir gerçek var; bir bütünlük arz etmesinde yarar var, eğitimi bir bütünlük olarak ele almalıyız. Yani efendim, onun için atasözlerimiz çok manidardır, "beşikten mezara" diye bir kavram vardır; Batılı, Avrupa Üniversiteler Birliği bunu "yaşam boyu öğrenme" şeklinde telakki etmiştir. Dolayısıyla biz eğitimi birbirinden halkaları kopararak bağımsız düşünmek durumunda değiliz. Yani okul öncesi eğitimiyle, ilköğretimiyle, ortaöğretimiyle ve yükseköğretimiyle bir bütünlük arz etmesinde yarar vardır. Bunu niye söylüyorum? Çünkü bunu söylememdeki amaç, eğer aşağıdan sağlıklı bir yapılanma gelmiyorsa siz ne kadar idealize edilmiş, ne kadar yüksek ilkelere konuşlandırılmış bir yükseköğrenim düzenleseniz de sağlıklı bir sonuç alamazsınız. O zaman radikal değişikliklerden ziyade, bakın, gerçekten bu konularda başarı katetmiş ülkelere baktığımızda, sistemlerine baktığımızda reforma tabi tuttukları eğitim sistemlerinde özellikle köklü değişikliklerden ziyade tadilata, düzenlemelere, gelişmelere açık birtakım adımların atıldığına tanıklık etmekteyiz. O zaman niye bunu söylüyoruz? Çünkü gerçekten süreklilik arz eder. Süreklilik de en kötü bir sistemi dahi zamanla törpüler, biçimlendirir ve sürekliliğin katkısıyla olumlu hâle getirir. Ama en idealize ettiğiniz bir sistemi sürekli kesintiye uğratırsanız inanın ne kadar ideal olursa olsun kuşaklar arası bir kopukluğa neden olacağı için bu da en ideal olsa dahi bir başarısızlık ortaya çıkarabilir.
Efendim, şimdi, evet, bizim genç cumhuriyetle eş değer bir üniversitelileşme sürecimiz var kurumsal olarak söylediğimizde. 1933'lerde başlayan bu üniversitelileşme süreci 1980'lerden sonra YÖK'le beraber daha farklı bir yapıya büründürüldü. Şimdi, burada söz konusu olan, tabii genelde bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını ilgilendirmesine rağmen özelde özellikle 7 milyon 700 bin öğrencisi olan, 150 bin civarında öğretim elemanı olan bir camiadan bahsediyoruz, bir o kadar da üniversitelerimizde idari kadrolarımız var. Şimdi, bunlarla ilgili tabii maddelere geçmeden önce özellikle bu üniversitelerimizdeki artan sayıya bir iki noktayla değinmek istiyorum. Evet, bizden önceki konuşmacılarımız da kısmen değindiler. Artık kemiyet noktasında birtakım atılımlar yapıldı. Evet, sayısal artışlarımız var, gerçekten açılan birçok üniversitemiz var, açılan yüksekokullarımız var, fakültelerimiz var. Evet, bunlar sevindirici ama bir taraftan kemiyeti artırırken, niceliği artırırken odaklanmamız gereken aynı zamanda çok önemli bir şey niteliktir, yani keyfiyettir. Dolayısıyla kaliteye de odaklanıp bundan sonra inşallah verimli bir insan kaynağı oluşturma noktasında özellikle başarı elde etmek adına diyoruz.
Şimdi, niye bunları söylüyoruz? Çünkü kötü tecrübelerimiz var. Bir arkadaşımızın kendi ifadesi ki gerçekten söylenilmeye değer bulduğum için kullanmak istiyorum. Dedi ki: "Hocam, üç evladım var, üçü de farklı sistemde okudular ve birbirlerinden kopuklar."
Şimdi, bakın, hangi sistemi idealize ederseniz edin, biraz önce de belirttim, ne olur, sistemde istikrar çok önemli. Aksayan yönler, sıkıntılı kısımları değiştirilebilir, dönüştürülebilir ama bir sistemi herhangi bir nüanstan dolayı baştan silip yeni bir sistem idame ettirmek çok yerinde bir karar olmasa gerek.
Saygıdeğer milletvekilleri, şimdi çok önemli bir konuyu görüşüyoruz. Biz üniversitelerimizi... Elbette ki birtakım sıkıntıları var, onları gündeme getireceğiz, şu ana kadar da getirildi; eksikler var ama şüpheyi esas kılmayalım. Burada gerçekten çok önemli bir camiayla ilgili birtakım meseleleri görüşüyoruz çünkü ilim yuvalarından bahsediyoruz. Malumunuz, "İlim kendin bilmektir." Kendini bilen insanların yoğunlukta olduğu ya da kendini bilmeye namzet 7 milyon 700 bin civarındaki genç kardeşimizin muhatap edildiği bir yapıyla ilgili konuşuyoruz. Dolayısıyla elbette ki olumsuzlukları çoklukla söyleyeceğiz, birazdan sıralayacağız ama bütüncül bir şekilde, bir tümel anlamda, çoktancı bir zihniyetle yapılan en ufak bir haksızlığı, uygunsuzluğu, kanunsuzluğu, yanlış uygulamayı genele teşmil etmeden, bu camiayı fazla da incitmeden... Çünkü gerçekten bunlar ilim yuvalarımız ve fedakâr insanlar olduklarına da kanaat getiriyoruz.
Şimdi, ilgili kanun içeriğine baktığımızda, öncelikle efendim, bir yardımcı doçentlik isminin değiştirilmesi söz konusu oldu. Bu daha önceki teklifte daha farklıydı; "öğretim görevlisi" gibi gerçekten tenzilirütbeye matuf bir teklifle karşılaşmıştık ama biz dedik ki: Artık doktorasını yapmış, sanatta yeterliliğini almış ya da tıpta, sağlık bilimlerinin herhangi bir kolunda uzmanlık elde etmiş bir arkadaşımızın artık uzman olduğuna, yetkin olduğuna kanaat getirip onun artık öğretim üyeliği sürecinin başlatılması lazım. Buna odaklandık ve niye bunu yaptık? Çünkü gerçekten hepimiz -burada akademisyen kimlikte olan arkadaşlarımız bilirler- yardımcı doçentlik yıllarımızda biz, hiçbir zaman kendimizi ne bir yarım doçent gördük ne de doçentin yardımcısı olarak gördük. İnanın Batı'daki uygulamalarda da bunun karşılığı bu değil. İşte "asistan profesör" dediğimiz yani profesörü asiste eden bir akademik kadroydu, uygulamaları vardı ama biz en azından eğer bundan vazgeçilecekse bunu bir tenzilirütbeye değil de, en azından kazandığı bir öğretim üyeliği statüsünden ödün vermeden bunun devam ettirilmesinden yana olduğumuzu ifade ettik.
Diğer önemli bir şey: Yine, görüşmekte olduğumuz taslak içerisinde ne vardı? Yardımcı öğretim elemanları noktasında müthiş bir kavram kargaşasına sahiptik, çok alt başlıkları olan yapıdaydı. Bunların da tekli bir kavram adı altında, bir "öğretim görevlisi" adı altında toplanması gerçekten yine yerinde bir karar oldu.
Şimdi, öte yandan, bu doçentlik sınavıyla ilgili gerçekten birçok şeyi konuştuk. Komisyon aşamasında konuştuk, daha önceki gayriresmî toplantılarımızda dile getirdik ve burada da şimdiye kadar ki konuşmacılar ifade ettiler. Efendim, doçentlik sınavlarının gerek eser incelemesi noktasında ve gerekse sözlü aşamalarda birtakım olumsuzluklara da açık olduğunu çok açık bir şekilde gördük. Bunların örneklerini çoğaltabiliriz ama biraz önce söylediğimiz gibi burada şüpheyi esas kılıp yanlışları genele teşmil edip sanki bütün bir camiayı yok sayma adına birtakım söylemlerden uzak durmakta fayda var. O zaman 37 bin civarında -Sayın Bakan 35 bin küsur dedi, bize gelen bilgiler 36-37 bin civarında- bir yardımcı doçent kadromuz var, öğretim üyelerimiz var. Bunların genel bir talebiydi bu. Böyle bir talebin de dikkate alınmasında öncelikle o grubun paydaşlarına sormakta yarar var, demokrasinin gereği de budur. Bunu yaparken, bakın, çok sağlıklı jüriler kurulup gerçekten bilen insanların -bunu utanarak söylüyorum- gerçekten ilim erbabı, artık kendini bilen bir insanın yaptığı sınavda, eser incelemesinde ya da mülakat jürisinde evrensel, bilimsel kriterler dışında, tamamen subjektif birtakım kriterleri gündeme getirmesi, ele alması, bunları hâkim kılması kabul edilebilir bir şey değil. Dolayısıyla bizim de çıkaracağımız bu yasayla bu tür olumsuzluklara meydan verebilecek en küçük nüansları bile dikkate alıp bu maddeleri iyice gözden geçirmemizde yarar var.
Efendim, ne yaptık? Şimdi, ne yapılması gerekir? Mülakat kaldırıldı, sözlü sınav kaldırıldı. Daha önce tamamen üniversitelerin yetkisine verilmesi belki düşünülüyordu. Bu, başlı başına bir skandal olurdu öğretim üyeleri camiası adına. Yani bir doçentliğe katılım belgesi değil, tam tersine Üniversitelerarası Kurulun artık doçentlik unvanını verip daha sonra kadro aşamasında, zaten hâlihazırda kendilerinin ister yardımcı doçentlikte, ister doçentlikte birtakım kriterleri de ilave edebilme yetkilerinin olduğunu biliyoruz üniversitelerin. Ama burada da yaparken yine Üniversitelerarası Kurulun gözlemci, araştırıcı, değerlendirici hatta sorgulayıcı kimliğinden ödün vermeden -kim ne yapıyor- başına buyruk hareket etmesini önleyici birtakım düzenlemelerin de YÖK tarafından yapılmasında yarar var diye düşünüyoruz. Şimdi, niye? Çünkü 185 tane üniversiteden bahsediyoruz. Şimdi, bu kadar büyük camiayla, 150 bin kişinin geleceğiyle ilgili bir konuda konuşuyoruz. Efendim, dolayısıyla, evet, kanunları çıkaracağız, kanun hükmünde kararnameler çıkaracağız ama ne olur, burada insan faktörünü olabildiğince elimine ederek subjektif davranmaları, olabildiğince elimine ederek birtakım yasalarla daha sağlıklı, daha tarafsız kararların alınmasına ya da gelişmelerin sağlanmasına dikkat etmek zorundayız.
Diğer önemli bir şey, efendim, Üniversitelerarası Kurulun yetkilerinin değiştirilmesi. Şimdi, bakın, Üniversitelerarası Kurul gerçekten çok hantallaşmış bir yapıya dönüşmüş, bir an önce... Bakın, yetkileri arasında neler var: Efendim, denklik belgesi verecek, aylarca beklemesin insanlar. Kontenjanlara müdahale etmesin. Bölümlerden gelen kontenjanlar sağlıklı bir şekilde tespit edilmiş, ortaya konulmuş, artık onların bunu kabul etmesinde yarar var ya da kendilerinden jüri oluşturulması isteniyorsa, bunu ivedilikle karar olarak alsın. Bir an önce, talep neyse, öğretim üyelerimizin, o 150 bin kişilik büyük camianın talepleri neyse, çok kısa zamanda, hızlı bir şekilde karar alma mekanizmasına katkılarda bulunsunlar. Yoksa, hantal bir yapıda, sanki "Yetkiyi el değiştiriyoruz, artık biz belirli bir otoritenin adına hareket edeceğiz." gibi bir algıya mahal verilmemesinde yarar var.
Diğer önemli bir husus, efendim, yabancı dil hususu. Bir dil profesörü kardeşiniz olarak bu konuda gerçekten bir acı tecrübemden bahsedeceğim. Bakın, Türkiye'de... Bizim çocukları hafife almayın, inanın uluslararası bir araştırma sonucunda, Türkçe konuşan çocukların bir yabancı dili öğrenmedeki yatkınlığı çok yüksek ve çok başarılı bir şekilde öğreniyorlar ve öğretiyorlar. Türkiye'de bunu başaran birtakım özel ve vakıf okulları gerek ortaöğretimde gerek üniversite seviyesinde var.
Şimdi bizler de bunu geçmişte çok iyi başardık. Anadolu liseleri ilkokuldan sonra öğrenci aldığı süreçte, birer yıllık hazırlık sınıflarıyla bunu çok rahat başarmıştık. Artık bunu öğretim üyelerinin korkulu rüyası hâline getirmeden... Bakın, öğretim üyesi olmuş bir insan artık yetkin bir insandır. Doktorasını almış, artık o sınıfta öğrencisiyle muhatap olacak, uluslararası ilişkilerde, efendim, akademik platformlarla muhatap olacak. Bunu artık dile ya da tekrar bir tedrisata tabi tutmanın bir anlamı yok. O zaman çözüm nerede? Çözüm, lisansüstü eğitimi çok sıkı tutmak.
Sayın Bakanım, Sayın YÖK Başkanım buradalar. Safa Bey, bu gerçekten bir ara uygulandı ama maalesef bu kurban edildi. Bunun bir an önce uygulanması lazım. Lisansüstü eğitimine başlayan çocuk bir yıl fazla okusun, ileride ona on yıl kazandıracak. Ürettiği makalelerle, araştırmalarla, katıldığı toplantılarda sunduğu katkılarla çok mesafe katedecek. Bir yıl onu bir tedrisata tabi tutup Üniversitelerarası Kurulun, merkezin öngördüğü bir sistematik içerisinde... Bunu yapacak kadrolarımız var. Ona önce dil yetisi kazandırmak... Nedir bu? Çok basit, okuduğunu anlayıp anladığını ifade edebilme yetisini kazandırmak yazılı ve sözlü. Basit bir tanım. İnanın, bu tanım bir yılda çok rahat bir şekilde kazandırılacak.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Tamamlayın lütfen.
KAMİL AYDIN (Devamla) - Çok vaktinizi aldım ama bir dakika daha lütfederseniz çünkü önemli bir konu.
BAŞKAN - Buyurun, bir dakikada tanımlayın.
KAMİL AYDIN (Devamla) - Yani ne olur, bunu bir yılda çok rahat bir şekilde hallederiz. Bu çocuk lisansüstü eğitimine başlarken dilsel yeteneğini kazanmış, ister sağlık bilimlerinde ister fen bilimlerinde ister sosyal bilimlerde, artık, araştırmasını başlatacak, iç ve dış kaynaklara erişimini sağlayacak dilsel yeteneğini kazanmış durumdadır. Araştırsın, okusun, anlasın, anladığını literatür şekline dönüştürüp uluslararası bir platforma çok rahat bir şekilde taşısın. Artık, öğretim üyesi olmuş bir insana -inanın sadece doçentlikte değil, profesörlükte de öyle- "Tekrar bunları dil sınavına tabi tutalım, bakalım dil biliyorlar mı bilmiyorlar mı?" demek, bu, öğretim üyesine hakarettir. Bu kazanımın -ilk basamak olan- uzmanlığa giden ilk basamakta sağlanması noktasında gerekli adımların bir an önce atılmasını ben özellikle rica ediyorum ve sizlere saygılar sunuyorum, iyi akşamlar diliyorum. (MHP sıralarından alkışlar)