| Konu: | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı Tümü münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 45 |
| Tarih: | 22.12.2017 |
CHP GRUBU ADINA FAİK ÖZTRAK (Tekirdağ) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, televizyonları başında bizleri izleyen kıymetli vatandaşlarım; görüşülmekte olan bütçe ve kesin hesap kanunu tasarılarının tamamı hakkında Cumhuriyet Halk Partisi Grubunun görüşlerini aktarmak üzere huzurunuzdayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Değerli milletvekilleri, hakkında kesinleşmiş mahkeme kararı olmayan bir milletvekilinin hapiste tutulması millî iradenin tutsak alınmasından başka bir şey değildir. (CHP sıralarından alkışlar)
ZİYA PİR (Diyarbakır) - 10... 10...
FAİK ÖZTRAK (Devamla) - Milletin ve onun vekilinin hukuku aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisinin de hukukudur ve Sayın Başkan, bu, zatıalilerini de çok yakından ilgilendirir. Ama ne yazık ki biraz önceki müzakerelerde halı konusunda gösterdiğiniz hassasiyeti milletvekillerinin hukuku hakkında göstermediğinizi de üzüntüyle görmüş bulunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)
Bu vesileyle, yüz doksan bir gündür demir parmaklıklar arkasında tutulan değerli arkadaşım Enis Berberoğlu'na buradan sevgilerimi ve saygılarımı göndermek istiyorum. (CHP sıralarından alkışlar)
Değerli milletvekilleri, eskiden Çinliler "İlginç zamanlarda yaşayasın." diye birbirlerine beddua ederlermiş. Bugün, ülkemizde, dünyada bu bedduaya uğramış gibi ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Yaşadığımız zamanın ilginçliğini geçtiğimiz yıl Oxford Sözlüğü'nün yılın sözcüğü olarak seçtiği "post-truth" yani "gerçek ötesi" kelimesi en iyi anlatıyor.
Değerli milletvekilleri, neoliberal politikalarla yönlendirilen, küreselleşme ve ekonomide hızlanan dijitalleşme dünyada ciddi sosyoekonomik sorunlara neden oldu. İşsizlik, borç, gelir ve servet dağılımındaki adaletsizlikler, kitlelerde çaresizlik, korku ve öfke duygularını uyandırıyor. Bu durum, komplo teorilerinden, korkulardan beslenen, düşman yaratarak toplumu kutuplaştıran, gerçek yerine yalanı ikame eden gerçek ötesi popülist siyasetçiler için uygun bir zemin hazırlıyor. Bu siyaset tarzı demokrasinin imkân ve araçlarını kullanarak demokrasiyi tahrip ediyor. Aristoteles, demagogların küstahlığının demokrasileri yozlaştırdığını söylüyor. Bu politikaların en güncel örneklerinden bir tanesi Trump yönetiminin Kudüs kararıdır. İçeride sıkışan yönetim seçmenlerinin desteğini alabilmek için halkın dinî duygularına ve korkularına hitap eden bir karar almıştır. Tarihî, sosyal ve hukuki hakikatleri yok sayan bu karar bütün dünyanın huzurunu kaçırmıştır. Peki, demagogların küstahlığıyla ve yozlaşmayla nasıl mücadele edeceğiz? Vaclav Havel'in ifadesiyle eğer sistemin temel direği yaşayan bir yalansa sistemi tehdit eden şeyin gerçekler olması şaşırtıcı değildir. Demek ki bu mücadeleyi gerçeğin gücünü kullanarak yapacağız.
Değerli milletvekilleri, bu gerçek ötesi siyaset yöntemi Türkiye'de de iktidar tarafından uzunca bir süredir kullanılıyor. AKP ve artık AKP siyasetinin tek belirleyicisi olan saray kadroları, üst akıl, operasyonel akıl gibi ne olduğu belirsiz ve arızalı kavramlarla, komplo teorileriyle, vatandaşlarımızın zihnini bulandırıyor. İç ve dış düşmanlar göstererek, halkın korku ve kuşkularını tahrik ederek, kutuplaştırarak ülkeyi yönetmeye çalışıyor. Halkın günlük yaşamındaki gerçeklerle iktidarın kurguladığı fantezi dünyası arasındaki makas giderek açılıyor. Doğru olmayanı gerçekmiş gibi sunan ve duyguların istismarına dayanan siyaset tarzının faturası halkımıza çıkıyor. İktidarın "Kardeşim Esad" diye başlayan, "Katil Esed" diye devam eden, şimdilerde de yeniden "Kardeşim Esad"a dönmek için dolaylı görüşmeler aşamasına geldiği söylenen, Emevi Camii'nde cuma namazı kılma fantezisi cumhuriyet tarihin en büyük dış politika facialarından birine neden oldu. 4 milyona yakın mülteci kaçarak ülkemize geldi, büyük bir sosyoekonomik sorun sınırlarımıza taşındı. Sınırlarımızda emperyalistlerin himayesinde terör derebeylikleri oluştu. En önemlisi bu süreçte can güvenliğimiz tehdit altına girdi, yüzlerce masum vatandaşımız terör saldırılarında hayatını kaybetti. Fatura yine milletimize çıktı. Bunların sorumlusu olan iktidar ise sıkılmadan, Suriye'de millî çıkarlarımızı, güvenliğimizi ve milletin refahını ne kadar iyi koruduğuna dair başarı hikâyeleri anlatıyor.
Değerli milletvekilleri, iktidarın gerçekleri saklama ve kendi kurgularını gerçek gibi anlatma siyasetinin milletimizin başına açtığı en ciddi sorunlardan biri de Reza Zarrab meselesidir. 2012 sonlarından itibaren bu kürsüden ve Plan ve Bütçe Komisyonunda yaptığım konuşmalarda İran'la yapılan olağan dışı altın ticareti konusunda Hükûmeti defalarca uyardım. O uyarıları yaparken 17-25 Aralık daha ufukta yoktu. Biz uyardık, dönemin Ekonomi Bakanı "Yağ satarım, bal satarım, altın da satarım." dedi. 17-25 Aralıkta iktidardaki koalisyonun bir ortağının diğerini tasfiye etmek için kurduğu kumpas bu işin arkasında dönen çarkı da ortaya döktü. Peki, bununla ilgili olarak iktidarın büyük ortağı ne yaptı? Sapla ile samanı karıştırdı, kumpasın üstüne gitti ama rüşvetin de üstünü örttü. O gün dönemin Başbakanının hayırsever iş adamı ilan ettiği Zarrab daha birkaç gün önce Amerika Birleşik Devletleri mahkemelerinde ambargoyu İranlı yetkililerden aldığı talimatlarla nasıl deldiğini anlattı. Bu çarkı döndürmek için de bazı AKP'li bakanlara ve bürokratlara rüşvet verdiğini itiraf etti. Bunun sonunda iktidar daha önce Türk adaletinden kaçırdığı, önünde ceket ilikleyip ödül verdiği, şanlı bayrağımızın önünde televizyonlara çıkardığı, Washington'daki resmî temasların ana gündemi hâline getirdiği, sağlık durumunu öğrenmek için Amerika Birleşik Devletleri'ne 2 kez nota verdiği devşirme rüşvetçiyi casus ilan etmek zorunda kaldı. Bu davanın sonucu ne olursa olsun Türkiye, İran'ın yeni yönetiminin yargılayıp cezalandırdığı bir şebekeyi koruyan, kara para aklayan bir ülke durumuna düşmek üzere.
Diğer taraftan, Başbakanın, bakanların ve hatta Cumhurbaşkanının ifadelerinden bu saklanan, konuşulmayan günahın milyarca dolar tutabilecek kefaretini de milletimizin vergileriyle ödemeye hazır olduklarını anlıyoruz. Yani, ne yaparsanız sonuç değişmiyor, taş da yumurtanın üstüne düşse, yumurta da taşın üstüne düşse olan hep yumurtaya oluyor; fatura hep halkımıza çıkıyor. Dün hayırsever iş adamı dediğini bugün casus ilan eden iktidar ise sıkılmadan millî çıkarlarımızı, güvenliğimizi ve milletimizin refahını ne kadar iyi koruduğunu anlatmaya devam ediyor.
Değerli milletvekilleri, gerçekmiş gibi sunulan kurmacalarla, duygusal ve ideolojik söylemlerle iktidar tarafından gerçeklerin karartıldığı önemli alanlardan biri de ekonomi. Bakın, bu yılın üçüncü üç aylık döneminde kaydedildiği söylenen yüzde 11'lik büyümenin normalde herkesi sevindirmesi gerekirdi. Ama, bu büyüme Hükûmetin onca alayişine rağmen ne piyasalarda ne sokakta ne de evlerimizde bir coşku yaratmadı. Neden? Çünkü büyümenin sapı samanı çok, millete dağıtacak danesi yok yani bereketsiz bir büyüme. Büyümenin yarıdan fazlası, iktidarın yağmurda beraber ıslandığı yol arkadaşının darbe girişimi nedeniyle ekonominin geçen yıl bu dönemde küçülmesinden yani baz etkisinden kaynaklanıyor. (CHP sıralarından alkışlar) Kalanı da Hükûmetin gayrimeşru referandumdan "evet" çıksın diye kamu dengelerini bozarak, mali piyasalarda riskleri görmezden gelerek gaza basmasından geliyor. Sonuçta, şişen ekonomi cari açığı ve enflasyonu coşturarak riskleri artıyor ama işsizlik çift hanelerde kalmaya devam ediyor. Gençlerimizin dörtte 1'i ne çalışıyor ne okuyor, aylak geziyor. Bu büyüme halka yansımıyor, bir avuç zengini daha zengin ediyor. Çalışanlar, memurlar, emekliler, esnaflar, çiftçiler; kime sorsanız işlerin iyi gitmediğini söylüyor. Ama diğer tarafta yüzde 11'lik bir büyüme var.
Sayın milletvekilleri, yılın üçüncü çeyreğinde enflasyonu da kattığımızda büyüme yüzde 24 oluyor; biz buna "cari fiyatlarla" diyoruz. Aynı dönemde rant ve sermaye kesiminin gelirindeki artış ise yüzde 30. Emeğiyle geçinenlerin gelirindeki artış ise sadece yüzde 14. Yani, emeğin gelirindeki artış, rant ve sermaye kesiminin gelirindeki artışın yarısından da az. Yetmez, emeğin gelirindeki artış millî gelir artışının 10 puan altında. Çift haneli büyümenin nasıl bereketsiz olduğu, neden sokağı, aileleri mutlu etmediği buradan da açıkça görülüyor. AKP'nin sıcak paraya yaslanan büyüme stratejisi, zengini daha zengin ediyor ama halka bir şey vermiyor. Büyümenin nimetleri millete adil bir biçimde dağılmıyor.
2017 Küresel Servet Raporu'na göre Türkiye'de serveti 500 milyon doları aşanların sayısı 76'ya çıkmış. Dünyanın 17'nci büyük ekonomisi olan Türkiye, dünyanın en çok ultra zenginine sahip 10 ülkesinden biri. Dünyanın 3'üncü büyük ekonomisi Japonya bile bu yarışta bize yetişemiyor. Diğer taraftan da Türkiye'de 29 milyon vatandaşımız iki günde bir sofrasına bir kap et yemeğini koyamıyor. 19 milyon vatandaşımız soğuk kış günlerinde evini yeterince ısıtamıyor. Son on beş yılda vatandaşın borcu 4 milyar dolardan 129 milyar dolara çıkmış; 30 kattan fazla artmış. 17 milyon yurttaşımız "Borcumu ödemekte zorlanıyorum, borcun altında eziliyorum." diyor. Alın teriyle geçinen, verginin ve borcun altında ezilen vatandaşımız bu hâldeyken iktidar sahiplerinin yakınlarının vergi cennetlerinde şirket kurup vergi ödemekten kaçınmaları benim de, vatandaşlarımızın da içini acıtıyor. Ne demiş çeşmesinden su içmekle övündüğünüz şair: "Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul;/ Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul." (CHP sıralarından alkışlar)
Değerli milletvekilleri, kurt kuzlara şah olsa böyle taksim yapmaz. İşte, milletin durumu bu ama bakıyorum, AKP Genel Başkanı meydanlarda "Ekonomide işler tıkırında, IMF'ye borç verecek duruma geldik." diye konuşuyor. Ben de merak ettim, IMF'ye borç veren veya vermeyi taahhüt eden ülkelerin listesine baktım. Listede, iflas eden Yunanistan var ama Türkiye yok. AKP iktidarında Türkiye'nin IMF'ye verdiği bir borç ya da borç sözü yok ama ülkede finans dışında kalan tüm kesimlerin on beş yılda yüzde 313 artarak 857 milyar dolara ulaşan iç ve dış toplam borcu var. Hadi sizin sevdiğiniz hâliyle millî gelire oran olarak söyleyeyim: 2002'de yüzde 94 olan borcun gelire oranının 2017'de yüzde 100 sınırını aşarak 107'ye çıkması var. Millete anlattığınız, IMF'ye borç veren Türkiye. Gerçek, geliri borcuna yetmeyen Türkiye.
Değerli milletvekilleri, hızla artan borçların ve yüksek dış finansman ihtiyacının artık yatırımcıların daha çok dikkatini çekeceği bir döneme giriyoruz. 2018'de ekonomide çarkların dönmesi için 210 milyar dolar dış finansmana ihtiyacımız olduğunu Sayın Mehmet Şimşek söyledi. Bu, Türkiye'nin dolarkolik bir ekonomi hâline getirildiğinin açık bir itirafıdır. AKP döneminde sıcak paraya yaslanan büyüme stratejisinin dövizle borçlanmayı TL'ye göre daha ucuzlatması, dövizle yapılan kamu ihaleleri, kamu-özel iş birliği projeleri, döviz geliri elde etmeyen şirketlere dövizle borçlanma imkânlarının getirilmesi ülkeyi dolar bağımlısı yapmıştır.
Dünyada sermayenin risk iştahı azalıyor. 2017'de ABD Merkez Bankası, faizleri 3 kez artırdı, gelecek yıl da en az 3 kez artırması ve 400 milyar doların üzerinde bir fonu küresel piyasalardan geri çekmesi, likidite havuzundan geri çekmesi bekleniyor. Dolayısıyla küresel sermayeyi gelişmekte olan ülkelere iten risk iştahı artık kaybolacak. Yeni dönemde iştahın yerini ülkelerin sermayeyi kendilerine çekmek için yaptıkları doğrulara odaklanan seçicilik alacak. Gelecek yıllarda bize benzer ekonomilerle gireceğimiz güzellik yarışı çok daha zorlu geçecek. Bu nedenle son dönemde şirketleri aşırı borçlu ve dolarkolik olmuş, OHAL rejimiyle yönetilen Türk ekonomisi benzer ekonomilerden negatif ayrışıyor, en kırılgan beş ekonomi listelerinin değişmeyen oyuncusu oluyor. Sadece Türk lirasının değer kaybına bakmak bile bunu görmek için yeterli. Yılbaşından beri Türk lirası dolar karşısında yüzde 8 değer kaybetti. Bize benzer pek çok ülke para birimi dolar karşısında değer kazanırken Türk lirası en fazla değer yitiren para oldu. Rusya, Brezilya gibi pek çok benzer ekonomi faizleri aşağı çekti. Amerikan tahvilinin faizinin yüzde 1,8 olduğu bir konjonktürde biz aynı vadedeki tahvile yüzde 13,4 faiz veriyoruz. Vatandaşa "Faize karşıyız." hikâyesi anlatıp sıcak paracıya tefeci faizi vermenin başarısı da bu iktidara ait. Ama bu bile sorunları örtemiyor; TL'deki değer kaybını engelleyemiyor. Türkiye'ye sıcak para getiren yatırımcıların ülkemize dönük risk değerleme vadelerinin bir aya düştüğü duyumları var. Saray hâlâ Merkez Bankasının araç bağımsızlığını vesayet altına alarak sorunları çözebileceğine inanıyor. Gelecek yıl da bütçe dengelerini gevşeterek, Kredi Garanti Fonu'yla kredileri şişirerek ekonomilerin çarklarının döndürülebileceği zannediliyor. Borcu devletin sırtından alıp milletin sırtına yüklerken "Özel kesim hesap kitap bilir." dediniz. "Dolayısıyla devletin borcu azalıyor, diğer borç problem olmaz." dediniz. Ben de size şunu söyledim: "Bu borç, kriz çıktığı zaman, işler sıkıştığı zaman bir gecede devletin olur." Ben bunu dediğimde Sayın Babacan demişti ki: "Ekonomide paradigmalar değişti." Şimdi hazine kefaleti olmadan ekonomide çarkları döndüremiyorsunuz. Bu yıl Kredi Garanti Fonu kefaletiyle 221 milyar Türk lirası kredi kullandırdığınızı açıkladınız. Demek ki bankalar millete verdikleri her 100 liralık kredinin 11 lirasına devletin kefaletini alarak kredi vermeyi sürdürebilmişler. Kamu-özel iş birliği projelerinde dış borçlara, geçecek araca, gelecek yolcuya, yatacak hastaya hazine garantisi verdiniz, bunu bir de dövize endekslediniz. Sonunda "Hazine kasasından tek kuruş çıkmadan yaptık." dediğiniz bu projelere verdiğiniz garantileri ödemek için önümüzdeki yılın bütçesine 6,2 milyar Türk lirası ödenek koymak zorunda kaldınız; geçmeyen aracın, gelmeyen yolcunun, yatmayan hastanın parasını milletten alacaksınız.
"İstihdam seferberliği" diyorsunuz, işadamlarına ilave işçi çalıştırma talimatları veriyorsunuz, teşvik üstüne teşvik veriyorsunuz ama işsizlik çift hanenin altına düşmüyor. "İşler tıkırında" diyorsunuz, çiftçiye ödemediğiniz destekler nedeniyle taktığınız 99 milyar Türk lirası borcu bir türlü ödemiyorsunuz. Anlattıklarınızla gerçekler birbirini tutmuyor.
Değerli milletvekilleri, Türkiye'nin yaşadığı en derin ekonomik krizlerden birini yöneten takımın Hazine Müsteşarı olarak gördüğüm temel bir zaafı ifade etmek isterim. Bugün ülkeyi yöneten kadrolar küresel sermayenin kıt olduğu, risk iştahının azaldığı bir dönemde hiç çalışmadı. Bu nedenle, ekonomide işler kötüye gittiğinde hemen birilerinin kendilerine kumpas kurduğunu düşünme eğilimindeler. Bu, gerçek ötesi popülist siyaset yapma tarzlarına da uygun düşüyor ancak dünya ve Türkiye örnekleri bize şunu söylüyor: Bu yaklaşım milletin cebindeki yangını büyütür, dış politikada elini zora sokar.
Diğer taraftan, böyle dönemlerde demokrasiye dönük tehditlerin artacağını, iktidarların sertleşeceğini hatta "demokrasinin namusu" denilen sandığın namusuna bile göz dikilebileceğini, kaos, kavga ve gözyaşıyla milletin ufkunun karartılabileceğini yaşanmış acılardan biliyoruz.
Bu acılar ülkemizde yaşanmasın, halkın ağzının tadı kaçmasın, ekmeği küçülmesin diye biz uyarılarımızı yapıyoruz; bu bizim görevimiz. Elbette iktidarla siyasette rekabet edeceğiz, ülkeyi daha iyi yönetmek iddiasıyla iktidara gelmek için demokratik bir yarışı sürdüreceğiz ancak bu yarışın zemininde oynama olursa, yarışmanın adil, dürüst ve eşit koşullarda yapılması engellenirse demokratik rekabet yerini diktaya bırakır; buna da tüm gücümüzle karşı koyarız.
Değerli milletvekilleri, ilginç zamanlara tuhaf, ucube bir rejimle giriyoruz. Gayrimeşru bir referandumla ülke yetmiş yıl geriye gitti. Tarafsız olacağına namusu ve şerefi üzerine yemin eden Cumhurbaşkanı bir anda partisinin Genel Başkanı oldu. Ülkede uygulanacak politikaları tespitte tek yetkili olurken, tüm sorumluluk da Hükûmetin sırtında kaldı. Bu ucube rejim nedeniyle Cumhurbaşkanı ve saray erkânı son dönemde devleti de, partisini de sadece kendinden, milleti de yandaşlardan ibaret saymaya başladı. Saray erkânı Türkiye Cumhuriyeti devletinin çıkarlarına, güvenliğine karşı her türlü girişimi "Erdoğan düşmanlığı" olarak göstermekte giderek ustalaşıyor. AKP Genel Başkanının, partisindeki diğer yöneticilerin "Bu işi tek adam değil, ekip olarak başardık." demesine dahi tahammül edemediği söyleniyor. Hem AKP Genel Başkanı hem de Cumhurbaşkanı şapkalarını taşıyan Sayın Erdoğan milletin görevlendirdiği ana muhalefet partisini vatana ihanetle suçlama noktasına kadar gidebiliyor.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - İki dakika içinde toparlayın efendim.
FAİK ÖZTRAK (Devamla) - Bu çok tehlikeli bir söylemdir; sonu, çıkmaz sokaktır. Bu gidişi yatırımcılar da görmektedir. Ülkenin yabancı paraya bu kadar bağımlı hâle geldiği bir ortamda, siyasi riske zirve yaptıran bu siyaset tarzı sürdürülebilir değildir.
Herkes şunun idrakinde olmalıdır: Ne Sayın Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti devletidir ne de 80 milyonluk milletimiz yandaşlardan ibarettir. Sıfatı ne olursa olsun herkes toplumda kutuplaşmayı önleyecek, özenli bir dili kullanmak zorundadır.
Değerli milletvekilleri, konuşmamı milletimin huzuru daha fazla kaçmasın; borcun altında ezilmesin; evinin tapusunu, arabasının ruhsatını bankalara kaptırmasın; refahı, aşı, işi azalmasın diye iktidara bazı tavsiyelerde bulunarak tamamlamak istiyorum.
Hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, seçim güvenliği, demokrasinin kalitesi, iyi işleyen bir ekonominin vazgeçilmezleridir. Bunun farkına varın ve Cumhurbaşkanının aynı zamanda partisinin Genel Başkanı olmasından, tek adam rejimi sevdasından vazgeçin. OHAL'i hemen kaldırın, ülkeyi normalleştirin. Değişen küresel iklimi görmezden gelmeyin. Ekonomide çapaları gevşetmek yerine sıkılaştırın. Ekonominin çekiciliğini ve rekabet gücünü artıracak önlemleri alın. Ekonomide gerçek üstü siyaset felakete götürür. Ekonomideki oyuncuların gözünü çok uzun süre boyayamazsınız. Gerçekleri gizlemek yerine sorunları hızla çözmeye başlayın. Bunu yaparken sadece sarayın aklından değil, herkesin aklından yararlanın.
Sözlerimi tamamlarken 2018 bütçesinin ülkemize, milletimize hayırlı olmasını diliyor, Genel Kurulu ve bizleri izleyen vatandaşlarımızı saygıyla selamlıyorum. (CHP sıralarından alkışlar)