| Konu: | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı Maddeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 44 |
| Tarih: | 21.12.2017 |
HDP GRUBU ADINA SİBEL YİĞİTALP (Diyarbakır) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; insanlara iyilik yapmak istiyorsak, Türkiye halklarına iyilik yapmak istiyorsak bence taleplerini yerine getirerek iyilik yapabiliriz, onların huzurunu barış içinde bir yaşamı tesis etmekle sağlayabiliriz.
Günlerdir burada bütçeyi konuşuyoruz: bu bütçe nedir, ne değildir. Biz "savaş bütçesi" diyoruz, "Emekçilerin olmadığı bir bütçe oldu." diyoruz, kadınlara ait olmadığını söylüyoruz. Hükûmet de işte, terör olduğunu, güvenlik sorunu olduğunu söylüyor ve bunun üzerinden bir tartışma yürütüyoruz.
Ben biraz tersinden okumak istiyorum. Bu bütçeyi tersinden okumaya çalışalım. Burada sizden bir ricam olacak; lütfen, konuşma süresi boyunca anlattıklarımla empati kurun.
Eğer, bu bütçe, halkın, emekçinin, kadının, çocuğun, Alevinin, öğrencinin, emeklinin, sanatçının, gazetecilerin ve hatta hayvanların, doğanın bütçesi olsaydı barışın bütçesi olurdu; asgari ücret artardı, emekçiler "Ay sonunu nasıl getireceğim?" diye düşünmezdi, yıllardır atama bekleyen gençler intihar etmezdi, belediyelerimize kayyum atanmazdı, eş başkanlarımız tutuklanmazdı, milletvekillerimiz ait oldukları yerlerde, burada, yanımızda olurlardı, bu Meclis sıralarının en az yarısı kadınlardan oluşmuş olurdu -çünkü HDP'nin demokratik, kadın özgürlükçü yapısı mutlaka diğer siyasi partilere de sirayet edecekti- Suruç katliamı olmazdı, 10 Ekim katliamı olmazdı, Reina katliamı olmazdı, tüm bu katliamlarda kaybettiğimiz canlar aileleriyle birlikte, sevdikleriyle birlikte yaşamış olurlardı; Sur, Şırnak, Cizre, Nusaybin yıkılmamış olurdu, 500 bin insan göç etmemiş olurdu, Surlu yurttaş bugün sadece yaşadığı yeri terk etmek istemediği için eşinin ve çocuklarının yanında darp edilmemiş olurdu; milattan önce 3000 yılından beri bu topraklarda yaşayan kadim Kürtlerin, kadim Kürt halkının yaşadığı yer kürdistan yasaklanmamış, dili yasaklanmamış olurdu; cenazeler sokaklarda çürütülmezdi, cenazeler mezarlıklardan çıkartılmazdı, insanların acısına, taziyesine saygı duyulurdu; akademisyenler sadece barış istediği için ihraç edilmeyecekti, tutuklanmayacaktı ve yurt dışına gitmek zorunda kalmayacaktı; KHK'ler olmayacaktı, OHAL'ler olmayacaktı, yüz binlerce insan işsiz kalmayacaktı, Nuriye ile Semih şu anda erim erim erimeyeceklerdi ve bu Meclis sataşmalar ya da farklı siyaset anlayışları yüzünden işlevsiz kalmayacaktı, 100 milyarlarca lira borç olmayacaktı. Çok merak ediyorum, vicdanınızı hangi taşın altına koydunuz?
Peki, bu barış ortamı niye bozuldu? Barış ortamının tekrar tesis edilmesi için ne yapmak gerekiyor? Sayın Öcalan'la yapılmış olan müzakere sürecinde bunların hepsi -çok kısa olmuş olsa da- yaşanmıştı. İki buçuk yıl boyunca anneler, gençler, babalar, evlerinde, asker ailesi, dağdaki çocukların annesi ama herkesin annesi evinde huzurla uyuyordu ve bir an önce herkes çocuğuna kavuşmanın hayalini kuruyordu ama bunların hepsi sadece tekçi, eril ve bu kadar acımasız bir siyasetin bunu bozmasıyla oldu. Hâlbuki o dönemlerde, bakın, 21 Martta Sayın Öcalan'ın "Nevroz"daki deklarasyonunu, herkes soluğunu tutmuş ne söyleyeceğini bekliyordu ve herkes canlı yayın yapıyordu. İnsanlar evine giderken gülerek gitti, keyifle gitti. Birbirine öfkesi hiçbir zaman olmamıştı, nefret siyaseti izlenmiyordu. Dolmabahçe mutabakatında da 10 madde vardı, 10 madde de şuydu: Demokratik siyasetinin tekrar tanımı yapılacaktı, demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlaması olacaktı. Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvencesi olacaktı. Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına dönük başlıklar vardı. Çözüm sürecinin sosyoekonomik düzeyi konuşulmuştu. Çözüm sürecinde demokrasi-güvenlik ilişkisinin kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınmasıydı. Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri olacaktı. Kimlik kavramı, tanımı, tanınmasına dönük çoğulcu, demokratik anlayışın geliştirilmesi olacaktı. Yani demokratik cumhuriyet, ortak vatan, milletin demokratik ölçülerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması olacaktı. Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa olacaktı. Ve bu bütçe konuşulurken eğer bunlar gerçekleşmiş olsaydı buralarda kadınlar, gençler ve akademisyenler de dâhil olmak üzere gelip keyifle, kendi geleceğini ortak inşa eden bir yerden ortak cümle kurulacaktı. Ama maalesef ve maalesef bunlar konuşulmuyor, bunlar tartışılmıyor. Ne yapılıyor? Sadece savaş üzerinden tartışma yürütülüyor. Bütün bütçe SİHA'lara, İHA'lara yani silahlara... Ölümler ve sadece artan, artan ölümler üzerinden bir konuşma yapılıyor. Yazıktır, bu ülkenin, artık kimsenin ölümlere tahammülü kalmadı. Annelerin artık ağlayacak gözyaşları kalmadı. Anneler çocuklarını askere gönderirken kaygıyla göndermek istemiyor, çocuğu dağda olan anneler artık acı çekmek istemiyor. Çocuğu dağa giden anneler de bu ülkenin yurttaşlarıdır, oradaki çocuklar da bu ülkenin yurttaşlarıdır. Niye bunu çözmüyoruz? Bu ülkenin, bu Hükûmetin bir perspektifi yok mu? Ne olacak şimdi? Diyelim ki savaş ekonomisi tekrar oldu, ne olacak? Yani bu yıl 50 bin insan da öldüğünde -50 bin insan ölecek- sonra yine o masaya gidilmeyecek mi? Yine insanlar o masaya gitmeyecek mi? Bütün ülkelerde bu böyle olmuştur.
Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Ben merak ediyorum. Hükûmete soruyorum: Kürt sorunu karşısındaki çözümünüz nedir? Nasıl bir perspektifiniz var? Nasıl bir çare bulmayı düşünüyorsunuz, kiminle konuşmayı düşünüyorsunuz? Nasıl bir çözüm yolunuz var, nasıl bir yol haritanız var, nereye kadar bunu götüreceksiniz? İnsanların cebinde para olması mı sizin çözümünüzdür? Ne kadar sürecek bu? Niye konuşmaktan imtina ediyorsunuz? Niye bir Kürt sorunu olduğunu konuşmaktan imtina ediyorsunuz, konuşmayınca olmadığını mı düşünüyorsunuz? Konuşmayınca cenazelerin gelmediğini mi sanıyorsunuz? Konuşmayınca acıları görmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz?
Artık topraklardan ölüm fışkırıyor, ölüm. Her gün cenaze geliyor bu ülkeye ve gelen cenazelerin durumunu az önce arkadaşımız anlattı; sokak hayvanlarına terk ediliyor, mezarlıklardan çıkarılıyor, insanların yıkanması engelleniyor. Bu bize yakışıyor mu? Bir insana yakışıyor mu ya? Ne olacak yani, ne olacak? Nereye kadar gidecek bu ölümler?
Ben hayatım boyunca bir karıncayı incitmemişim ama buraya geldiğimde o kadar kayıtsız bir şey görüyorum ki ölümleri anlatıyorum, dinlemiyorsunuz; ölümler olmasın diyorum, dinlemiyorsunuz; gelin konuşalım diyorum, gelmiyorsunuz. Bu kadar acı yaşayan bir halkız, her gün elimizi buradan uzatıyoruz, ama her gün. Siyasetle bu işi konuşalım diyoruz, ona yoksunuz. Demokratik zemini getirin, ona yoksunuz. İnsanları tutuklamadan bu işi çözelim, ona yoksunuz. Peki, neye varsınız? Ölümler için mi konuşacağız sadece? Her gün ben size istatistiksel rakam mı vereceğim? Ben diyeceğim beş kişi, sen diyeceksin yüz kişi. Ne olacak? Bununla mı çözeceksiniz? Dünyanın her yerinde bu böyle olmuştur; İspanya'da böyle olmuştur, Fransa'da böyle olmuştur, her yerde böyle olmuştur.
İnsanların Mars'ta yeni hayat inşa etme çabası sürerken ben hâlâ size Kürt olduğumu anlatmaya çalışıyorum, dilimin olduğunu anlatmaya çalışıyorum, tarihimin olduğunu anlatmaya çalışıyorum, bir benliğimin olduğunu anlatmaya çalışıyorum, çocukların ölmemesi için anlatmaya çalışıyorum ama siz hâlen bana "Sen yoksun; senin çocuğun yoktur, senin dilin yoktur, senin coğrafyan yoktur, senin kimliğin yoktur. Sen, ben istediğim zaman varsın." diyorsun. Böyle bir şey olamaz. Bunun sonu yoktur. Ve ben yani şunu da söylemek istiyorum: En uzun gecedir, dilerim ve umarım ki belki buradan birkaç arkadaş oturduğu yerden "Evet, bu böyle olmuyor, gerçekten yürümüyor; her gün ölüm istemiyoruz." diyecek bir yüreğe, bir vicdana sahip olur. Bir yerlerde bunu söyler, en azından ve en azından bir yerden bir ses çıkar.
Yetti yani, bakın, şimdi Diyarbakır'da, devlet hastanesinde 9 cenaze var; aileler her gün gidiyor DNA'ya baktırmaya ve o çocukların annelerine, babalarına cenazeleri verilmiyor, her gün aşağılanıyor. Bunu bir anne babaya yapmak kimin hakkıdır, kim böyle bir hakkı kendinde görebilir?
Evet, ben daha fazla bu sözü uzatmak istemiyorum. Dilerim ve umarım ki herkes yaptığını bir kez daha düşünür. Başını önüne koyar, nerede olduğumuzun, nasıl bir ülkede yaşamak istediğimizin, nasıl bir yaşam kurmak istediğimizin oturup bir daha değerlendirmesini yapar.
Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)