Konu: | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 8'inci Tur görüşmeleri münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 3 |
Birleşim: | 42 |
Tarih: | 19.12.2017 |
HDP GRUBU ADINA ZİYA PİR (Diyarbakır) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Sayın Başkan, çok değerli milletvekilleri; AK PARTİ sıraları her zaman olduğu gibi biraz boş ama sayın hocam burada, onunla biraz sohbet edelim, sizin alanınıza gireceğim.
Rivayet odur ki Hazreti Âdem ve Hazreti Havva'nın çocuklarından 2'si kavga eder ve Kabil, Habil'i öldürür. Bunu burada daha önce kısaca anlatmıştım ama tekrarlamada fayda vardır.
İSMET UÇMA (İstanbul) - Kur'an'da geçmez, "Habil" "Kabil" Kur'an'da yoktur.
ZİYA PİR (Devamla) - Rivayettir.
Şimdi İbranice'den Türkçeye çevirirsek Kabil'in anlamı "maden işinde çalışan değirmenci" yani mealen bu şekilde kabul edebiliriz, demirci diyebiliriz. İbranice'den Türkçeye çevirince Habil'in anlamı da "rüzgâr, soluk, nefes yani yaşam" gibi tercüme edebiliriz bunları.
Şimdi, son yıllarda insanlığın geleceği için kafa yoran bilim insanları ve filozoflar, bunu inançlar ötesi bir metafora çevirmiştir. Yani "Kabil" biz cahil insanlar nazarında daha güçlü olanı yani rantçıyı, yok edici sanayiyi, doğa tahribatını temsil eder ve "Habil" de doğayı, insana yaraşır bir yaşamı temsil eder. İnsanlık tarihinde bu kavga hep devam etmiştir ve güçlü olan güçsüz olanı hep yok etmiştir.
Şimdi, insanlık tarihinde sanayi-doğa çelişkisi ve insanın doğaya plansız müdahalesi, bir Kızılderili şef tarafından da dile getirilmiştir. Aynı şeyleri konuşuyor, son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak diye seslendiği beyaz adam durumuna bizlerin düşmemesi lazım. Kabilvari değil de Kabil'i de tamamen yok saymadan, reddetmeden, Habilvari düşünmemiz ve davranmamız gerekmektedir. Yani doğanın boş alanın, bir parkın, bir ağacın, kuşun, böceğin kıymetli olduğunu anlamalıyız, o bilinci geliştirmeliyiz.
Şimdi iki örnek vermek istiyorum: Bundan birkaç ay önce, burada zeytinliklerle ilgili tartışmalarımız olmuştu ve o zaman Sayın Başbakan "Tesis mi, zeytinlik mi?" sorusunu sormuştu. Eğer "tesis" diyen varsa onlar Kabilvari davranmıştır ve Hükûmet o şekilde davranıyor, bizi ise -bütün muhalefet- Habilvari davranarak "Hayır, zeytinlik kıymetlidir, zeytinlik" demiştik, bir.
İkincisi: Sayın Bakanlarımızdan çok kıymetli Orman ve Su İşleri Bakanımızın çok kıymetli haklarını da teslim etmek gerekiyor, Kıbrıs'a suyla alakalı bir projeyi tamamladılar, hakkınızı teslim ediyoruz. Zor bir proje, hallettiniz ama denizleri aştınız, derede boğuluyorsunuz, üzülüyorum. Dün bizlere şu suyu göndermişsiniz, bu da Kabilvari bir davranıştır yani doğa dostu bir şeyde gönderebilirdiniz bize, plastik şişeyle göndermişsiniz; bu yanlış olmuş Sayın Bakanım. Umarım, kamu kurum ve kuruluşlarında şu pet şişeleri hiç görmeyiz artık bundan sonra. Alternatifler arama durumundasınız. Güzel yaptığınız işler var ama derede boğulmayın lütfen.
Değerli milletvekilleri, "Zeytin mi, tesis mi?" "Sanayi mi, yoksa doğa mı?" ikileminde, Hükûmet, dümeni elbette "tesis-sanayi"den yana kırmıştır. Ancak Adorno'nun deyimiyle, yanlış hayat doğru yaşanmayacağı gibi, insan ve doğayı merkeze almayan yani Habilvari sanayileşme politikası olmadan yapılacak çalışmalar kentsiz kentleşmeye yani ucube sanayilerin, ucube kentlerin oluşmasına yol açacaktır.
Değerli milletvekilleri, iktidar mensupları güzel, renkli, altın yaldızlı cümleler kurmayı çok sever. Sayın Bakan Özlü, TÜBA'nın 52'nci Genel Kurul Toplantısı'nda yaptığı konuşmasında şöyle diyor: "Bizim topraklarımızda ve kültürümüzde bilim ve bilim insanı her zaman takdir görmüş, itibar görmüş ve el üstünde tutulmuştur." Güzel bir cümle. Fakat Sayın Bakanım, bilimsel araştırmalara ayrılan bütçeyi düşük buluyoruz biz, onu bir kenara bırakalım ama bilim insanlarına verilen değer, sizin de imzaladığınız kanun hükmünde kararnameler nedeniyle görevden alınan, ihraç edilen akademisyenler gerçeği dikkate alındığında, hakikatin, hiç de sizin ifade ettiğiniz gibi olmadığını göstermektedir. İhraç mı, itibar mı; bence o konuda bir netleşin lütfen.
Değerli milletvekilleri, 2016 yılında dünyanın önde gelen şirketlerini alırsanız, bunların her biri 10 milyar ile 13-14 milyar arasında AR-GE'ye bütçe ayırmıştır; Türkiye, TÜİK verilerine göre, AR-GE'ye yaklaşık 2 milyar dolar ayırmıştır. Yani bizim merkezî yönetim bütçesinden araştırma geliştirme faaliyetleri için ayrılan ödenek ve harcamaların miktarı bu şirketlerin her birinden kat kat daha azdır ama biz ısrarla diyoruz ki: "Bütün dünya bizi kıskanıyor." Öyle mi? Hükûmet olarak, AR-GE faaliyetleri için sürekli çalışmalar yapıldığını belirtiyorsunuz. Örneğin, 2017 Ocak ayında yayımlanan, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının "AR-GE Reform Paketi" -hâlâ İnternet sitenizde var, daha dün baktım- adlı çalışmayı ele aldım. Bu paket incelendiğinde, sorulacak bir sürü soru var bununla ilgili ama ben burada bir tanesine dikkatinizi çekmek istiyorum, diyorsunuz ki: "Az sayıda AR-GE personeliyle faaliyet gösteren sektörlerde, AR-GE merkezleri kurulmasının önünü açmak amacıyla çalıştırılması gerekli asgari AR-GE personeli sayısı 30'dan 15'e düşürülecek." Ben soruyorum: Niye 15, niye 1 değil? Çünkü inovasyon fikirleri 15 kişi ya da 30 kişi, 40 kişi tarafından oluşturulmaz, 1 kişi tarafından oluşturulur ve hayata geçirilir. Düsseldorf ve Köln'de, yine böyle merkezlerin her birinde benim 2'şer arkadaşım vardı, ortak şirketleri vardı ve faaliyet gösteriyorlardı. Yani bu rakamın da 1'e düşürülmesi gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye'de marka ve patent tesciliyle ilgili hiç konuşmaya gerek yok, sayılar çok düşük. Bunun yanı sıra, bir de bölgesel eşitsizlik var. Yani Orta Anadolu'da Ankara'yı, Ege Bölgesi'nde İzmir'i çıkarırsanız Türkiye'nin hiçbir yerinde doğru dürüst patent de yok yani diğerlerini katarsanız, zaten o daha az, onu hiç konuşmaya burada gerek yok. Bölgesel dengeyi az da olsa orada da kurmanızı talep ediyoruz.
Gelelim bir de millî ve yerli otomobil konusuna. Arkadaşlar "millî ve yerli otomobil" diye dünyada artık bir şey yok, olamaz da. Sizin kastettiğiniz millî ve yerli markadır, buna biz de varız. Millî ve yerli marka oluşturabiliriz hep birlikte ama millî ve yerli otomobil ya da uçak, böyle bir şey yok. Bilimden uzak, seçim malzemesi için kullandığınızdan dolayı bazen de gerçekten uluslararası arenada -hadi Türkiye'de insanlar göz yumuyor ama- komik duruma düşüyorsunuz. Seçim öncesi, işte "Yerli yolcu uçağımızı yapıyoruz, kendi savaş uçağımızı yapıyoruz, elektrikli otomobil yapıyoruz." diye böyle bir sürü komik komik şeyler söylediniz ve şu an onun altında kalıyorsunuz. Zamanım kısalıyor, ben perşembe günü buradan devam ederim, belki bürokratlarınız izleyebilir.
Şimdi, yerli otomobil markası üretmek -sloganlarla olmaz bu işler- akılla olur, bilimle olur, bilim insanlarıyla olur. Akademik özgürlük olursa insan sorgular, sorgulayan birey olursa bilim gelişir; aksine siz -demin hocam söyledi- 5.700'e yakın akademisyeni hukuk güvencesi ve yolu olmadan kanun hükmünde kararnamelerle işten atarak onları akademiden uzaklaştırarak bilime katkı sunmalarına engel oluyorsunuz. Sonuç ise nedir? İnsanlar yurt dışına gidiyor -3-5 beyin var burada- onların yurt dışına gitmesini sağlamayın lütfen.
Sonuç olarak: Yukarıda ifade ettiğim gibi, Türkiye'nin sanayileşme perspektifi sorunludur. Doğa ve insan merkezli olmayan, bilimden, estetikten kaynaklanmayan, bir avuç zengini daha da zenginleştirme hedefinde olan sanayileşme paradigmasıyla çizilen plan ve projelerin ülkeyi refaha ulaştıracağını düşünmek saflık olur, saflık değilse de kurnazlık olur diyerek Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)