GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 2'nci Tur görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:3
Birleşim:36
Tarih:13.12.2017

MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, çok kıymetli milletvekilleri; Milliyetçi Hareket Partisi adına, görüşülmekte olan bütçemizin özellikle Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu ve ona bağlı olan Atatürk Araştırma Merkezi, Atatürk Kültür Merkezi, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bütçeleriyle ilgili konuşmak üzere söz hakkı almış bulunmaktayım, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Saygıdeğer milletvekilleri, ben bütçeyi biraz farklı açılardan değerlendirip hem sabah yaşananları da dikkate alarak hem de biraz da uluslararası yaşadığımız birtakım olayları da mercek altına alarak geniş bir perspektif sunmaya çalışacağım. Malumunuz, gerçekten bazen sosyolojiyi katlediyoruz, bazen aklı, izanı, bilimi, ilmi, irfanı yok sayıyoruz, birtakım ifadelerde bulunuyoruz. Bu, yüce Meclisin azametine, şanına, şerefine çok da yakışır şeyler değil.

Saygıdeğer milletvekilleri, güçlü milletlere baktığımızda ve bunların güçlü bir şekilde sistematikleşmiş hâli olan devletlere baktığımızda gerçekten var olma kadar varlığını sürdürmenin çok önemli olduğunu görmekteyiz yani bir milletin var olmasından ziyade bu varlığının devam ettirilmesi, sürdürülebilir olması çok önemlidir. Bir devletin varlığından çok, onun sürdürülebilir bir yapıya büründürülmesi daha büyük bir önem arz etmektedir. Dolayısıyla, gerçekten, sürekli ve kalıcı olması için bir ulusun, bir devletin fabrika ayarlarına çok dikkat etmek lazım, o noktadaki hassasiyetleri muhafaza etmek gerekir.

Peki, bir milleti güçlü ve sürekli kılan en önemli şey nedir? İşte, bu da kültürdür. Yani kısaca, bir milletin yaşayıp yaşatarak kuşaktan kuşağa aktardığı siyasi, edebî, tarihî, hukuki, örfi tüm değerler manzumesinin adıdır kültür. İçeride kuşaklar arası iletişimi güçlendirdiği gibi uluslararası boyutta da milletler ailesi içerisindeki o milletin saygın yerini almasını sağlar. Dolayısıyla güçlü bir millet-devlet terkibi bu kültürel değerlerin korunarak, yaşatılarak, kuşaktan kuşağa aktarılarak sağlandığına tanıklık etmekteyiz.

Bu değerler yapısı içerisinde, özellikle de bir ulusun birlik ve bekasının güçlenmesini ve ebet müddet bir yapıya bürünmesini sağlayan en önemli unsurların başında dil birliği yani ortak dil bilinci ve tarih şuuru gelmektedir. Yani diğer bir ifadeyle bizi biz yapan kültürel değerlerimiz, vazgeçilmezlerimiz arasında en önemlisi "ses bayrağımız" dediğimiz güzel Türkçemiz ve maziden atiye uzanmamızı sağlayan o şanlı, şerefli tarihimizdir.

Güçlü milletlere baktığımızda gerçekten en büyük hazinelerinin kültürel değerleri olduklarını çok net bir şekilde görmekteyiz. Dolayısıyla Gazi Mustafa Kemal Atatürk de bu kültürel değerlerin farkında olarak akamete uğramış millet olma potansiyelini harekete geçirerek Millî Mücadele'yi ve akabinde genç cumhuriyeti kurmayı başarmıştır. Dahası kurmakla yetinmemiştir, bu kültürel değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasını yani son sığınağımız olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin ebet müddet bir yapıya bürünmesini sağlamak için de özellikle odaklandığı en önemli husus bu kültürel değerlerin muhafazası, müdafaası, uluslararası boyuta taşınması konusundaki hassasiyetidir. İşte, bu hassasiyetten dolayı Türk Tarih Kurumunu ve Türk Dil Kurumunu kurmuştur.

1930'ların hemen başlarında kurulan Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, 7 Kasım 1982'de kabul edilen Anayasa'nın 134'üncü maddesiyle kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine dâhil edilmiştir. 12 Eylül askerî darbesi sonrası yapılan bir kanuni düzenlemeyle Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumlarının yanı sıra "Atatürk Araştırma Merkezi" ve "Atatürk Kültür Merkezi" adı altında iki kurum daha ilave edilmiştir. Böylece, tarih ve dil konularının işlendiği diğer kurumlar da katılarak ama ana gövde olarak Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu o tarihî misyonunu sürdürmeye devam etmiştir.

Aslında Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda belirtilen ilke ve esaslara göre faaliyette bulunan hiçbir siyasi iktidarın itiraz edemeyeceği, siyasetüstü söz konusu kurumlar, temel ilke olarak Türk tarih, dil ve kültür değerlerinin korunması ve kuşaktan kuşağa aktarılması ve uluslararası boyuta taşınması gibi yüksek görev ve hedeflere sahiptir. Böylesine yüksek ideallere, görev ve sorumluluklara sahip güzide kurumlarımızın sınırlı bütçeleriyle beklenen hizmetleri vermede zorlandığına tanıklık etmekteyiz. Çünkü söz konusu yüksek misyon ve vizyonun gerçekleştirilmesi, ehliyet ve liyakat temel prensibinden hareketle, ilgili konularda temayüz etmiş ve ulusal, uluslararası düzeyde yetkinlikleri ve uzmanlıkları yaptıkları bilimsel çalışmalarla onanmış bilim adamları tarafından yönetilmesinde yarar vardır. Çünkü başkanlar, başkan vekilleri ve altyapılarında oluşturdukları bilim uzmanlarına baktığımızda, çok net bir şekilde, gerçekten, sanki tek taraflı bir kalkınma ya da tek taraflı bir gelişme, tanıtma düşüncesi yatmaktadır.

Elbette ki hâlihazırda bu kurumların başında olan yetkin arkadaşlarımızın konularında gerçekten uzman oldukları kanaatini taşıyoruz ama unutmayın ki Mustafa Kemal bu kurumları kurarken -Gökalp'ten esinlenerek, onun ideolojik yapısından esinlenerek, "fikir babam" dediği yapıdan esinlenerek- hedefi neydi? Bir ayağımız doğu bir ayağımız batı. Neydi hedefi? Millî bir yapıya uluslaşma sürecini devam ettirirken muasırlaşmayı da göz ardı etmemekti. Şimdi, bu terkip, Allah'a şükür, bugüne kadar çeşitli saldırılara maruz kalsa da devamlılığını, sürekliliğini korumaya çalıştı özellikle Türk siyasi tarihinde, zaman zaman sekteye uğratılmaya çalışıldı ama.

Şimdi, bu, gerçekten, Türkleşmek, muasırlaşmak, İslamlaşmak deyin adına, doğu ve batı sentezlemesi yapmak, Genel Başkanımızın geçen sene çok daha farklı bir terkiple daha anlaşılır, daha güzel bir ifade hâline getirdiği "çift başlı Selçuklu kartalı" ifadesiyle kendine çok rahat bir şekilde karşılık bulmaktadır. Yani biz Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak hem doğuda iddialıyız hem batıda hem İslam coğrafyasında iddialıyız hem de Garp coğrafyasında iddialıyız yani çift başlı kartalımızın biri doğuya bakarken biri batıya bakıyor, biri muasır medeniyetlere bakarken biri de kendimizin de katkıda bulunduğu doğu İslam medeniyetine bakmaktadır. Şimdi, böyle bir terkibin yansımasını çok istiyoruz, bu kurumlarda olsun ama maalesef, bu kurumlarımıza baktığımız zaman, keşke sadece doğu ağırlıklı, doğu dilleri ağırlıklı değil de biraz da hedeflerimizden dolayı, kurucu yüksek ideallerimizden dolayı -bu kurumlar adına konuşuyorum, yüksek misyon ve vizyon ifadeleri var- bunlar da olsaydı. Dolayısıyla, evet, bu eksiklikleri ifade etmemizin nedeni, Milliyetçi Hareket Partisi olarak biz, Türk tarihî ve kültürel mirasına sahip çıkıp, onu kutsal bir emanet olarak kabul edip bizden sonraki kuşaklara da sağ salim bir şekilde emanet etme yükümlülüğümüzden kaynaklanıyor. Hassasiyetimiz budur, kişisel herhangi bir itirazımız söz konusu değildir.

Şimdi, niye bunları söyledik? E, kendine 2023, 2053, 2071 gibi yüksek hedefler koyan bir ülkeyiz, böyle yüksek bir hedefimiz var. O zaman ne yapmamız lazım? Kalkınma projesini topyekûn bir kalkınma projesi olarak unutmamamız gerekir. Yani hassaten, kültürel kalkınmasını sağlayamadan ekonomik ve teknolojik kalkınmaya odaklanmak kanadı kırık kuş misali eksik olur. Dolayısıyla, Allah korusun, kültürel kalkınmasını başaramamış milletler, inanın, çok sıklıkla kullandığımız o klişe ifadede varlık bulduğu gibi, efendim, medeniyetler, kültürler mezarlığında yerini alır. Dolayısıyla bizim eğer böyle uzun vadeli bir vizyonumuz var ise bunun en önemli ayağı da gerçekten bizi devlet olarak ayakta tutan, bizi millet olarak ayakta tutan kültürel değerlerimizi sağlıklı bir şekilde muhafaza etmek ve kuşaktan kuşağa aktarılmasını sağlamaktır.

Saygıdeğer milletvekilleri, bu anlamda, baktığımızda, elbette ki yapılan güzel şeyler de var. Güzeli alkışlarız, güzeli takdir ederiz, taltif ederiz ama eksiği de ifade ederiz, eksiklerimizi de söylemek zorundayız. Şimdi, bu kurumlarımız gerçekten bir an önce... 2011'de bir idari sekteye uğratılan bu kurumumuz hâlbuki gerçekten mali ve bilimsel açıdan özerk bir kurum olması lazım, şeffaflık kaydıyla, denetlenebilirlik kaydıyla, efendim, ana ilkelerden kaymamak kaydıyla. Çünkü yüksek amaç ve ülküleri ortada, belli, kurumların. O zaman, bunlara mali ve bilimsel özerklik tanımak zorundayız. Bunu nasıl yapacağız? İşte, 2011'de bir bakanlığa bağlıyken daha sıkı bir bürokratik kontrol altına almak amacıyla daha yüksek bir makama bağladık ve doğrudan bir kontrol ve o dönemde gerçekten bizi derinden inciten bir şey daha oldu. 2014'te, hiç unutamıyorum, biz bir taraftan bu kurumların daha çok kürsüleşmesi, daha çok ihtisaslaşmasını savunurken bizim için çok elzem olan Ermeni Masasının kapatılmasına tanıklık ettik. Sayın Davutoğlu'nun Başbakanlığı zamanında bu kürsü kapatıldı.

Hâlbuki ideal olan neydi? İdeal olan şuydu: İşte bugün sıkıntılarını yaşıyoruz, bakın, bugün önümüze bir Kudüs sorunu geldi, bir Myanmar sorunu geldi, değil mi? Nedir? İşte bu kurumlar bütün Batı toplumlarında, gerçekten, yüz yıllık vizyonları, misyonları, öngörüleri olan, baktığımız güçlü yapılarda bunlar bu kurumlar üzerinden saha çalışmalarını yapar ve gardını alır; muhafaza kültürünü etmekle mükelleftir.

Ne oldu? Biz istiyorduk ki özellikle yaşadığımız coğrafya itibarıyla, sıkıntılarımız itibarıyla her konuda mutlaka bir masa olsun. Yakın komşularımız değil sadece, bütün dünya coğrafyasında, muhatap olduğumuz küreselleşen bu dünyada artık komşuluk kavramı da çok farklılaştı. En uzak fiziki mekân bazen en yakın müttefikiniz olabiliyor. Dolayısıyla bu bağlamda da o uluslarla, o devletlerle ilgili çok geçerli masalarımız olmalı ve hazırlığımız olmalı. Nedir bunun yolu? Çok net söylüyorum, somutlaştırıyorum: Bunların dillerinin öğrenilmesi lazım, kültürlerinin tanıtılması, tanınması lazım, bu konuda yapılan bütün bilimsel çalışmaların desteklenmesi lazım.

İşte bugün Kudüs karşımıza çıktı. Kudüs konusunda akşamları televizyon kanallarında artık seyretmekten bıktığımız, uzman ama önlerinde cep telefonsuz konuşmaya gidemeyen, programa gidemeyen tiplerden bıktık. Uzmanlık alanların gerçekten bu tür kurumlarda yetiştirilmesi lazım; Kudüs konusunda tarihî bir uzman, gerçekten. Bir de Diyanetle ortak bir proje geliştirip Kudüs'ün hem kutsi yönünü inceleyen bir araştırmanın hem de tarihî yönünü inceleyen bir araştırmanın hazırladığı bir şeyi ortaya koysak, bunu da bizim siyasi erkimiz çok net bir şekilde uluslararası arenada kullansa kötü mü olurdu?

Myanmar işte, aynı şeyi söyleyebiliriz. Bakın, ben Batı dilleri edebiyatı profesörüyüm. Ben Myanmar'ı, inanın, bir doktora öğrencime tez konusu seçerken George Orwell'in "Birmanya Günleri" diye bir romanında tanıdım tesadüfen. Birmanya, Burma İngiliz sömürgesi, daha sonra, bugün Myanmar'a dönüşmüş bir yapı. Araştırdık, inanın, Zeynep Oral, gazeteci yazar, o hanımefendinin, gerçekten, gezip bir turist rehberi olarak hazırladığı küçük bilgi notu dışında hiçbir kaynak yok. Şimdi, biz iddialı bir ülkeyiz, eğri oturup doğru konuşacağız, büyüklüğümüze uygun, gerçekten bu kültürel, bu donanım adımlarımızı atmak zorundayız ama bugün baktık ki bir anda orada Müslüman kardeşlerimiz var, orada çile çeken, efendim, bir sürü sıkıntıya düçar bir insanlar varlığı var. Hâlbuki biz o konuda yetkin olmalıydık, hazırlıklı olmalıydık diye düşünüyorum.

Öte yandan, yine, bakıyoruz, uluslararası boyutta bugüne kadar hep savunmak zorunda kaldık kendimizi. İşte, bir ara "Mavi Kitap" diye İngiliz istihbaratının yazdırdığı bir kitaptan dolayı sıkıntı çektik. Bize bir yafta yapıştırıldı: "Efendim, bunlar soykırımcı." Ne zamana kadar biliyor musunuz? Kitabın yazarı Toynbee kendini inkâr edene kadar, dedi ki: "Evet, bu, bilimsel bir yapıtım değil. Ben bilim adamıyım ama maalesef utanarak söylüyorum: Bu, İngiliz istihbarat örgütünün bana dayatarak yazdırdığı bir eser."

Şimdi, 1970'li yıllardan sonra da Gece Yarısı Ekspresi filminden çektiğimizi Allah bilir. Ne zamana kadar? O filmdeki bizlerin her türlü olumsuzluklara düçar resmimizin inkârı için neler yaptık neler. Ne zamana kadar biliyor musunuz? Filmin yapımcısı Alan Parker kendini inkâr edene kadar, dedi ki: "O filmi ben Ermeni diasporasının kaynaklarıyla, baskılarıyla yaptım, sanat anlayışıma çok tersti. Türklerden özür diliyorum." Billy Hayes adındaki o filmin kahramanı da Kıbrıs'ta bir özel televizyon kanalına aynen röportaj verdi, dedi ki: "Ben bu anlatılanlarla ilgili hiçbir şey yaşamadım, bunlar iftira. Benim cezaevi yıllarımda Türkçe öğrendiğim arkadaşlarım var."

Şimdi, bunları niye örnek olarak veriyorum? Bunlardan ders çıkaralım artık, şapkamızı önümüze koyalım. Mademki 2071 gibi bir yüksek vizyonumuz var, o zaman gerçekten ona uygun hazırlıklarımızı tamamlayıp bu kurumları destekleyerek, bu kurumlarda ehliyet ve liyakati ön plana alarak, siyasi mülahazalardan uzak, işi ehline vererek bu tür hazırlıkları yapalım.

Tarih Kurumumuzun bir matbaası vardı; çok sofistike bir matbaa, çok modern, istediği eseri çok rahat çıkarabilecek bir matbaaydı ama aktif değil, bütçe yok. Şimdi, Tarih Kurumu üzerinden basılan kitaplar dışarıdan ihale edilip dışarıdan bastırılıyor, maliyeti daha yüksek.

Ben yine kendimden bir hatıramı paylaşayım, acı bir hatıra: 1995'te doktoramı bitirdim geldim, "Batı'da Türk İmgesi" diye bir çalışma yaptım -kitap buradaydı, kürsüye getirmeyi unuttum- inanın, ilk işim ne oldu biliyor musunuz? Gerçekten, Türk millî değerlerine inanan, Türk milliyetçisi olarak ben dedim ki: Aynı zamanda Batı Türk'e nasıl bakıyor, bunu bir doktora tezi hâline getirmeliyim. Tarih Kurumuna götürdüm, takdim ettim "Bunu basalım, bunu dünya okusun." dedim. "Maalesef, bizim bunu yapacak kaynağımız yok." dendi ve o kitap dışarıda basıldı, dış kaynakların desteğiyle basıldı. Allah'a şükür bugün, bizim hakkımızdaki bir sürü yalan yanlış iftiraları yok eden o kitabımız birçok üniversite kütüphanesinde var.

Şimdi, bu acı tecrübelerden sonra, daha önemlisi, içeride de birtakım sıkıntılara maruz kalıyoruz. Bu kurumlar eğer ciddi çalışmalar yapar, bunların önü açılırsa hem dışarıdan, biraz önce saydım, "Mavi Kitap"tı, soykırım müzeleriydi, sözde soykırım iddialarıydı, etnik ve mezhepsel ayrıştırmalardı... Efendim, içeride de bunların sanki bir senkronize hareketiymiş gibi, işte sabahtan beri yaşadığımız şeylere hepimiz tanıklık ettik. Sosyoloji altüst oldu, "millet" kavramı altüst oldu. Yani Allah aşkına, düşünebiliyor musunuz, "asimilasyon" kelimesi kullanılıyor. Asimilasyon olsa... Aynı ağızdan şu cümle çıktı, ben birkaç gün önce şahitlik ettim, diyor ki: "Benim aslen annem Arap, babam Türk asıllı, efendim damadımın biri Türk, biri Çerkez." falan filan. Ya Allah aşkına, o zaman niye böyle çelişkiye düşüyorsunuz? Asimile olsaydı sen böyle bir yapıdan bahsedebilir miydin?

Biz her zaman söylüyoruz, inanın, Türkiye'nin, Türk milletinin millet olma hikâyesi çok farklı. Hiçbir kitapta yok Batı literatüründe, zaten karışıklık oradan. Çünkü, Batı literatürüne baktığınız zaman "millet" tanımları ya ırka dayalı yapılır, ya coğrafyaya, ya tarihe. Ama bizim geleneğimiz, örfümüz, millet olma kabiliyetimiz çok farklı. Biz Anayasa'da bunu teminat altına aldık, dedik ki: Ya, bu coğrafyada emeği olan, yaşayan, katkısı olan, birlik beraberlik bilinci içerisinde, kardeşlik hukukuna bağlı herkes Türk'tür. Bu bir milletin adıdır. Bunun için de eğer etnisite... Bilimsel bir araştırma yapacaksanız etnik olarak her şeyi koyabiliriz kim hangi etnik kimliğe dâhilse ama Türk'ü kimse etnik bir kimlik olarak onların arasına sıkıştırmasın.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

KAMİL AYDIN (Devamla) - Bu, bilime aykırı; irfana, izana aykırı şeydir. Eğer etnisiteden bahsedeceksek Türkmen'i etnik kimlik olarak bahsedebiliriz; Kıpçak'ı, Kuman'ı etnik kimlik olarak kabul edebiliriz fakat Türk bir etnik kimliğin adı değildir. Dolayısıyla, bu terkiplerden, gerçekten bu kullanımlardan uzak duralım. Laz, Çerkez, Arnavut, Boşnak, Türk, Kürt yani biz...

BAŞKAN - Sayın Aydın, teşekkür ederim.

KAMİL AYDIN (Devamla) - Bir dakikalık sonuç şeyim olmayacak mı?

BAŞKAN - Hiç kimseye uzatma vermedim Sayın Aydın.

KAMİL AYDIN (Devamla) - Peki, inşallah bir dahaki sefere.

BAŞKAN - Anlayışınızdan dolayı teşekkür ederim size.

KAMİL AYDIN (Devamla) - Bu dilek ve temennilerle, bu kurumun amacına uygun çalışmasını ümit ederek inşallah hayırlara vesile olur diyorum.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)