| Konu: | 2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2016 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 1'inci Tur görüşmeleri münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 35 |
| Tarih: | 12.12.2017 |
HDP GRUBU ADINA DENGİR MİR MEHMET FIRAT (Mersin) - Sayın Divan, çok değerli milletvekili arkadaşlarım; hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum.
Bugün görüşülmekte olan 2018 Yılı Bütçe Tasarısı bana göre çok çok önemli olan bir yasa, her zaman olduğu gibi. Parlamentoların kuruluş temelinde yatan mantık zaten bu yasaya dayanıyor. Çünkü halktan toplanan vergilerin nereye, nasıl gittiğini tespit edebilmek için parlamentolar -ilk kez- kurulmuştur. Ve Türkiye Parlamento tarihine baktığımız zaman da bütçe görüşmelerinin bugünkü gibi çok layüsel bir şekilde değerlendirildiğini zannetmiyorum. Bu çok önemli yasa ve bugün Meclis sıraları bomboş.
Çok iyi hatırlıyorum, sizler de hatırlarsınız; 12 Eylül 1980 öncesi meclislerinde en önemli günlerden biri bütçe görüşmelerinin başladığı gündü ve genelde bir ay sürüyordu yani Meclis görüşmeleri bir ay sürüyordu ve ilk gün saat sınırlaması olmamak şartıyla liderler konuşurdu ve bütün Türkiye -o gün olmayan televizyonlarından dolayı- radyolarının başında bu konuşmaları dinlerdi. Bu konuşmalar minimum beş saat sürerdi kişi başı. Bir Demirel, arkasından bir Erbakan ve diğer liderler beşer saat ama nezahet ve nezaket içerisinde ve bir nevi siyaset dersi verircesine saatlerce konuşurlardı ve bu sıralar tamamen dolu olurdu, hiçbir zaman da bir ay boyunca bu sıralar boşalmazdı. O gün milletvekillerinin danışmanı yoktu, konuşma hazırlanmazdı; her milletvekili bizatihi kendisi şu arkada bulunan kütüphanede aylarca çalışarak konuşmalarını hazırlarlardı. Çünkü bütçeler devletin, milletin DNA'sıdır. Siyasetin hangi yönde ilerlediğinin, ekonominin hangi yönde gittiğinin bu yasaya bakarak çözümlenmesi mümkündür.
Ancak böylesine önemli bir yasayı yasak savuştururcasına eğer dinlerseniz o zaman meclislerin her seçimde yüzde 60, yüzde 70 niye yenilendiğinin mantığına varabilmek mümkün olur. Çünkü siyaset, özellikle milletvekillerinin siyaset öğretisi bu Mecliste yapılırdı; değerli ağabeyler, daha önce deneyimi olanlar kendisinden sonra gelmiş olan milletvekili arkadaşlara nasıl hazırlanacağını, bütçenin nasıl inceleneceğini çok rahat gösterirlerdi. Bunun ötesinde liderler zaten o beş saatlik konuşma içerisinde ama birbirlerine hakaret etmeden, birbirlerine saygı ve sevgi içerisinde siyasetin bir saygı, bir etik meselesi olduğunu anlatırlardı, davranışlarıyla bunu öğretirlerdi.
Ancak o hâle geldik ki -özellikle 1980 sonrasında- daha önce tamamen halka kapalı olan, basına kapalı olan grup toplantıları birer seçim arenası hâline çevrildi ve maalesef artık çocukların dahi dinlemesi ve seyretmesi, bana göre ahlaken uygun olmadığı için, aslında çocuklara seyrettirilmemesi için kırmızı işaretin, noktanın mutlaka konulması gerekir. Aslında, 1980 öncesinde -ki hâlen yasada böyledir- grup toplantıları kapalıdır; sadece ve sadece milletvekillerine, eğer iktidar partisiyse hükûmete ve parti yöneticilerine açıktır ve orası, bir nevi partinin ve bu üç kuruluşun hemhâl olduğu bir yerdir. Yoksa birbirine hakaret edildiği, birbirine olmadık sözlerin söylendiği... Ve ondan sonra da burada -biraz önce olduğu gibi- birbirine saldıran milletvekillerinin neden olduğunu izah edebilmek için grup başkan vekillerinin dakikalarca dil dökmesini dinlemek zorunda kalırız çünkü birbirimize o saygı, maalesef gösterilmemiştir. Hatta o hâle gelmiştir ki bu taraf muhalefet partileri içindir, bu tarafı iktidar partileri içindir. Aslında, bu taraf Cumhuriyet Senatosuna aitti, bu taraf da Meclise aitti ve hangi partiden olursa olsun hep bir arada, kardeşçe, birbirine saygı içerisinde olurlardı.
Fakat üzücü olarak bir şeyi söylemek durumundayım. Toplumun hakikaten DNA'sını bozmak durumunda kaldık. Yani düşünebiliyor musunuz, bazı istatistikler aslında toplumun ne hâlde olduğunu gösteriyor. 2008 yılında 17 milyon kutu antidepresan kullanıldığı hâlde, 2011 yılında bu 41 milyona çıkmış. Vatandaşımız ne hâlde... Yani böylesine bir toplum yarattık kısa sürede. Birbirimize karşı olan sevgi ve saygıyı maalesef siyaset adına yok ettik. Eskiden milletvekillerinin albümlerinin meslek kısmına baktığınız zaman işte avukatları görürdünüz, mühendisleri görürdünüz, ekonomistleri görürdünüz. Şimdi yeni bir grup daha çıktı: Bileği güçlü olanlar, savunucular. Bu, bilmiyorum, bu Parlamentoya yakışmıyor, hiçbirimize yakışmıyor. Eğer birbirimize karşı sevgi ve saygıda bir noksanlık gösterir isek topluma örnek olan bizler, toplumun çıldırmasından sorumlu oluruz kanısındayım.
Bu Parlamentoda Adalet Partisi -senesini hatırlamıyorum şu anda- iktidar olduğu bir dönemde kendi partisinin milletvekillerinin bütçeyi reddetmesi üzerine iktidardan düşmüştür ve rahmetli Demirel de şunu söylerdi her zaman: "Adalet Partisinin düşüş süreci o Meclis günü başlamıştır."
Yine, hatırlarım -yaşım çok fazla şey değildi ama- rahmetli Menderes -herhâlde 1958 yılıydı- grup toplantısında, özellikle hükûmet üyelerinin, milletvekillerinin telefonuna çıkmaması veya onlara gerekli olan saygıyı göstermemesi üzerine, Bakanlar Kurulunu, onları teker teker güven oylamasına tabi tutmuş, birincisini düşürmüştür; sıra ikinci bakana gelmiştir, onu da düşürmüştür; sıra üçüncüsüne gelmiştir, onu da düşürmüştür. Bunun üzerine rahmetli Menderes kürsüye çıkmıştır ve demiştir ki: "Sizi anlıyorum, bakanlarım adına sizden özür diliyorum. Eğer siz isterseniz o kadar gücünüz var ki hilafeti dahi getirebilirsiniz." Yassıada'daki meşhur davanın da... "Hilafeti getiriyor musunuz, getirmiyor musunuz?" sualinin cevabı, aslında o günkü grup toplantısında rahmetlinin söylemiş olduğu ve milletvekillerine vermiş olduğu değeri gösterir. O değeri kazanacak olanlar bizleriz, milletvekilleriyiz.
Evet, doğrudur, 12 Eylülden sonra özellikle Siyasi Partiler Yasası'nda ve seçim kanunlarında yapılan değişikliklerle maalesef milletvekilliği bir nevi atama mercisi hâline gelmiştir. Bir ön seçim hemen hemen yapılmıyor. Her seçimde parti genel merkezinde yöneticiler toplanıyor ve milletvekili listelerini yapıyor. O dönem bir kısım milletvekili -ki bunun ortalama yüzde 60, yüzde 70'i diyebiliriz- yeniden seçilmiyor, diğerleri seçiliyor veya yerlerine yenileri geliyor ve böylece aslında bir Meclis örf ve adeti teşekkül edemiyor. Onun için, durmadan Meclis İçtüzüğü'ne atfediyoruz veya onu değiştirerek bir yerlere varmaya çalışıyoruz. Aslında Meclisin örf, âdetleriyle bu Meclisin yönetilmesi gerekir. Tabii ki her Meclisin bir iç tüzüğü vardır ama her meselede İç Tüzük'e başvurmak veya orada cevap aramak mümkün değildir, bulamazsınız da. Çünkü her gün yeni olaylar, yeni problemler çıkacaktır. E, bu Meclis, bu örf ve âdetlere maalesef bugüne kadar sahip olmamıştır çünkü dediğim gibi, her dönemde yani bir dönemi ortalama dört yıl olarak kabul edersek her dört yılda bir bu Meclisin neredeyse yüzde 60'ı, yüzde 70'i değişmekte ve yeni arkadaşlar gelmektedir. Tabii ki her insanın seçme ve seçilme hakkına saygı göstermemiz lazım ama bunun yanında da bu nispetteki bir değişikliği diğer demokratik ülkelerde görebilmek maalesef mümkün değildir.
Değerli arkadaşlar, Meclisi bu şekilde biraz kritik ettikten sonra bunun topluma yansımalarına baktığımız zaman, toplumun da büyük bir sıkıntı içerisinde olduğunu görüyoruz. Yani biraz önce vermiş olduğum antidepresan sayısı ve bunun yanında her 5 evlilikten 1'inin boşanmayla neticelenmekte olması bu toplumun belli sıkıntılarının olduğunu göstermektedir. Bunun yanında, suç oranı hakikaten giderek artmakta. 2002 yılında 60 bin olan hükümlü ve tutuklu sayısı 2015'te -15 Temmuz öncesinde- 180 bini bulmuştur ve bugün en çok övündüğünüz şeylerden bir tanesi de gelecek yıl 45 tane yeni cezaevinin hizmete gireceği sözüdür. Kadınlara karşı yapılan saldırılar neredeyse yüzde 1.400 artmıştır. Bu arada, özellikle nefret suçu içeren köşe yazılarında ise neredeyse yüzde 140 artış olmuştur. Böylesine bir toplumla karşı karşıyayız. Bana göre bu toplumun mesulleri de yine bizleriz.
Bir yerde insan aklıyla, insan zekâsıyla yöneticilerimiz alay ediyorlar gibi. Sayın Cumhurbaşkanımız Yunanistan'a gitti, özellikle Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş anlaşmasının yenilenmesi gerektiğini söyledi. Ben biliyorum ki Sayın Cumhurbaşkanı Lozan Anlaşması'nın yalnız Türkiye ile Yunanistan arasında yapılmadığını biliyordur; bir yanda Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri ile diğer yanda Türkiye vardı. Dolayısıyla yalnız Yunanistan'ın veya Türkiye'nin "evet" demesiyle bu anlaşmanın değişmeyeceğini biliyordur. Yine aynı şeyi söyledi, özellikle Batı Trakya'da müftünün Lozan Anlaşması'na göre seçimle gelmesi gerekirken atanarak geldiğini söyledi. Haklıydı çünkü Lozan Anlaşması'nda böyle bir hüküm vardı. Ama peki, orada Yunan Cumhurbaşkanı kalkıp sorsaydı "Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Dostumuz, siz hakikaten Batı Trakya'da müftünün seçimle gelmesini istiyorsunuz. Peki, siz ülkenizde yüzlerce belediye başkanını yasalara aykırı olarak, yasalardaki prosedüre uygun olmayarak görevden alabiliyorsunuz. Müftünün seçimle gelmesini istiyorsunuz da peki, kendi ülkenizdeki yasaya aykırı bu şeye ne diyorsunuz?" deseydi acaba ne cevap verilebilirdi? (HDP sıralarından alkışlar)
Bir yandan da gücümüz yetene efelenebiliyoruz. Kudüs'ün İsrail'in başkenti olması yeni bir sorun değil, İsrail tarafından otuz yıl önce alınan bir karar. Yeni olan hadise, Amerika Birleşik Devletleri'nin kendi büyükelçiliğini Tel Aviv'den Kudüs'e taşımasıdır. Peki, ne tepki veriyoruz? "İsrail'le diplomatik ilişkimizi keseriz." Diplomatik ilişki kesilecek olan İsrail değil, otuz yıl öncekiydi o. Bugünkü olay Amerika Birleşik Devletleri'yle. Eğer hakikaten birileriyle diplomatik ilişki kesilmesi gerekiyorsa bu Amerika Birleşik Devletleri'dir fakat nedense ona herhâlde fazla gücümüz yetmiyor, onun için öbürüne dönüyoruz. Bunlar toplumun kabul edemeyeceği şeyler.
Tabii, Sayın Başbakan, haklı olarak iktidarın yapmış olduğu köprüleri, yolları, havaalanlarını dün burada ballandıra ballandıra anlattı. Doğruydu da hakikaten dünya çapında birçok büyük köprü yapıldı, işte üçüncü havaalanı yapılıyor. Fakat unutulmaması, gözden kaçırılmaması gereken şey, geleceğimiz, çocuklarımızın geleceği ipotek altına alınıyor bu şehir hastaneleriyle birlikte.
Evet, Osmanlı İmparatorluğu kapitülasyonlarla karşı karşıyaydı. Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduğunda bundan, kapitülasyonlardan kurtulduk. Bu kapitülasyonlar gayrimillîydi ancak şunu göz önünde bulundurmamız lazım ki Türkiye'de yeniden bir kapitülasyonlar devrine giriyoruz ama bir farkla; bu, millî kapitülasyon çünkü hastanelerimizi yapanlar Türk müteahhitler ama kredi aldıkları kurumlar tabii ki dış ülkeler. Dolayısıyla millî artı gayrimillî bir kapitülasyonla karşı karşıyayız, bunu nazarıitibara almamızda fayda vardır.
Ben, bir kez daha kanunun hayırlı ve uğurlu olmasını dilerken Türkiye Büyük Millet Meclisinin çok değerli üyelerinin, o geçmişteki örneklerini verdiğim dönemler gibi yeniden bir dönem, bir diriliş dönemi yaşaması umuduyla hepinizi saygıyla selamlıyorum. (HDP ve CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ediyorum.