| Konu: | Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Arnavutluk Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu Arasında Güvenlik İşbirliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 13 |
| Tarih: | 25.10.2017 |
MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; uluslararası sözleşmeler bağlamında Milliyetçi Hareket Partisi adına söz almış bulunmaktayım. Yüce Heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Efendim, bugün 25 Ekim, şerefle temsil ettiğim Erzurum'un yakın tarihine kara bir sayfa olarak düştüğü gün. 25 Ekim 1993 tarihi, Erzurum'un Çat ilçesi, Yavi beldesinde maalesef, bir grup PKK'lı, terör örgütü tarafından sabah namazını müteakiben köye baskın düzenlenip çok ince planlanan bir proje gereği önce elektrikleri, sonra telefon kabloları koparılarak, kesilerek köydeki 40'ın üzerinde sivil vatandaşı bir kahveye doldurup seri bir katliama tabi tuttukları günün adıdır. O gün o kahvede 35 kardeşimiz şehit oldu ve bugün Yavi beldemizde o şehitlik duruyor ama ben gerçekten bugün onları ruhaniyetleri önünde selamla, saygıyla, hürmetle yâd etmek istiyorum. Aradan bir hafta geçmeden, 30 Ekimde bu sefer planın ikinci bir ayağı, Pasinler ilçemizin Çiçekli beldesinde aynı katliam girişimi oluyor. Orada da 6 şehidimiz, 13 yaralımız var yani bir hafta içinde 40'ın üzerinde teröre şehit verildiği tarihleri yaşıyoruz. Onun için heyecanımı bağışlayın. Unutmadık, unutturmayacağız inşallah.
Saygıdeğer milletvekilleri, evet, bugün uluslararası bir sözleşme bağlamında konuşuyoruz. Uluslararası rekabet çok önemlidir. Baktığımız zaman, bütün dünyada uluslararası rekabetin sistematik hâle dönüşmesinin ta tarihsel geçmişine baktığımızda ilk uluslaşma süreçlerinin başladığı aydınlanma çağı yani Rönesans'ın ilk dönemlerine kadar uzanır yani artık İngilizleşme, Fransızlaşma, Almanlaşma, Portekizleşme, İspanyollaşma dönemine kadar gideriz. Burada bir rekabet başlar, bununla beraber ilişkiler de başlar. Bu ilişkiler ağı, bu rekabet ortamı, özellikle 19'uncu yüzyıla gelindiğinde, yavaş yavaş bilimin ve teknolojinin de artmasıyla, Sanayi Devrimi'yle birlikte bu sefer üç önemli ayak üzerinden daha da şiddetlenir, bu uluslararası rekabet. Bu neydi? Bu ham madde, insan gücü ve pazar. Üç boyutlu bir kazanım ekseninde uluslararası rekabet biraz daha şiddetlenir. Şimdi, o günden başlayarak Batı'da bir de Şarkiyat araştırma merkezleri kurulur. Çünkü o yıllar gerçekten Doğu'nun keşif yıllarıdır. Nasıl ki aydınlanma döneminde Latin Amerika keşfedilip oraya bir şekilde sömürü amacıyla gidildiyse Orta Doğu'da, özellikle Musul, Kerkük başta olmak üzere, bütün Orta Doğu coğrafyasında yeraltı zenginliklerinin ve doğal güzelliklerin keşfiyle birlikte orası mercek altına alındı, odak noktası hâline getirildi ve bunlarla ilgili saha çalışmaları düzenlendi. Amaç neydi? Her zaman ifade edilen amaç masumdu, birkaç iyi kavrama sokuşturulmuş, gizlenmiş şekilde ifade ediliyordu. Bunlar da özgürleştirme, bağımsızlaştırma, kalkındırma, eğitme, donatma, ekonomisini geliştirme bağlamlıydı. Bugün de aynı, söylemler çok değişmiyor. Ama bunu bir de tabii yazılı bir metin hâline getirmek lazım buna destek olacak, dayanak olacak birtakım kaynaklar oluşturmak lazım, ki ikna olunsun. İşte size bir kitap isminden bahsedeceğim. Kolombiya Üniversitesinde karşılaştırmalı kültürel çalışmalarıyla ünlü Filistin asıllı sosyal bilimci Edward Said'in "Oryantalizm" diye bir kitabı var. Bu kitap Batı'nın Doğu üzerindeki "öteki" adlandırması altında kendini "ben" yaparak, her türlü olumlu sıfatları, nitelikleri kendinde bulundurarak karşısına bir öteki koyduğunu, genelde bütün Doğu milletleri, özelde de Orta Doğu'yu ötekileştirme sürecini çok iyi anlatan bir kitaptır, 1978 yazımıdır. Orada "oryantalizm" adı altında... Nedir oryantalizm? İşte bugün o yüksek idealleri, sömürgecilik ideallerini gerçekleştirmeye çalışan Batı ne yapmıştı? Kendini Doğu'yu tanımlama, betimleme, roller biçme noktasında yetkin görmüştü. İşte bunun adı oryantalize etmekti, oryantalizmdi. Bunu çok güzel bir şekilde ifade etmiş yazar. Nasıl yapmış bunu? Bunu ikili bir karşıtlık içerisinde gerçekleştirmiş. Yani "ben" ve "öteki" demiş; bütün olumlu nitelikleri "ben"e yüklemiş. Yani kim? Eğitimli, özgürlükçü, barışçı, gelişmiş, okur yazar, çalışkan, beyaz ve judeo Hristiyan. Öteki kim? Öteki de efendim, siyah, gelişmemiş, kaba saba, Müslüman ve Doğu.
Bakın, Batı böyle bir ikilemle ortaya koyduğu söylemini ne için yaptı? İşgal süresince belirli bir sistematik dayanak üretmek adına yaptı. Bu amaçla bu coğrafyaya o kadar çok bilim adamı geldi ki, arkeolog kılığında, sosyal bilimci, fizikçi, kimyacı. Bir tanesi Irak'a geldi, Gertrude Bell diye bir hanımefendi. Lawrence'ı hepiniz biliyorsunuz, Oxford kökenlidir; hani o deşifre olduğu için. O kadar çok var ki Anadolu'da, kazı yapmaya gelenler, dil bilimsel çalışmalar yapmaya gelenler ama asıl amaçları neydi biliyor musunuz? O söylenmeyen amaca hizmet etmekti ve çok güzel bir etüt çalışması yaptılar, bir gen haritası çıkardılar. Ta o günden etnik köken araştırmaları, mezhep temelli araştırmalar gerçekleştirip onu bir sistematiğe tabi tuttular ve uzun vadeli bir sömürgeleştirme projesinin dayanağı hâline getirdiler.
Şimdi, biraz böyle okumakta yarar var. O günden beri, bugüne kadar baktığımızda Orta Doğu her zaman büyük çalkantıların, büyük mücadelelerin olduğu, en çok kanın döküldüğü bir coğrafya hâline geldi. Evet, kadim bir coğrafya. Zaten dikkat çekilmesinin nedeni o. Evet, verimli bir coğrafya. Evet, dikkat çekilmesinin nedeni odur zaten.
Şimdi, uluslararası ilişkileri okurken gerçekten birazcık sebep sonuç ilişkisi kuracağız. Peki, ne yapmak lazım? Gandhi buna karşı mücadele verdi; başardı mı, emperyalizmi yendi mi? Yendi, hem de bir sivil itaatsizlikle, tek kurşun atmadan yendi. Türk milleti de bu coğrafyada zaman zaman bu tür tehlikelere karşı kendi doğal refleksini göstererek bu tür girişimlere "Dur!" diyebildi. Buna sadece yakın tarihten iki örnek vereceğim: Bir tanesi, Millî Mücadele yıllarımız, Mustafa Kemal önderliğinde ortaya koyduğumuz "Ya istiklal ya ölüm!" düşüncesinin bütün vatan sathına yayılmasıydı; bir de 1970'lerin başında yine hesap kargaşasına düşüp "Acaba Türk milletini bir gaflet ve dalalet anında yakalayabilir miyiz?" dediler, ikincisini de Kıbrıs'ta yaptık, oyunu bozduk. Oyun bitmedi. "Büyük oyun" diyor İngilizler ona, yüz yıllık bir oyun; bitmedi çünkü Lozan görüşmelerinde Lord Curzon, aynen "Bitmedi, devamı var. Son söz söylenmedi." dedi.
Şimdi, maalesef bugün Orta Doğu'da yaşadığımız, özellikle bizi ilgilendiren meselelere bakarken birazcık böyle bakmakta yarar var. Elbette ki siyaset bilimi klasik kitaplarına bakın, hepimiz bakıyoruz. Allah aşkına, "reel politik" nedir, "reel politik" nedir? Sebep sonuç ilişkisi kurmaktır, şartları dikkate alarak hamle yapmaktır. "Reel politik" bütün bilimsel kitaplarda -isterseniz Kapani'nin kitabına bakın, isterseniz Heywood'un kitabına bakın- siyaset bilimine giriş kitaplarında, uluslararası ilişkilerde temel şey şudur: Ülkenin öncelediği en önemli iki şey güvenlik ve refahtır ve bu, iç politikayla eş güdümlü olmak zorundadır. Yani, içeride de refahı önceliyorsanız dışarıda da önceleyeceksiniz, ilişkilerde; içeride de güvenliği önceliyorsanız dışarıda da güvenliği ön plana çıkarmanız lazım. Bunun dışında, seçmeli de olsa üçüncü bir şeyimiz daha var: Ülkenin sosyokültürel tanıtımı da yapılmalıdır uluslararası ilişkilerde ama bu ikisi çok önemli. Şimdi, ne yapacağız? Bunun adı "reel politik"tir, bu hayalî değildir. Ben güvende olmak zorundayım, ben önce kendi refahımı düşünmek zorundayım; bu, insanın doğasına da aykırı bir şey değildir: Önce can, sonra canan.
Şimdi, böyle bir düşünce içerisinde ne oldu son zamanlarda? Biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak gerçekten kararlıyız. Bizim kendi dinamiklerimiz var. Şimdi, nedir o dinamiklerimiz? Kudretimizin kaynağı olan tarihten -biraz önce 2 isim örnek verdim- aldığımız güce biraz bakalım. Zor bir coğrafyadayız ama Allah'a şükür bugüne kadar birçok zorluğu aşmış bir gelenekten geliyoruz. Şimdi, nedir o zaman? O zaman fabrika ayarlarına dönüp sağda solda dayatma, aşağılık kompleksine kapılarak birilerinin büyüklüğünü ebedî bir büyüklük kabul ederek değil, kendi direncimizi, millet olma azim ve kararlılığımızı, devletimizin dinamiklerini dikkate alarak yani öz kaynaklara dönerek bir şeyleri ortaya koymalıyız.
Ee, ne oldu? Somut bir örnek vereyim. Ee, 1920'de işte böyle oldu. Bakın, direkt alıntı olarak okuyacağım size, sabrınızı zorlamak istemiyorum. Mustafa Kemal 1920'de bir şey söylüyor: "Milletimizin güçlü, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesi için, devletin tamamen millî bir siyaset izlemesi ve bu siyasetin iç kuruluşlarımıza tamamen uygun ve dayalı olması gerekir. Millî siyaset dediğim zaman amaçladığım mana ve anlam şudur: Millî sınırlarımız içinde, her şeyden evvel kendi kuvvetimize dayanıp varlığımızı koruyarak millet ve memleketin gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak, genel olarak erişilmeyecek hayalî emeller peşinde milleti uğraştırmamak ve zarara sokmamak, uygar dünyadan -burasının altını çizerek söylüyorum- uygar ve insanca davranış ve karşılıklı dostluk beklemektir." Şimdi, uygar dünyadan karşılıklı dostluk ve anlayış beklemektedir.
Şimdi, biz -tırnak içinde- uygar dünya... Kime göre uygar, neye göre uygar? Uygar dünyanın temsilcileri 9 bin kilometre uzaktan gelip benim kardeşlik hukukum olan, komşuluk hukukum olan ve sınırdaşlığım olan bir coğrafyada hâkimiyet provaları yaparken bunu hangi uygarlık, hangi karşılıklı dostluk ve anlayışla açıklayabiliriz? Yani bakıyorum o zihinleri psikolojikman oryantalize olmuş aydınlarımıza, bu noktada hiçbir şey söylemiyorlar; o konu uzmanları, stratejistler... Niye söylemiyorsunuz? Bu nedir? Orada yıllardır o elma şekerine dönüştürülmüş zehri akıtanlar hangi özgürlük adına... 1991'de de özgürlük diye geldiler, 2003'te "Özgürlük getirdik." dediler. Onlarca diktatör, bizim de diktatör olduklarına inandığımız Saddamlar, Kaddafiler gidince ne oldu, özgürlük geldi mi? Hayır.
Şimdi ben o zaman, "yurtta sulh, cihanda sulh" evet, genel ilkemiz budur ama güvenliğimi ve refahımı öncelemek zorundayım. Şimdi, bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti devletinin gerek Suriye'de gerek Irak'ta meydana gelen olaylara kayıtsız kalması düşünülemez. Bugün, gerçekten biz de Milliyetçi Hareket Partisi olarak sürekli gündemde tuttuk ve desteklediğimizi söyledik. Biz ne dedik? Fırat Kalkanı operasyonu yapılmalıdır, Fırat Kalkanı operasyonu -kimse hafife almasın- başarılı bir operasyondur; Kıbrıs Harekâtı kadar başarılı bir operasyondur; akabinde İdlib'e gidişimiz de başarılı bir karardır, zorunlu bir karardır. Eğer biz sınırımızın hemen önüne, bahçemizin ön tarafına bir gecekondu yapılanmasına müsaade edeceksek, evet, onu hep birlikte, psikolojik yenilgi ruhaniyeti içerisinde kabul edelim ama etmeyeceksek gereğini yapacağız, aynen Mustafa Kemal'in veciz söylem hâline getirdiği ilkelerde belirttiği gibi.
Peki, şimdi, "Kerkük'te ne işimiz var?" Bunu söylemek gerçekten tarihe, insanlığa saygısızlıktır. Ne demek "Kerkük'te ne işimiz var?" Şimdi, ne işimiz var biliyor musunuz? İnsanlık adına gidiş var; 1991'de sınırlarımızı açıp da Saddam zulmüne düçar kalan kardeşlerimize kucak açmak ne için idiyse bugün de Kerkük'te zulmet altında olanlara her türlü yardımı, her türlü desteği sağlamak o kadar elzemdir. Ben söylemiyorum... Şimdi, buradan, yapay bir Kürt düşmanlığı pompalanıyor. Yapmayın, zorlamayın, buradan bir şey çıkmaz, malzeme çıkmaz. Bu millet, kardeşliğini ispatlayacak o kadar çok şey yaşadı ki bugüne kadar, zorlamayın. 1990'lı yıllarda kucağını açtı, Balkanlardan gelen göçmenlere kucağını açtı. Tarihe bir bakın, Kırım'dan gelenlere kucağını açtı. Biz, bugün Avrupa'nın sınırlarını kapatıp muhabirlerinin evladı kucağında çiti geçmeye çalışan insanlara tekme attığı bir kültürden gelmiyoruz. Biz geçmişten bugüne kadar nerede bir mazlum varsa nerede bir garip gureba varsa kucağını açmış bir milletin, büyük bir kültürün evlatlarıyız. Bunu Kırım için de yaptık, Balkanlardan gelenler için de yaptık ve güneydeki kardeşlerimiz için de yaptık. O gün sıkıntılıydılar, can havliyle o sınırlar kapatılmadı.
Şimdi, ben demiyorum... Buradan, bugün, benim gerçekten sınır güvenliğime, saygı duyduğum komşumun toprak bütünlüğüne ve orada yaptıkları etnik temizliğe rağmen "Benim Kerkük'te ne işim var?" demeye hiç kimsenin hakkı yok, kimsenin hakkı yok. Ben söylemiyorum -dün basına düştü, hepiniz takip ettiniz- Celal Talabani'nin yeğeni söylüyor, Rüzgar İhsan Talabani diye o bölgenin bir insanı diyor ki: "Bakın, Baas Partisi döneminde Saddam orayı Araplaştırmaya çalıştı, büyük bir zulüm uyguladı, maalesef Barzani de aynen onun yaptığını yaptı. Barzani de bölgesel yönetimi aldıktan sonra aynı şeyi yaptı, bölgeyi peşmergeleştirmeye çalıştı." Şimdi "Benim ne işim var?" Peki, ne yapacağım ben? Hadi benim kandaşım, soydaşım, kardeşim; bırakalım; insanlık adına, her iki zulmün de altında kalmış Türkmenlere, Ezidilere, Keldanilere el uzatmayalım mı? Ne yapalım? Onları çaresiz mi bırakalım? Şimdi, bakın, Sayın İhsan Talabani net bir şekilde söyledi: Kimse Kürtlerin temsilcisi gibi görmesin kendini. Batı'nın uşaklığını yaparak, İsrail'e kalkan bir devlet, yapay bir devlet oluşturarak -aynen biraz önce söylediğim gibi- birilerine taşeronluk yaparak o bölgede hiç kimse hâkimiyet kurmaya çalışmasın. Türkmen varlığı orada olduğu sürece biz varız, zulüm olduğu sürece biz varız, işkence olduğu sürece, etnik temizlik söz konusu olduğu sürece Türk milleti orada vardır, Türkiye Cumhuriyeti devleti de var olacaktır. Önce, orada yuvalarından edilen, evleri barkları yakılan, nüfus kayıtları yok edilen insanların trajedilerine son vereceğiz. Yok öyle, "Bugün güç bende, aldım; dolayısıyla her şey benim." mantığıyla hareket edemeyiz. İşte, bizim bölge siyasetini okumamızın temelinde bu var yani millî bir duruş var. Açık konuşayım, insanlık adına da bu, olmazsa olmazımız. Niye? Çünkü gerçekten biz bunu yapmazsak kendimizi de inkâr etmiş oluruz, Edward Said'ın yazdığı gibi, zihinlerimiz de oryantalize olursa artık biz de müstemlekeliği kabul etmiş oluruz. O zaman ne yurtta barış olur ne cihanda barış olur. Onun için, bizim gerçekten...
Efendim, Rakka operasyonu... Yani, şimdi, başka güçlerin elbisesini giyerek orada varlık ifade edenlere çıt yok, ses yok. Bakıyorsun tipine, adam tipik Amerikalı ama peşmerge kıyafeti var, hiç eleştiri yok. Ben oraya barış, güvenlik amacıyla gitmişim, etnik temizliği önleme adına oradayım ama televizyonlarda...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
KAMİL AYDIN (Devamla) - Rica etsem...
BAŞKAN - Tamamlayın lütfen.
Buyurun.
KAMİL AYDIN (Devamla) - Ama niyeyse söz konusu bizim millî çıkarlarımız olduğunda herkes demokrat kesiliyor, herkes insan hakları savunucusu kesiliyor. Ama orada, bakın, Rakka'da neler oldu, ne oldu, hangi teröristler nereye kaçtılar? İllegal olarak, bakın, yapıları ürettiler, onları illegal taşeron kullandılar, bir de legal, Barzani gibi yapılara güya -sözüm ona- bağımsızlık sözü verip, bir parmak bal çalıp, o yapıları taşeron kullandılar. Şimdi, 2 taşeron yapı birbirine düşmüş. E, danışıklı dövüş. Biri ön kapıdan giriyor, diğeri arka kapıdan çıkıyor, diğeri tekrar dönüp geliyor, diğerine yerini bırakıyor. Bunun adı da ne oluyor: Bölgenin temizlenmesi.
Türkiye Cumhuriyeti devleti, iki bin iki yüz yıllık ordu ve devlet olma geleneğine sahip bir millet, bu kadar basit, ucuz kandırmalara gelmez. Onun için, bizim gerçekten, bölgeyi düşündüğümüzde, çok reel politik icra etme adına, önce güvenliğimizi ve refahımızı dikkate alıp bu bağlamda hareket etmemiz gerektiğini özellikle ifade etmek istiyorum ve bu ifadelerimle sizleri saygıyla selamlıyorum. (MHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederiz Sayın Aydın.