| Konu: | (10/2, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15, 16, 17, 18) No.lu Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 3 |
| Birleşim: | 2 |
| Tarih: | 03.10.2017 |
HDP GRUBU ADINA AYCAN İRMEZ (Şırnak) - Teşekkür ederim Sayın Başkanım.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; 399 sıra sayılı Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu üzerine Halkların Demokratik Partisi Grubu adına söz aldım.
Grubum adına söz almışken 4 Kasımda gözaltına alınan, tutuklanan ve bir darbenin sonucu olarak hâlâ cezaevinde bulunan Eş Genel Başkanlarımız Sayın Selahattin Demirtaş, Sayın Figen Yüksekdağ ve Grup Başkan Vekillerimiz Çağlar Demirel, İdris Baluken ve diğer tüm milletvekillerinin bu Parlamentonun seçilmiş üyeleri olduklarını ve burada bizimle birlikte olmaları gerekirken cezaevinde rehin tutulduklarını tekrar hatırlatmak ve bunun bu Meclisin utancı olduğunu belirtmek isterim.
Ayrıca, konuşmama geçmeden önce, maalesef, bugün yine bir ilki daha yaşadık: Siirt Milletvekilimiz ve Kadın Meclisi Sözcümüz Sayın Besime Konca'nın milletvekilliğinin düşürülmesi. Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında gerçekleştirilen bu hukuksuzluk, AKP zihniyetinin ne menem bir şey olduğunu bir kez daha maalesef gözler önüne sermiştir. Bu Parlamentonun seçilmiş üyesi olan ve burada bizimle birlikte olması gereken arkadaşlarımızın cezaevinde rehin tutulmaları yetmezmiş gibi bir de vekillikleri de düşürülüyor. Hükûmet yetkililerinin dillerinde pelesenk olmuş olan "millî irade" kavramının kuru bir retorik olduğunu buradan bir kez daha maalesef ortaya koydular. Bu tarihî hatalar mutlaka tarih ve hukuk önünde mahkûm edilecektir.
Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; öncelikle Ocak 2016'da kurulan ve yaklaşık dört ay çalışma yürüten ve son derece önemli bir konuyu kendisine konu alan bir Meclis araştırması komisyonunun çalışmalarına ilişkin raporun aradan yaklaşık bir buçuk yıl geçtikten sonra ancak Meclis Genel Kuruluna gelebiliyor olması başlı başına bir handikaptır. Öyle ki her an farklı bir biçimine tanık olduğumuz kadına yönelik şiddet vakalarının hız kesmeden hatta artarak süregidiyor olması, aslında sorunu çözmek için hemen hiçbir yapısal adımın atılmadığının da önemli bir kanıtıdır.
Değerli milletvekilleri, elbette öncelikle üzerinde görüştüğümüz bu raporun hazırlandığı komisyon çalışmalarının biçimine, yöntemine dair özellikle problemli birkaç noktayı dikkatinize sunmak isterim. Araştırma Komisyonunun üyelerinin belirlenmesini takiben muhalefet partilerinin Komisyon çalışmaları süresince görüşlerine başvurulmasını önerdiği kişilerin ve sivil toplum örgütlerinin büyük bir çoğunluğunun sürece dâhil edilmemesi, çoğulcu bir katılımcılık ilkesinin esas alınmaması, türlü ısrarlar neticesinde Komisyon çalışmalarına dâhil edilen kişilerin ve sivil toplum örgütü temsilcilerinin de Komisyonun çalışmalarına tam olarak katkı vermesine izin verilmemesi AKP hükûmetleri boyunca alışkanlık hâline getirilmiş tahakkümcü yasama faaliyetlerinin bir tezahürü ve yeni bir örneği olmuştur.
Değerli milletvekilleri, toplumun tümünü ilgilendiren bir konu olması, özellikle kadın hakları savunucusu sivil toplum örgütlerinin ilgi odağında olduğu aşikâr olan bu Komisyon çalışmalarında söz konusu sivil toplum örgütlerinin geniş ve nitelikli katılımına izin verilmemesi, bu konuda özen gösterilmemesi eril devlet anlayışının bir yansıması olarak okunmalıdır.
"Meclis" dediğimiz kurum, toplumun tüm farklı kesimlerini çoğulcu karakteriyle barındırması gereken, her kesimin söz söyleme hakkını güvence altına alan bir zemin olmak durumundadır. Aksi durum, tekçi, ataerkil ve antidemokratik uygulamaların devamlılığını pekiştirmekten başka sonuç vermeyecektir. Bir bakıma, bu zihniyet, Komisyonun üzerinde çalıştığı konu bağlamında değerlendirecek olur isek Meclisin çalışma bütünlüğünü zedeleyen bir siyasi şiddet biçimi olarak okunmalıdır.
Değerli milletvekilleri, şimdi, bizim özellikle önemli şerh koyduğumuz rapor incelendiğinde, özetle "aile" "boşanma" "kadın" "erkek" "şiddet" ve benzeri kavramlara yüklenen anlamlar, bu kavramların içerisinde geçtiği toplumsal problemlere dair nitelikli, ufuk açıcı, sorunları ortadan kaldırmaya dönük anlamlı yapısal değişiklik öngörüleri olan bir bakış açısı göremiyoruz, maalesef.
Ne yazık ki bu rapor, içeriği ve çarpık yanları sorgulanmaksızın, aile kurumunun kuru kuruya yüceltilmesinin bir belgesi niteliğindedir. Evet, aile kurumu toplumsal yaşamın tarih boyunca ortaya çıkardığı ve toplumun devamlılığı anlamında önemli fonksiyonları bulunan ender kurumlardan biridir. Ancak, bugün, 21'inci yüzyıl Türkiyesinde bizim Parlamentoda yapmamız gereken, ülkemizde eşit haklara sahip, özgür bireylerin mutlu ve sağlıklı bir kişisel ve toplumsal yaşamı yürütebilmelerinde çağdaş sosyal devlet ilkesinin neresinde olduğumuzu sorgulamak, bunu özellikle kadınların insan hakları çerçevesinde sorgulayabilmektir.
Değerli milletvekilleri, Komisyonun adında ve raporun kendisinde altı çizilen ve sorun olarak görülen boşanma oranlarının artışı ve boşanma kurumunun büyük bir sorun olarak görülmesi, aslında gerçek sorunu görmezden gelen, boşanmaya giden yolları görmezden gelen, üzerini örtmeye çalışan bir bakışın, bir yaklaşımın ürünüdür. Elbette ki kişiler arasında kurulan evlilik, birlikte yaşam ilişkilerinin sağlıklı, mutlu, özgür, demokratik ve güvenli bir atmosferde sürdürülebilmesi istenir olandır. Ancak asgari demokratik koşulların, asgari özgürlüklerin özellikle de kadının aleyhine olacak bir biçimde sürdürülmesinin ailenin kutsanmasıyla başarılamayacağı da orta yerde durmaktadır.
Değerli milletvekilleri, boşanma oranlarının Türkiye'de çok yüksek olduğuna ilişkin iddiaların bir karşılığı bulunmamaktadır. Bu durum, Komisyon raporunda da yerini aldığı üzere ilgili araştırmalarca çürütülmüş bir iddiadır. Kaldı ki boşanmak da evlenmek kadar temel bir insan hakkıdır. Burada önemli olan nokta, bireylerin, özellikle kadınların boşanmadan önce, boşanırken ve boşandıktan sonra karşı karşıya kaldıkları hukuki, sosyal, ekonomik, toplumsal ve psikolojik problemlerin giderilmesi konusunda devletin ve hükûmetlerin, kısaca yasa ve uygulamaların nerede durduğudur. Soruna kaynaklık eden önemli noktaların başında burası gelmektedir.
Değerli milletvekilleri, bakınız, maalesef insanlar sadece savaş zamanlarında şiddet görmüyor. Böyle düşünürsek yanılırız. Eğer kadınlar ve çocuk yaşındaki genç kızlar evlerde, sokaklarda, okullarda ve iş yerlerinde sık sık şiddetin her türlüsüne maruz kalıyorsa bu, aslında toplumda cinsiyet temelli bir nefret söyleminin, nefret suçunun ve aslında bir savaşın devam etmesidir ve bunun durdurulması gerekmektedir.
Evet, maalesef araştırmalarda ortaya konulan veriler -oransal olarak değişse de- kadınlara yönelik şiddet içerikli davranışların her bir ırk, kültür, dil, ulus ve ideolojilerdeki erkekler tarafından yapıldığını ve kadınların türlü şiddete maruz kaldıklarını göstermektedir. Özellikle erkeğin kadından üstün görüldüğü ve kadın ve erkek rollerinin katı çizgilerle birbirinden ayrıldığı toplumlarda kadınların daha çok istismara maruz kaldıklarına kendi içinde yaşadığımız toplumu baz alırsak sürekli tanık olmaktayız ve mağdur olmaktayız. Diğer bir deyişle, ciddi kapsamlı ve nitelikli bir yapısal planlama olmadığı takdirde şiddet babadan oğula geçmeye devam edecek, mağduriyet de anneden kıza geçmeye devam edecek ve aslında toplum içerisinde şiddet nesilden nesile taşınmaya devam edecektir.
Değerli milletvekilleri, boşanmalara önemli ölçüde kaynaklık eden ve bizce asıl üzerinde durulması gereken konu olarak aile içi şiddet, başka bir nitelemeyle kadına şiddet erkek tarafından uygulanan şiddeti tarif etmektedir. Tabii, şiddeti, evlilik ilişkisi içerisinde ya da dışında bir bireyin hayatının, bedeninin, psikolojik bütünlüğünün ya da özgürlüğünün güç ya da zor kullanılarak tehlikeye uğratılması biçiminde kabaca tanımlayabiliriz. 1992 yılında kabul edilen Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Şiddetin Engellenmesi Bildirgesi'nde, genel anlamda, kadına yönelik şiddet ister özel ister toplumsal yaşamda olsun tehdit, cebren ya da keyfî olarak özgürlükten alıkoymak da dâhil olmak üzere kadına fiziksel, cinsel ya da psikolojik zarar ve acı veren ya da verebilecek cinsiyete dayalı her türlü şiddet hareketi olarak tanımlanmaktadır. Bu genellemeyi aile içerisinde yaşanan şiddet çerçevesinde değerlendirecek olursak, erkek tarafından kadına yönelik şiddet, kadının istemediği hâlde cinsel ilişkiye, ev işlerine zorlanması, aile ve arkadaşlarıyla görüştürülmemesi, çalışma ve okuma hakkının elinden alınması, alaya ve hakarete maruz kalması, aşağılanması ve benzeri çerçevesinde düşünülebilir.
Değerli milletvekilleri, kadınların özellikle aile içerisinde, evlilik ilişkisinde yaşadığı şiddetin, ihmal edilerek şiddete maruz kalma; duygusal, psikolojik şiddete maruz kalma; tehdit, aşağılama, küçümseme, sindirme, bezdirme biçimindeki sözel şiddete maruz kalma; itip kakma, tokatlama, yaralama, dövme, yakma gibi fiziksel şiddet; bunların yanında fiziksel şiddetin bir üst boyutu olan ensest, tecavüz ve fuhşa zorlanma gibi çeşitleri bulunan cinsel şiddet biçiminde çoğaltılabilecek araştırma verilerine ve kriminal verilere yansımış onlarca türüne maruz kaldıkları bilinmektedir. Ne yazık ki erkek tarafından kadına yönelik şiddet sadece fiziksel şiddetle kalmayıp diğer şiddet türleriyle de beraber uygulandığından bu durum birbirini besleyen ve üreten mekanizmalardan oluşan bir şiddet çemberi oluşturmaktadır. Aile içi şiddetin ne derece yaygın olduğu söz konusu olduğunda kadının mağduriyetinin ön plana çıkıyor olmasının elbette ki belirli dayanakları vardır. Şiddete ilişkin araştırma ve vaka oranlarına bakıldığında erkeğin kadına uyguladığı şiddetin ezici biçimde yüksek olduğu bilinmektedir. Tabii, bir noktanın altını özellikle çizmek zorundayız. Aile içi şiddeti ortaya çıkaran etkenlerin yalnızca aile kaynaklı olmadığını, erkek-kadın ayrımcılığını meşru kılan toplumsal, ekonomik, politik, hukuksal ve eğitimsel yapıların da etkili olduğunu söylemek zorundayız. Bunu gözden kaçırmamak zorundayız, bunu gözden kaçırmaya çalışan zihniyetlerle mücadele etmek zorundayız.
Aile, karşılıklı görev ve sorumluluklara dayanan, tarihsel olarak ekonomik ve ideolojik koşullarla değişegelmiş bir yapıdır. Ne var ki aile tarih ötesi, ekonomik ve politik şartlardan bağımsız, mutlak ve ideal bir yapı gibi tariflenmekte. Bu ideal yapının korunması gereği özellikle muhafazakâr siyasetçilerce sıkça gündeme getirilmektedir. Bu siyaset anlayışı aile içindeki iktidar ilişkilerini ve kadın-erkek eşitsizliğini gizleyerek ev içi şiddet, işsizlik, boşanma, yoksulluk gibi konuları ailenin çözülmesiyle açıklamakta, ailenin ne şartta olursa olsun korunmasını öncelemektedir.
Neoliberal politikalar sonucu kısıtlanan sosyal güvenlik ve refah hizmetlerinin aileye, esasen ailedeki kadınlara devredilmesi de ailenin güçlendirilmesi söylemiyle meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bakın, tüm dünyada kentleşme, kadınların iş gücüne katılımının artması, kadınların güçlenmesi ve aile içinde yaşadıkları sorunlara karşı çıkabilmeleri sonucu boşanma oranları artsa da Türkiye, boşanma oranları bakımından OECD ülkeleri arasında sonlarda, 27'nci sırada yer almaktadır. Bu bilgi, Komisyona görüş bildiren uzmanların sunumlarında da teyit edilmiştir.
Değerli milletvekilleri, taciz ve kötü muameleye dayalı evliliklerde çocuklar da fiziksel ve psikolojik zararlar görmektedir. Şiddet içeren bir evliliğin devlet tarafından çocukların korunması maksadıyla sürdürülmesinin teşvik edilmesi, Türkiye'nin imzacısı olduğu ve taraf devletleri çocukları bedensel veya zihinsel saldırı, şiddet ve suistimale, ihmal ya da ihmalkâr muameleye -ırza geçme dâhil- her türlü istismar ve kötü muameleye karşı korumakla yükümlü olan Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne de aykırıdır.
Aslında Türkiye'deki sorun boşanma oranlarının yükselmesi değil, taciz ve kötü muamele içeren evlilikler içindeki kadınların boşanmak istediklerinde eşleri ve aileleri tarafından baskıya ve şiddete maruz kalmaları ve maalesef öldürülmeleridir.
Boşanmak isteyen kadınlar yalnızca şiddet görecekleri korkusuyla değil, sosyal ve ekonomik güvenceden yoksun olacakları için de evliliklerini sürdürmeye mecbur bırakılmaktadırlar.
Elbette ki eşitlikçi bir ilişkinin sürdürüldüğü, kadının çeşitli şiddet biçimlerine maruz kalmadığı demokratik aileler sağlıklı bir toplumun oluşabilmesinde önemli bir role sahiptir. Ancak hepimiz bilmekteyiz ki Türkiye'de içinde bulundukları evlilikleri sonlandırmak isteyen kadınların birçoğu evlilik dışında kendilerini ve hanede birlikte yaşadıkları kişileri idame ettirebilecek ekonomik olanaklara sahip değildir.
Kadınların istihdama katılımı Türkiye'de maalesef yüzde 27,1 gibi düşük bir oranda seyrettiğinden kadınların çoğu evlilikleri boyunca ücretli bir işte çalışamıyorlar. Boşanma durumunda da iş bulmakta güçlük çekiyor, cinsiyetçi iş bölümü sebebiyle düşük ücretli ve güvencesiz, ailelerini geçindirmelerine imkân vermeyen işlerde çalışıyorlar. Devlet ve özel iş yerleri yaygın, ücretsiz ve ulaşılabilir ve nitelikli bir çocuk bakım hizmeti sunmadığından kazandıklarıyla çocuk bakımı masraflarını dahi karşılayamıyorlar.
Değerli milletvekilleri, ön yargılar, toplumsal roller, boşanmış kadınlara yönelik çevre baskısı, kadınların tekrar evlenmeye zorlanmaları sebebiyle, boşanmak, kadınların ancak en son olarak başvurabildikleri bir durumdur. "Aileyi korumak" adı altında kötü evliliklerin devamının özendirilmesi, şiddete karşı koruyucu ve güçlendirici önlemler almak yerine karakollar ve sözüm ona şiddet önleme ve izleme merkezleri aracılığıyla kadınların şiddet uygulayan erkeklerle bir araya getirilerek ara buluculuk yapılması, kadınları güçlendirici, kadın dayanışmasını esas alan destek mekanizmaları bulunmadığından kadınların bir hapishane gibi tarif ettikleri sığınaklara yerleşmek istememeleri kadına yönelik şiddeti önemli ölçüde artırmaktadır. Bu yaklaşımla kurgulanan, kadını değil, aileyi korumayı esas alan politikalar kadınların kötü muameleye maruz kaldıkları evliliklerinin içinde sıkışmasına sebep olmaya devam etmektedir.
Türkiye'de kadına yönelik şiddet her boyutuyla giderek daha da artmakta, ülkenin en can alıcı sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Eril zihniyetin sistematik bir politikası olan kadına yönelik şiddet toplumsal bir şiddet olarak ortaya çıkmaktadır. AKP döneminde -elde edilen verilere göre- 8 bine yakın kadın katledilmiştir. Kadına yönelik şiddetin nedenleri incelendiğinde, erkek şiddetinin üretildiği en büyük kaynağın aile olduğu görülmektedir. Kadın cinayetlerinin failleri incelendiğinde, büyük oranının kadınların eşleri, babaları, nişanlıları ya da erkek kardeşleri olduğu görülmektedir.
Türkiye'de eşi vefat etmiş kadınlar ile boşanmış kadınlar benzer yoksulluk koşullarıyla baş etmeye çalışmalarına rağmen, eşi vefat etmiş kadınlar için sosyal yardım programlarından boşanmış kadınlar maalesef yararlanamıyorlar. Bu durum, devletin sosyal politika oluştururken hak ve ihtiyaç saikiyle değil, kendince kadını ikinci sınıf insan gören bir siyasi anlayışın saikleriyle hareket ettiğini ortaya koymaktadır. Pek çok ülkede evliliğini sona erdiren kadınlara yönelik sosyal destek programları oluşturulmuştur. Boşanmış kadınların iş gücüne katılımını kolaylaştıracak önlemlerin alınması, tüm bireylere tanınması, gereken yaşlı, hasta ve çocuk bakım hizmetlerinin boşanmış kadınları da kapsayacak şekilde genişletilmesi, maddi, hukuki ve psikolojik destekler, kadınların devam ettirmek istemedikleri evliliklerini sonlandırmalarına yardımcı olmaktadır.
Toplumumuzun bir gerçeği olan aile kurumu, âdeta ulus devlet sisteminin mikro bir prototipi hâline getirilmek istenmektedir ve iktidarcı, baskıcı yaklaşıma sahip antidemokratik bir kurum hâline getirilmiştir. Ancak kadın cinayetleri ve ev içi şiddetin bu denli yoğun olarak üretildiği çarpık aile yapıları, bu gerçekliğiyle ele alınmadığı zaman kadınların öldürülmesini teşvik eden bir kurum hâline dönüşmektedir.
AKP'nin, iktidara geldiği günden bugüne kadını sadece ailenin hizmetkârı olarak gören, kadını ikincilleştiren yaklaşımı, aile içindeki şiddeti daha da görünmez hâle getirmiştir ve kadının aile içinde giderek güçsüzleşmesine hizmet etmiştir. Oysaki yapılması gereken, kadının aile içerisinde siyasal, sosyal ve ekonomik tüm açılardan güçlendirilmesi ve sosyal devletin oluşturacağı kadın politikalarının da buna paralel geliştirilmesidir diyerek sözlerimi bitiriyorum, Genel Kurulu da saygıyla selamlıyorum. (HDP sıralarından alkışlar)