| Konu: | Başbakanlığın, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 21/7/2016 tarihli ve 1116 sayılı Kararı'yla ülke genelinde ilan edilen ve 18/4/2017 tarihli ve 1139 sayılı Kararı uyarınca devam etmekte olan olağanüstü hâlin, 19/7/2017 Çarşamba günü saat 01.00'den geçerli olmak üzere üç ay süreyle uzatılmasına ilişkin tezkeresi (3/1167) münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 112 |
| Tarih: | 17.07.2017 |
HDP GRUBU ADINA MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; ben de hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Doğrusu yaz tatilinde olmamız gerekirken, Meclisin tatilde olması gerekirken oldukça hızlandırılmış bir Genel Kurul, Anayasa Komisyonu çalışması içinde bir süreç yaşıyoruz. Acele ediliyor. Birilerinin acelesi var da bizim acelemiz yok. Bu aceleye özellikle muhalefet partileri de mecburen muhatap kalıyor ve biz bu sürece ayak uydurmak durumunda kalıyoruz, bunu öncelikle belirteyim.
Bugün de başka hiçbir sorunumuz yokmuş gibi, bu sefer, aynen İç Tüzük gündemi gibi OHAL tezkeresi önümüzde duruyor. "OHAL uzatılmalı, uzatılsın."
Peki, OHAL'le neler yaşadık? Daha iki gün önce 15 Temmuzun yıl dönümünü hep birlikte geçirdik. OHAL neden uzatılmamalıdır, OHAL'le neden yönetim bu şekilde keyfiyetle sürdürülmemelidir? Biraz genel bir bakış açısıyla, bizim başlangıçta da Halkların Demokratik Partisi olarak paylaştığımız bu düşünceleri tekrar ifade etmek istiyorum.
Evet, 15 Temmuzun ardından bir yıl geçti, bugün bir yıl iki gün oldu. Ülke bir yıl önce de kavruluyordu patlayan bombalarla, hak ihlalleriyle, sokağa çıkma yasaklarıyla, ekonomik krizlerle, ölümlerle, büyük acılarla; evet, 15 Temmuzdan önce de kavruluyorduk. OHAL henüz yoktu o zaman ama fiilî bir OHAL yürütülüyordu. Meclis yasama yapmıyordu, genellikle -iktidar- yönetmelik ve genelgelerle hukuk kuralları askıya alınıyordu ve yönetim devam ettiriliyordu. Derken bu süreçte bombalar atıldı hem de Meclise atıldı -bunu burada çok konuştuk- tam bir kargaşa hâli yaşandı. Ardından darbe girişimi engellendi, engellendiği söylendi. Buna iktidar partisi "demokrasi" dedi, adına "demokrasi" dendi. Grup başkan vekilleri olarak -o gün hepimiz buradaydık, bizim grup başkan vekilimiz de vardı- bir araya gelindi ve evet, bu korkunç darbeye karşı ortak bir bildiri yayımlandı 4 partinin mutabakatıyla. Şimdi -o zaman da söylemiştik- darbe engellendiğine göre demokrasi için adım atma vaktiydi. Ama olay böyle mi oldu? Hayır. 20 Temmuzda darbe gerçekten lütuf olarak, büyük bir lütuf olarak kullanıldı ve OHAL ilan edildi. Aslında 20 Temmuzun yıl dönümüne üç gün var; bugün ayın 17'si, üç gün sonra 20 Temmuzun yıl dönümü. Asıl OHAL'i kınamak için yeni OHAL darbesini bizim burada konuşmamız gerekiyor yoksa 15 Temmuzu, kutlamaları değil çünkü ortada kutlanacak bir demokrasi bayramı yok, ortada kutlanacak fiiliyatta bir demokrasi uygulaması da yok.
Evet, 7 Ağustosta Yenikapı'yı da yaşadık. Orada demokrasiyle taçlandırılmak istendi ama ruh eksikti çünkü HDP yoktu yani 3'üncü büyük partinin olmadığı bir yerde zaten demokrasiden söz edilemez. Darbe girişimine karşı çıkılmıştı ve sonuçta demokratik adımların atılması gerektiğini, darbe teşebbüsleriyle mücadele edilmesinin en önemli kanalının, tek kanalının demokrasi olduğunu yüksek sesle ısrarla ifade ettik ama tabii dinleyen olmadı, kendi bildiklerini okudular.
O zaman, OHAL ilan edildiğinde Başbakan ve Adalet Bakanı üç ayla sınırlı kalacağına, hatta üç aydan önce bunun kaldırılacağına yönelik toplumu yatıştırıcı -tırnak içinde- bunun uzatılamayacağı yönünde mesajlar verdiler. Sadece bu muydu? Hayır. Dediler ki: "Biz OHAL'i kendimize ilan ettik." Dün gibi aklımızda "Devlet kendisine OHAL ilan etti. Biz bürokrasiyi, bu darbecileri, paralelcileri, Fetullahçıları ayıklayacağız. Bu, düşündüğünüz gibi değil." dediler. Aynen o konuşmayı da ben yapmıştım 20 Temmuzda. "Bu, sizin düşündüğünüz gibi olmayacak." Tabii ki diğer sözler gibi, tutulmayan sözler gibi, yüz seksen derece atılan adımlar gibi bu söz de tutulmadı ve OHAL'in 1'inci yılı doluyor.
Bu sefer, yönetmelik ve genelgeler yerine, artık kanun hükmünde kararname en temel takip kanalı oldu. Geçenlerde sosyal medyada gördüm, en çok okunan gazete Resmî Gazete, biliyor musunuz. Herkes Resmî Gazete'yi dört gözle izliyor çünkü her an ihraç edilebilir, her an ismine Resmî Gazete'de rastlayabilir. Diğer gazeteleri okumanın bir anlamı yok zaten çünkü iktidarın tümüyle talimatlarıyla yürütülüyor. Binlerce yurttaş mesleğinden ihraç edildi ve bu mağduriyet gitgide büyüdü. Yani 15 Temmuzdan sonra 20 Temmuz ve sonra 16 Nisan ve o tarihten bu yana kanun hükmünde kararnamelerle keyfiyetle, tek kişinin iradesiyle, talimatlarıyla yönetilen bir ülkedir Türkiye. Bunu istediğimiz kadar farklı şekillerde ifade edelim, bunun adını doğru koymazsak kesinlikle bununla mücadeleyi de doğru bir şekilde yapamayacağımızı biliyoruz.
Peki, ne oldu gerçekten? Şu anda, OHAL'den sonra -milat o çünkü- mahkeme önüne çıkarılmamış binlerce insan var. Başta Eş Genel Başkanımız Sayın Demirtaş -sekiz buçuk aydır- ve 4 Kasımda gözaltına alınan ve siyasi rehine olarak tutulan arkadaşlarımızın bir kısmı hâlâ mahkemelere çıkarılmadı. Eş Genel Başkanımız Demirtaş'ın konuşmasını engellemek, onun Türkiye'ye, dünyaya vereceği mesajların önünü kesmek için, ısrarla ve inatla, başta duruşma günü verilmiyordu; şimdi kelepçe dayatmasıyla özellikle mahkemelere çıkması engelleniyor.
170 gazeteci tutuklu şu anda, 170. Geçenlerde soru önergesi verdik, diğerlerine cevap verilmediği gibi, buna da herhâlde cevap verilmeyecek. AKP Genel Başkanının ve özellikle Adalet Bakanının çelişkili iki rakamı söz konusu; birisi "3 gazeteci" dedi, Erdoğan "2 gazeteci" dedi. Gerçekten bu gazetecilik vasfına erişebilmiş kişiler kimdir, merak ediyoruz, bir açıklayın çünkü bizim bildiğimiz gazeteci sayısı şu anda 170. Binlerce hâkim, savcı; binlerce, on binlerce kamu görevlisi şu anda cezaevinde. Rakamları söylemeyi de sevmem, dinlerken de pek haz etmem çünkü bu ihraçlar, bu tutuklamalar birer rakamdan çok daha büyüktür, çok daha geniş alanlar kaplar. Her bir rakam bir hayat demektir, bir aile demektir, bir çevre demektir, bir yaşam öyküsü demektir. O yüzden "110 bin" deyince, "200 bin" deyince kulağa çok basit gelebiliyor ama -hepimizin yakınlarından var ihraç edilenler- suya sabuna dokunmayan, sadece mesleğini icra eden ve tek suçu sadece AKP'li olmamak olan, onlara biat etmeyen ve yalakalık etmeyen binlerce memur görevinden ihraç edilmiştir. İşte böyle bir tabloda OHAL'in uzatılması isteniyor.
Peki, neydi gerçekten? Bütün bunlar yapılırken, bir gecede on binlerce insan ihraç edilirken darbenin siyasi ayağı hâlâ yok. 1'inci yıl dönümünde de hâlâ siyasi ayağa ilişkin bir gelişme söz konusu değil. Hatta, o kadar ileri gidildi ki Erdoğan konuşmasında "Ne istediniz de vermedik?" dedi.
Darbe Komisyonunda benim hâlâ hatırlayınca çok gülümsediğim bir anekdot var. 1967 tarihli bir makbuz çıkarılmıştı, sanırım CHP'ye aitti. Sahteymiş yani öyle ifade ettiler; ben sahteliğini bile tartışmıyorum, farz edelim ki doğru olsun. 1967 yılında, elli yıl önce verildiği iddia edilen bir makbuz çıkarıldı -şaka gibi gerçekten- ama daha düne kadar ittifaklar, iş birlikleri, ziyaretler, ortak yönetim göz ardı ediliyor. Şimdi böyle bir şey olabilir mi? Yani, gerçekten memleketin aklıyla ancak böyle alay edilebilir ama kimse aklıyla alay ettirmiyor, herkes realitenin farkında.
Üstüne üstlük, böyle bir ortamda "demokrasi bayramı" diye 15 Temmuzdan haftalar önce başlayan büyük seremoniler yapıldı. Ben iki gündür seçim bölgemdeydim, Adana'daydım; en az 10-15 kişi -yolda rastlayanlardan söz ediyorum- şunu söyledi: "Ya, bize niye kontör gönderiyorlar?" 1 gigabayt gönderilmiş, bir gün telefonlar ücretsizmiş ve bir gece önce herkes telefonunu açtığında -vatandaşlara söz verdim, kürsüden soracağım diye, o yüzden bunu araya yerleştirdim, ben de tanık oldum- önce Erdoğan'ın sesiyle karşılaşmış, herhâlde hepiniz tanıklık etmişsinizdir. Bu parayı kimden verdiniz? İktidara soruyorum: Bir gün, bu kadar ciddi bir meblağı, yekûnu kim adına kime verdiniz? "Demokrasi bayramı" diye başka bayramlarda olmayan bir uygulama. Neden bedava kontör, neden bedava internet, neden herkes telefonunu açtığında Cumhurbaşkanının sesiyle muhatap kılınıyor? Şimdi, burada bir güvensizlik hâli olduğunu söylemeye bile gerek yok tabii.
Şimdi, bu "demokrasi" ve "kardeşlik" bahsini biraz güncel verilerle... Hani, nasıl demokrasi bayramı kutladık ve OHAL'i niye uzatıyoruz, onlara da değinmek istiyorum. 15 Temmuzdan bir gün önce, bir gün önce 7.395 kişi ihraç edildi. Böyle bir şey olabilir mi? Bunların önemli bir bölümü belediyelerde, kayyum atanan belediyelerde çalışan işçiler, memurlar. Yani bir yılda hâlâ bu mücadele bitmemiş, vermek istedikleri mesaj bu. "Bir yıldır biz atıyoruz, atıyoruz, atıyoruz..." Bir türlü bitiremiyorlar, bu ne menem bir şeymiş! Yani, bir gecede binlerce insanı gözaltına alan akıl, irade nedense 15 Temmuza da 8 bin kişi saklamış ve o gece onları da ihraç ettiler. Nedense kamu ihraçlarında net rakamları da öğrenemiyoruz. Ben de milletvekili olarak aynı zamanda artık sıkı bir Resmî Gazete takipçisiyim. Bir sistematiğine bakın, öğrenmek de çok zor gerçekten; ayrı ayrı yazıyorlar, o toplamı bulmak da zor oluyor. Peki, nedir başka? Bununla ilgili, maaş ödemeden önce olduğunu da söyleyeyim yani mağduriyetin zaten izahı hiçbir şekilde yok.
Yine, burada OHAL KHK'sıyla Bakanlar Kurulu ne yapıyor? Mahkeme olarak karar veriyor aslında, kendisini mahkeme yerine koyuyor. Vatandaşlar hakkında bir soruşturma yok, bir kovuşturma yok, bir mahkûmiyet kararı yok, memuriyeti devam ettiremeyeceğine dair hiçbir yasal unsur yok ama Bakanlar Kurulu oturuyor bir kararname çıkarıyor; 10 bin, 20 bin, 30 bin, meslekten ihraç ediyor. En son, AKP'nin Genel Başkanı dedi ki: "Ne yapalım, gidip özelde çalışsınlar, onları beslemek zorunda mıyız?" Kenan Evren'in ruhunun bu ara herhâlde kulakları çok çınlıyordur. O da "Asmayalım da besleyelim mi?" diyordu. Şimdi Erdoğan da diyor ki: "Devlette niye çalıştırayım, gitsin özelde çalışsın." Nasıl bir akıldır! Kişi okumuş üniversiteyi, doktor olmuş, mühendis olmuş, öğretmen olmuş, hâkim olmuş, Anayasa Mahkemesi üyesi olmuş; soruşturma olmadan Bakanlar Kurulu bunları nasıl ihraç edebilir? Hukukta, hukuk devletinde böyle bir ilkenin yeri yoktur.
Dün açılışta, 15 Temmuzda Sayın Meclis Başkanı çok talihsiz bir müdahalede bulundu gerçekten, diyor ki: "Zulüm diyemezsiniz." E, zulüm varsa "zulüm" diyeceğiz, baskı varsa "baskı" diyeceğiz, işkence varsa "İşkence var." diyeceğiz. Burada, tutanaklardan bize cevap vermek gibi bir görevi mi var? Aynen şu anda Hükûmetin de Meclis Başkanının da söyledikleri demokrasinin unsurlarından biri olarak üstelik ifade ediliyor ve bununla ilgili gerçekten, Sayın Kahraman, Meclis Başkanımız dedi ki: "Türkiye demokrasiyle yönetiliyor." Ama, şu anda demokrasiyle yönetilen bir ülkede Semih Özakça ve Nuriye Gülmen'in yaşamlarını yitirmelerine adım adım seyirci kalamazdık; onlar için yapacak bir şeyler var. Aileleri zaman zaman ziyarete geliyor, gerçekten görüşmenin imkânsızlaştığı, sözün bittiği anlar yaşanıyor ve bunun gibi binlerce mağduriyet de devam ediyor.
Peki, Emniyet, Adalet ve Diyanetten niye hâlâ temizlenemedi; bu soru da gerçekten olduğu gibi duruyor orta yerde. Ama, şaşırmıyoruz tabii artık, daha doğrusu toplum şaşırmıyor. Fakat, benim bütün Türkiye yurttaşlarına önerim, tavsiyem, isteğim: Aman, şaşırmaktan vazgeçmeyin, bol bol şaşırın, tepki gösterin; bu normalleşmemeli. Şu anda Türkiye'de yaşanılanlar, yaşadıklarımızın hiçbiri normal değil. Bu neden? "Alışkanlık" kavramını reddediyoruz, "şaşırmak" kavramını reddediyoruz, bunlara şaşırmaya da, alışkanlık hâlinde olmasına da karşı çıkıyoruz çünkü bunların hiçbiri normal değil.
Peki, bu kadar çok terör örgütüyle bağlantılı binlerce insan var da kudretli yönetenlerimiz de var. Bu durumu yeni mi fark ettiniz, bugüne kadar hiç bilmiyor muydunuz? Peki, bu kadar yüz binlerce insan Fetullahçı da siyasi ayak nerede? Bu darbenin Başbakanı kim olacaktı, Bakanlar Kurulu kim olacaktı, kim yürütecekti bu darbe sonrasında? Mademki böyle bir şey var, bunu da açığa çıkarın; vatandaş soruyor bize, biz de diyoruz ki: "Bekliyoruz, daha soruşturma devam ediyor." Ama, hâlâ bürokratlar kırpılmaya, biçilmeye devam ediyor.
Şimdi, rakamlar çok fazla; açıkçası bunları, verileri vermek çok istemeden süremin son dakikaları kaldı- şunu söylemek istiyorum: OHAL Türkiye'ye bir gıdım katkı yapmadı. Bırakın katkıyı, bırakın ilerlemeyi OHAL vatandaşın can ve mal güvenliğini, vatandaşın kişisel güvenlik ve özgürlük hakkını, vatandaşın seyahat etme hakkını, vatandaşın çalışma hakkını, vatandaşın işkence görmeme hakkını, vatandaşın demokratik direniş hakkını, vatandaşın siyaset yapma hakkını ortadan kaldırmıştır, gasbetmiştir. Şu anda bunlardan en fazla nasiplenen, bunların hedefi olan parti olarak bizce, kesinlikle, OHAL tümüyle keyfî bir rejime doğru giderken kullanılan, lütuf olarak değerlendirilen ve Bakanlar Kurulunun kendi kendine oturarak Türkiye'de 80 milyon yurttaş hakkında karar verme yetkisini kendinde gördüğü bir sistemdir. Biz geçen yıl, iki gün öncesinde söylemiştik 20 Temmuzda, iki gün sonra... Dedik ki: "OHAL eğer devlete ilan edilecekse vatandaşın hayatı etkilenmemeli." Ama şu anda çıkalım sokağa, biz sokakta basın açıklaması yapamıyoruz. Yüksel Caddesi'nde İnsan Hakları Anıtı gözaltında, insanlar orada basın açıklaması yapamıyor. Eş Genel Başkanlarımızdan Figen Yüksekdağ'ın düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında hukuksuz bir şekilde vekilliği düşürüldü, Nursel Aydoğan'ın vekilliği düşürüldü ve verilen talimatlarla her gün yeni dosyalarda karar veriliyor. Bu kararı, sıklıkla söyledim, yargı vermiyor. Anayasa Mahkemesi OHAL dönemindeki bu pratikten sonra karar veremiyor, vermiyor.
Meclis kürsüsünden Anayasa Mahkemesine de seslenmek isterim: Kararınızı açıklayın. Kararınızı açıklamamakta daha fazla direnmeyin. Kararınızı açıklamadığınız her gün şaibeler daha da büyüyor. İçtihadınızı ya doğrulayın ya da reddedin. Hiç kimsenin, sekiz buçuk ay, özgürlüğünden yoksun insanların cezaevinde kalmasına seyirci kalması kabul edilemez hukuk adına.
Ve bununla ilgili özellikle de OHAL döneminde ihraçlar, işten atmalar, yolsuzluklar, bir dolu saydığım meseleler dışında bir de cezaevleri var. OHAL -demiştim geçen yıl- ilk cezaevlerine geliyor. Hapishanelerde şu anda gerçekten baskı, işkence, zulüm kol geziyor; gerçekten kabul edilemez uygulamalarla tutuklular, hükümlüler karşı karşıya çünkü ne derseniz deyin, OHAL gerekçesiyle karşınıza bir yanıtla çıkıveriyorlar. Ve bizim yaptığımız; İnsan Hakları Komisyonuna ben defalarca başvurdum, inceleme istedim ama yanıt yok. Şu anda Meclisin İnsan Hakları Komisyonu üyesi 2 vekil arkadaşımız cezaevinde: Sevgili Ayhan Bilgen ve Burcu Çelik. Aynı zamanda Cezaevi Alt Komisyonundaydılar ama kendileri hapishanede ve İnsan Hakları Komisyonu onların sorularına da cevap vermiyor.
Bu nedenle, OHAL'in uzatılması kesinlikle karanlığı derinleştirecektir, Türkiye'nin uçuruma doğru hızla yol aldığı bir dönemde takla atmasına ve hepimizin birlikte kaybetmesine vesile olacaktır. Gelin, bu 1'inci yıl dönümünde, ortada demokrasi yokken demokrasi bayramı kutlayacağımız günler için, darbe karşıtlığını demokrasiyle, demokratik hukuk devleti kurallarını yaşama geçirmekle taçlandıralım ve bugün bu tezkereye "hayır" oyu verelim.
Biz, Halkların Demokratik Partisi olarak OHAL'e kesinlikle hayır diyoruz; hukuktan, demokrasiden, hak ve özgürlüklerden yana tutumumuzu ortaya koyuyoruz.
Teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)