| Konu: | Vergi Konularında Karşılıklı İdari Yardımlaşma Sözleşmesinin Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 87 |
| Tarih: | 03.05.2017 |
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Adana) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; üç ay aradan sonra merhaba. Doğrusu, sözlerime tabii ki cezaevlerinden başlamak istiyorum çünkü cezaevinden geldim, Silivri Cezaevinden. Türkiye'nin, yeni Türkiye'nin diyelim, yeni tablosu; milletvekilleri cezaevine giriyor sonra çıkıyor. Milletvekiliyken orada her gün aranıyor, her avukata gidişte her gelişte bir infaz koruma memuru tarafından üstü aranabiliyor, her türlü sıkıntıya, kısıtlamalara maruz kalıyor. Cezaevi müdürünü görmek için dilekçe vermeniz gerekiyor. Kitap almak için aylarca uğraşmanız gerekiyor ve benzeri. Bu sorunları anlatmayacağım tabii. Ben sözlerime şu anda hâlâ cezaevinde bulunan başta Eş Genel Başkanlarımız Sayın Figen Yüksekdağ'a ve Selahattin Demirtaş'a, Edirne Cezaevinde bulunan Hakkâri Milletvekilimiz Sayın Abdullah Zeydan, yine Kandıra'da bulunan Mardin Milletvekilimiz Gülser Yıldırım, yine Kandıra'da Çağlar Demirel, Ferhat Encu vekillerimize, Silivri'de bulunan Ayhan Bilgen ve Selma Irmak vekillerimize, Sincan Cezaevinde bulunan İdris Baluken ve Burcu Çelik vekillerimize buradan selamlarımı, saygılarımı ve sevgilerimi göndermek istiyorum. (HDP sıralarından alkışlar) Çünkü biliyorum ki onlar şu anda Meclis TV'de bizi izliyor olacaklar. Böyle sansür ortamında Meclis TV bile -bütün engellemelere rağmen- aslında bir soluk olabiliyor.
Tabii, ayrıca ben -bir kısmınız biliyordur- otuz üç gün yalnız tutuldum, tecrit altında, her türlü hukuksuzluğu barındıran bir tecrit. Otuz üç günden sonra Hakkâri Milletvekilimiz Selma Irmak'la birlikte aynı odayı paylaştık. Şimdi maalesef kendisi yalnız kaldı ama sevgili Sebahat Tuncel'le birlikte kalıyor. Özel olarak da Selma Irmak'la yaklaşık iki ayı birlikte geçirdik, onu sıkıca kucaklıyorum, sevgilerimi gönderiyorum ve en kısa zamanda bizlerle birlikte olmalarını diliyorum ve olması gerekeni söylüyorum. Aynı zamanda Sebahat Tuncel, eski İstanbul Milletvekilimiz ve DBP'nin Eş Genel Başkanı hâlâ.
Değerli arkadaşlar, üç ay kısa gelebilir, uzun bir süre değil ama ben şahsım adına söylüyorum: Ülkemiz adına, ülkemizin demokrasisi adına emin olun çok üzüldüğüm üç ay geçirdim çünkü içeride düşünme, tefekkür etme, değerlendirme olanakları belki o sükûnet ortamında biraz daha fazla oluyor. Ülkenin geldiği noktaya, Türkiye'nin geldiği noktaya acıdığımı ifade etmek istiyorum. Bunu, içerideki duygularımı bugün buradan ifade etmek istiyorum. Gerçekten bu ülkede kaybedilen aylara, yıllara, kaybedilen canlara, mallara, doğaya üzülmemek hiçbirimizin elinde değil. Ben bunlara çok üzülüyorum ve her birimizin, yani hepimizin farklı meslekleri var, farklı illerden geldik, farklı kültürlerden geldik, yaşam öykülerinden geldik ama şunu biliyorum, siyasi kimliklerimizden azade bir şekilde ifade etmek istiyorum: İnsan olmamızdan kaynaklı düşüncelerimiz ve duygularımız olmalı. Hayat sadece siyaset değil, ideolojik yaklaşımlar değil. Bizler her birimiz birer insanız ve insana dair her şey bize tanıdıktır, bize yabancı değildir. Bu duyguları da paylaşmak istiyorum.
Tabii, bunları söylerken sakın ha şöyle düşünmeyin: Bu duygular şahsi değil. Ben birlikte kaldığım arkadaşlarım, Silivri'de Ayhan Bilgen, Selma Irmak, Nursel Aydoğan, Sebahat Tuncel, Nihat Akdoğan, Bekir Kaya, Van Büyükşehir Belediye Başkanımız karşılaşıyorduk, tabii, konuşmak yasaktı, aynı partide çalışıyorsunuz ama camın arkasında bile konuşamıyorsunuz, biz, demokrasi için, özgürlükler için, bu ülkenin geleceği için değil üç ay, on yıllar yatarız, bu bedeli öderiz yeter ki bu ülke daha güzel bir geleceğe kavuşsun. Bizim bu üzüntümüz, benim bu üzüntüm asla şahsi değil.
Şüphesiz her birimizin eşi, çocuğu, yakınları vardır ama sorun, biz değiliz, milletvekili seçildikten sonra halkın iradesini temsil ediyoruz ve halkın verdiği oyları temsil edememek, hele hele bu şekilde, parlamenter olduğunuz hâlde orada, cezaevinde, dört duvar arasında kalmak. Umarım hiçbir milletvekilinin yaşayamayacağı bir durum olur bundan sonra. Başta bu Parlamentodaki bütün milletvekili arkadaşlarıma sesleniyorum. Daha önce cezaevinde yaşayan milletvekilleri de var burada.
Şimdi, gerçekten, şunu bir daha tekrar etmek istiyorum. Yani ben üç ay yattım ama arkadaşlarım yedinci aya girdi. Eş genel başkanlarımız 4 Kasımdan bu yana cezaevindeler. Ve cezaevini umarım yaşamazsınız, umarım. Çünkü bu başka bir deneyim. Ama şu da başka bir deneyim: Yani orada yatmakla -demin ifade ettiğimi biraz açmak istiyorum- bilsek ki bizim yatmamızla cezaevinde bu ülkede kan duracak, savaş bitecek, biz ekonomik olarak kalkınacağız, Türkiye uluslararası düzeyde daha itibarlı bir ülke hâline gelecek, çocuklar ölmemeye başlayacak, çocuk işçilik olmayacak, kadınlara yönelik şiddet bitecek, Kürt meselesi çözülecek, barış gelecek, bunlar olacaksa biz yine yatmaya hazırız. Peki ne oldu ben gittim ve geldim, üç ay? Dosyamı anlatmayacağım çünkü ortada bir dosya yok. Bütün arkadaşlarımın dava dosyasını biliyorum; tutuklu ve tutuksuz arkadaşların da dava dosyalarını biliyorum. Bazen sizlerle paylaşıyordum. Çok uzun yıllar ceza avukatlığı yaptım, o yüzden paylaşıyordum yani bildiğim bir mesele olduğundan.
Şimdi, soruyorum gerçekten milletvekili arkadaşlarıma: Ne değişti? Şu anda 10 milletvekili arkadaşımız hâlâ cezaevinde, ne oldu, neyi etkiledi Türkiye'de? Bir şeyi etkiledi mi? Bunun cevabını verelim bence. Şimdi ülke daha mı özgür? Şimdi barış mı geldi? Ölüm bitti mi? Ekonomik olarak biz aydınlığa çıktık mı? Ne oldu? Yani bu içeride hukuksuzlukla eş genel başkanlarımız ve milletvekili arkadaşlarımız ve 84 belediye başkanımız, aynı zamanda 3 büyükşehir belediye eş başkanlarının olduğu... Mardin Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanımız çıktı ama Diyarbakır ve Van Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanları hâlâ cezaevindeler ve belediyeler kayyumlarla yönetiliyor. Peki, şimdi barışa daha mı yakınız? Bu faturayı birileri üstünden atarak, HDP'yi günah keçisi hâline getirerek, âdeta bütün kötülüklerin müsebbibi olarak göstererek barışa yaklaşıyor muyuz? Hayır, uzaklaşıyoruz. Yani ben on gün oldu çıkalı, binlerce tabii ki insanla görüştüm hem seçmenlerimizle hem ailemizle, farklı kesimlerden, emin olun bu soruların cevabını... Hayır, daha uzaklaştık. Çünkü 1994 ve 2017 aynı değil. O dönem, yirmi üç yıl sonra farklı bir yöntemle ve sistemle tekerrür ettiriliyor. Peki, hoşgörü arttı mı? Hayır, kutuplaşma arttı. Öfke, âdeta bölgeler arasında, kimlikler arasında, inançlar arasında. Şimdi, referandumda da evet ve hayırcılar arasında uçurum büyüyor. Bu uçurum bizi götürecek -buradan çok söyledim- ama hepimizi. "Biri hayır dedi, biri evet dedi o gitmesin." diye bir şey yok çünkü sonuçta hepimiz totalde zarar görüyoruz.
Şunu sağduyuyla, vicdanımızla yanıtlarsak, bunu sizden istiyorum, sadece vicdanınızla, bu sorularımın yanıtının hayır olduğunu hepimiz biliyoruz. Milletvekillerini, siyasetçileri, gazetecileri, insan hakları savunucularını, kadınları cezaevine kapatarak biz bu ülkede bir adım ileri gitmiyoruz, geri gidiyoruz. Sürekli geriye doğru bir gidiş var ve Türkiye bunu hak etmiyor, 80 milyon yurttaş, emin olun, bunu hak etmiyor. En azından ben hak etmediğine inanıyorum.
Peki, ben ve arkadaşlarımın tutuklanması ne kazandırdı, bunun bir muhasebesi yapılıyor mu acaba? Kürt halkında, Türkiye halklarında, İstanbul'dan benim seçim bölgem olan Adana'ya, Diyarbakır'dan Hakkâri'ye ya da İzmir'e bizim seçmenlerimiz ne hissediyor, bu ayrımcılığı nasıl karşılıyor? Peki, diğer partilerin seçmenleri ne hissediyor? Gerçekten bunu sorgulamanın zamanı geçti, geldi demeyeceğim ama çok geç olmamalı, bunları sorgulamalıyız.
Peki, benim tahliye olmam ne kaybettirdi, bir şey kaybettik mi, Türkiye bir şey kaybetti mi, Parlamento bir şey kaybetti mi ya da ben neyi engelliyorum? Ben seçmenlerimi, Türkiye'yi, Parlamentoda, dışarıda temsil etmeye çalışıyorum, yasama faaliyetine katkı sunmaya çalışıyorum hepiniz gibi. Burada partimiz adına görüşlerimizi, çalışmalarımızı devam ettiriyoruz. İçeride olmam bir şey kazandırmadığı gibi dışarıda olmam -tabii, bu, şahsımla ilgili değil, ben bütün arkadaşlar adına söylüyorum- hiçbir şey kaybettirmiyor.
Bu nedenle, bütün bu meseleleri çok ayrıntılı düşünmek gerekiyor.
On günlük sürede en çok sorulan soru: Üç aylık sürede ne yaptınız? Nasıl geçti, hele yalnızken? Vallahi, ne diyelim, en çok kitap okunuyor -öyle söyleyeyim- çünkü zaman bol, hiçbirinizin olmadığı kadar. Önermiyorum tabii ama düşerseniz bol bol kitap okuyabiliyorsunuz. Hani, böyle, aklınızda kalan, zamanında okumak istediğiniz, listeniz vardır ya hepinizin, o kitapları sıraya koyup okuma şansı elde ediyorsunuz. Başka, dışarıdan haber almanın yolu televizyon, yazılı basın, gelen görüşçüleriniz, avukatlarınız. Üç ay boyunca ben ve arkadaşlarım...
Ben ayrıca Anayasa Komisyonu üyesiydim ve hepiniz çok iyi biliyorsunuz, hem Komisyonda hem burada, Mecliste Anayasa çalışmalarında çok aktif bir durumdaydım. O kadar emek verdiğim Anayasa referandumunda dört duvar arasındaydım ve tabii ki ilgimiz dâhilinde hem milletvekili olarak hem de özel olarak Komisyondan dolayı.
Televizyon çok izledik. Buradayken bu kadar etkilenmemiştim. Ya, bir koro izliyorduk, tek sesli. Bütün kanallara bakıyorduk, sağ olsun, bütün kanallar vardı. Haber kanalları, sabah sekizde açıyoruz gece yatıncaya kadar -sesini kısıyoruz- ara ara alt yazılar, yeni gelişmeler. HDP yoktu; sanki HDP diye bir parti yok zaten, milletvekilleri içeride değil, 6 milyon oy almamış, kampanya yapmıyor, milletvekili arkadaşlar çalışmıyor, il ve ilçe örgütü yöneticilerimiz her gün tutuklanmıyor -onları alıyorduk, her gün tutuklamalar olduğunu alıyorduk- ama sabahtan geceye kadar Cumhurbaşkanı, Başbakan, bir de CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu. Artık bir süre sonra üç yüzü görmekten -tabii en çok ilk ikisi- şey hâle döndük, yani yeni bir şey söylediler mi ona dikkat ediyorduk. Dışarı çıktığımda arkadaşlara sordum: Ya, içeride biz yoktuk, HDP'yi göremedik -tabii doğal olarak, partimiz, partimizi görmek istiyoruz küçücük de olsa- bir şey dedi mi, miting nasıl geçti, "Nevroz" nasıl geçti, 8 Mart nasıl geçti; televizyonları açıyoruz, yok bir şey. "Nevroz"a ilişkin, yüz binler Diyarbakır'da "Nevroz" meydanında toplanmış, avukatlar da o gün gelmediler, aksilik bu ya, merak ediyoruz, nasıl geçti, iyi mi. Bütün, "Nevroz"a ilişkin haberler şuydu, alt yazı: "Bıçağıyla 'Nevroz' alanına girmek isteyen Kemal Kurkut öldürüldü." Bu, bütün haber bu. Ya, var mı yani başka ne oldu? Neyse, sabah gazeteler geldi, bir şeyler öğrendik. Dışarıda, arkadaşların söylediği daha da ciddiydi bizimkinden, "Biz de görmedik dışarıda." dediler. Sansür size yansımadı televizyonlara ama dışarıda da HDP yoktu çünkü buharlaştırdılar yani sanki yok.
Bu nedenle şunu hissettim, çok acı hissettim ama: Ben cezaevinden yarı açık cezaevine geldim. Aslında Türkiye'de dışarısı da cezaevi çünkü özgürce konuşamıyorsunuz. Ben çıktığımdan beri çok sayıda telefon aldım, çok sayıda ziyaretçi oldu. Şöyle bir şey düşünebiliyor musunuz: Meclis koridorlarında bana geçmiş olsun demek isteyenler kıyıda köşede -bu, vekil de olabilir, personel de, bir bürokrat da olabilir- emin olun, gizli gizli geçmiş olsun diyorlar, korkuyorlar. Bana söylediler, "Ne olur Vekilim... Yani çok üzüldük, gelişinize de çok sevindik." Onlarca kişi... Tabii ki onların ismini asla vermem, sakın öyle bir şey beklemeyin çünkü başlarına bir şey gelecek kaygısı var.
MEHMET BEKAROĞLU (İstanbul) - Geçmiş olsun.
ÖZGÜR ÖZEL (Manisa) - ByLock'tan daha tehlikeli.
MERAL DANIŞ BEŞTAŞ (Devamla) - Yani, Mecliste -her kesimden söz ediyorum- böyle bir ortamda, bu havada biz dışarıdayız. O nedenle ilk attığım "tweet" şey oldu: "Cezaevinden yarı açık cezaevine geldim." Yani, aslında, burada da özgürlükler maalesef en son noktada kısıtlı.
Bugün bir de Dünya Basın Özgürlüğü Günü. Değerli arkadaşlar, son rakam 159 gazeteci sanırım hâlâ cezaevinde. Silivri Cezaevi, biz espri yapıyorduk, tırnak içinde tabii, ünlülerin cezaevi. Biz koridorlara çıktığımızda, kimseyle karşılaşmamamız için bütün koridorlar boşaltılıyordu. Bütün çabalarına rağmen görmemiz engellenemiyordu çünkü avukat odasına gittiğimizde hemen karşıda gazetecileri ve FETÖ diye tabir edilen -hepsi FETÖ değildi- görüşçüleri görüyorduk. Kimleri görmedik ki: Mümtazer Türköne, Ahmet Altan, Kadri Gürsel, Ahmet Şık, Akın Atalay... Yani uzaktan selamlaşıyoruz. Ve avukat arkadaşlar vasıtasıyla bu sefer onlar koşullarını bize aktardılar. Çok daha fazla canım yandı. Nasıl, biliyor musunuz? Çok yazıldı Cumhuriyet gazetesinde bunlar. Haftada bir gün bir saat avukatla görüşme hakları var, sadece haftada bir gün, bir saat. Mesela biz haftanın yedi günü sınırsız bir şekilde avukatlarımızla görüşebiliyorduk.
Bir de havalandırma var cezaevlerinde, girenler bilirler, sizin tek özgürlük yerinizdir. Dışarısı, işte, 10 metrekare... Çok dardır ama gökyüzünü görebiliyorsunuz orada. Toprak yok, çiçek, hiçbir şey yok insana dair, doğaya dair ama gökyüzü size çok iyi gelir. Cumhuriyet gazetesi yazarlarının havalandırmalarının üstünde çift katlı teller varmış. Ha, "Bizimkinde yoktu." demeyin ha, bizimkinde de vardı. Biz Selma Hanım'la birlikte aynı odaya girdiğimizde bir ay o tellerin sökülmesi için kaç dilekçe verdik, kaç kere görüştük, bilmiyorum. "Ya, niye tel var? Biz havalandırmada bari gökyüzünü görelim, bu büyük bir haksızlık." dedik. Sonra, neyse, dediler ki: "Vinç gelecek, bilmem ne gelecek." Meğerse çok basitmiş. Sonra, neyse, vinçsiz, bir baktık, bir gün bir teli söktüler. Bir de böyle bürokrasi! Bir hafta geçti, diğeri hâlâ orada. "Ya, niye ikincisini kaldırmıyorsunuz?" "Personel yok." dediler. Neyse, son yirmi yirmi beş gün gökyüzünü görebildik. İşte gazeteciler gökyüzünden yoksun, avukatla görüşemeden -haftada bir saat ve o da kayıt altına alınıyor görevli eşliğinde- kitap alımı yasak, mektup alıp göndermek yasak -cezaevleri için bunlar çok hayati meselelerdir- orada tutuluyorlar ve "Gazetecilik mesleği Türkiye'de en özgür meslektir." diye ifadelere rastlıyoruz. Nasıl bir şey, bilmiyorum yani. Bunu sizin takdirinize, kamuoyunun takdirine sunuyorum.
Tabii ki diğer cezaevleriyle ilgili de çok başvuru geldi bize. Mesela dün aldığım bir başvuru... Daha doğrusu avukat arkadaşlarla görüştüm. Elâzığ Cezaevinde -Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş Başkanımız Fırat Anlı'da orada- bir hafta önce aniden koğuş sisteminden tek kişilik hücre sistemine geçmişler. Herkesi dağıtmışlar, şu anda Elâzığ Cezaevinde avukat görüşü beşten sonra yasak. Herkes tek tek hücrelere alınmış ve iletişimde, avukat görüşü sırasında da mutlaka görevli bulunuyor. Cezaevine girmekle de kurtulamıyorsunuz yani orada da inanılmaz derecede bir sıkıntı var. Tabii, bundan şunu anlamayın ha: Görevliler kötü davrandı. Asla böyle bir şey de olmadı. Oldukça saygılı... Sonuçta ne diyeceğiz yani cezaevindeyiz. Bizi siyaset atmış yani yargı atmamış. Bizi yargı tutuklamadı, bunu çok iyi biliyoruz. Orada bir saygısızlık olmadı ama yüzlerce kişi eşliğinde kollarıma kelepçe taktılar ve bir de utanmadan şunu dediler bana: "Vekilim, lütfen şalınızı örter misiniz kolunuza?" Niye örteyim ya? Ben utanmıyorum ki, siz utanın. Siz utanın, siz; bu benim için onur kırıcı bir şey değil. Eğer siz benim koluma kelepçe takıyorsanız bu asıl sizin utancınızdır dedim. İlgili önergeyi sundum, hâlâ Adalet Bakanı cevap vermedi. Bu bir dertleşmeydi değerli arkadaşlar.
Hepinize teşekkür ediyorum, saygılar sunuyorum, sağ olun. (HDP ve CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Danış Beştaş.