| Konu: | Genel Kurulda üst üste yaralayıcı olaylar yaşandığına, "benim kadınım", "senin kadının" şeklindeki kavramsallaştırmanın kadın vekillerin maruz kaldığı şiddetten daha utanç verici olduğuna ve demokratik bir bilinci içselleştirmek için tahammül ve hoşgörünün anahtar kavramlar olduğuna ilişkin açıklaması |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 62 |
| Tarih: | 19.01.2017 |
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Sayın Başkan, değerli arkadaşlar; Sayın Bostancı, tarihi beyazların, beyaz ırkçı azınlığın yazdığı dönemden talihsiz bir örnek verdi. O dönemin Güney Afrika rejimi bunun gibi yüzlerce menkıbe uydurdu, öne çıkardı; daha sonra bunlar yalanlar müzesinde teşhir edildi.
Ben daha başka bir, bir Finlandiya halk masalı anlatarak başlamak istiyorum.
Fakat, bütün bunlardan önce, gerek iktidar partisinin gerek muhalefet partisinin kabul edilemez bulduğum bir kavram zehirlenmesine işaret ederek başlamak istiyorum, o da şu: "Benim kadınım, senin kadının." Kadınlar kimsenin bir şeyi değildirler.(HDP sıralarından alkışlar) Hele iyelik ekiyle sahiplenilecek ya da böyle tariflenecek insanlar asla değildirler. Kadına şiddetin patolojik sebeplerine baktığınızda, tam da bu "Benim kadınım, senin kadının, ötekinin kadını, falancanın kadını." anlayışı yatar. Keşke bu tanımlama hiç kullanılmasaydı. İnanın, burada kadın vekillerin maruz kaldığı şiddetten daha yaralayıcı, daha utanç verici bir kavramsallaştırmadır bu. Murat ediyorum, diliyorum ki sehven yapılmış olsun. Ben iki grup başkan vekilinin de bu tanımlamadan dolayı genelde kadınlara, özelde de kadın vekillere bir özür borçlu olduğunu düşünüyorum.
Gelelim anekdota. Bir Finlandiya halk masalı, benzer bir versiyonu Şirazi'de de geçer. Finlandiya'dan örnek vermemin sebebi orada ilkokul çocuklarına temel eğitimde anlatılan belirli anekdotlardan biri olması hasebiyledir, çocuğu ilk bununla mücehhez kılarlar. Anekdot şu: Güneş, yağmur ve adalet saklambaç oynamaya karar vermişler. Saklanmış üçü de. Güneşi gitmişler bir dağın ardında bulmuşlar; yağmuru derin bir koyakta, bir vadide bulmuşlar; adaleti bir türlü bulamamışlar. "Pes ettik." demişler, "Neredeysen çık ortaya." Derinden bir ses gelmiş "Ben bir kez kayboldum mu bir daha da bulunamam." diye.
Burada üst üste yaralayıcı gelişmelere tanık olduk. Birincisi: Kadın vekillere dönük tahammülsüz ve şiddet içeren yaklaşım.
İkincisi: Bu şiddet anlayışının neşvünema bulduğu "Bu benim kadınım, senin kadının." zihniyetinin burada pörtlemesi.
Fakat bütün bunlardan daha vahimi... Şiddet yaraları geçer, darbedilir bir vekil, belki yapan bir müddet sonra utanır; büyük bir ihtimalle de böyle olur, üç dönem vekillik yapan bir arkadaşınız olarak söylüyorum, buradaki şiddet içeren yaklaşımlara sonra baktığında mahcup olmayan vekil azdır. Sel gider, kum kalır. Kimse bir kere bu mahcubiyet mirasına talip olmamalı; böyle bir yükü üzerinde taşımamalı, çok ağır bir yüktür bu. Bir arkadaşınıza, en az sizin kadar meşru, en az sizin kadar hak etmiş, en az sizin kadar saygın bir arkadaşınıza -hele engelli, dezavantajlı, buralara girmek bile istemiyorum- şiddet üstünlüğüyle ya da kalabalıkla müdahale etmek belki bugünün hamaseti içerisinde arada kaynar gider ama bunlar hep bir yere yazılır ve bir utanç vesilesi, hadi, en hafif deyimle bir mahcubiyet vesilesi olarak bir yerlerde asılı kalır.
Hepsinden yaralayıcı olan şuydu: Şiddet geçer fakat burada bir teessür ve bir duyarlılık görmedik; insanı yaralayan budur. Yumruk, fiziken yaralanma, en vahimi işte yirmi bir günde iyileşir ama "Yahu, kendini bilen hiç kimse bir teessür içerisine, en azından bir suskunluk içerisine girmez mi?" diye sormaz mı insan? Bizim şu an içinde bulunduğumuz ruh hâli, tam da bu. Bir kez kaybolunca adaletin bir daha bulunamayacağı gerçekliğinden hareketle, tam tersine yapılan işi bir maharetmiş gibi, bir hünermiş gibi savunan milletvekili arkadaşlarımızı müşahede ettik. Bu, kötülüğü, ayıpsa ayıbı, sıkıntıysa sıkıntıyı çoğaltan bir şeydir. Mecliste daha da derin, yapısal bir soruna işaret etmektedir, o da tahammülsüzlüktür. Biz, eğer demokratik siyasete inanıyorsak, demokratik bir bilinci içselleştirmek gayreti içerisindeysek ya da bunun iddiası içerisindeysek anahtar kavramımız "hoşgörü" olmamalıdır, anahtar kavramımız "anlayış göstermek" de olmamalıdır; anahtar kavramımız "tahammül etmek"tir. Bizi yaralayıcı gelebilir, şok edici olabilir; bütün bunlar da Anayasa içtihatlarında ayrıntılı olarak tarif edilmiştir. Tahammüllü olmalıyız ve gelişen, bizi yaralayan ya da endişeye sevk eden ya da itirazımıza sebep olan şey her ne ise bu fiilin kendisiyle doğru orantılı olmalıdır yani bu, eğer bir sözse bunun karşılığı da bir söz olarak serdedilmelidir. Burada biz bunu görmüyoruz. Şiddet içermeyen durumlarda da -en yakınını üç dört gün önce gördük- bir kavrama, inandığı bir tercihe, bir dünya görüşüne ve bunun getirdiği tanımlamalara dair bu kürsüden ne sarf edildiyse, nabzı hızlı atan, tansiyonu çabuk yükselen ve bu tahammül duygusundan fazlaca nasibini almamış bir kısım arkadaşlarımız kürsüye yönelmek şeklinde bir tutum belirliyorlar.
BAŞKAN - Sayın Önder, sözünüzü kesmek istemem ama Sayın Akçay bekliyor, toparlarsanız memnun olurum.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Bitiriyorum. Sayın Akçay'dan özür dilerim. Bitiriyorum ama önemli bir şey bu çünkü bu ifadeye alan açmadığınız zaman bundan daha fazla zaman kaybediyoruz.
Keşke, bu tutumunuzu, bu tansiyonun pik noktaya geldiği zaman, bir blokajla ancak buna mecbur kalındığı hissi vermeniz de buradaki toplam adalet duygusunu hırpalayan bir şeydir.
Sayın grup başkan vekilleri bu teessürlerini sıcağı sıcağına belirtselerdi belki bu vakit kaybedilmiş olmayacaktı ama bu noktada değildiler. Bizim arkadaki toplantıyı terk etmemizin temel gerekçesi de buydu.
Ferhat Encu arkadaşımıza kürsüde konuşurken benzer bir muamele yapılmıştı -daha bu örnekleri çoğaltmak mümkün- yöneldiler ve kendini kürsüye falan kelepçelememişti, bir kavram kullanmıştı. Şimdi, ben, ırkçı beyaz azınlığın değil... "Kürt" lafını, "Kürdistan" lafını kullanmıştı ve benzeri çerçevede burada hangi vekilimiz söylese böyle bir muameleye maruz kalıyordu. Bu konuda tutarlılık siyasetçinin soyadı olmak durumundadır.
Kısa bir parantezle, tahammülünüze de teşekkür ederek bu konuşmayı bitirmek istiyorum. Sayın Nazlıaka savunduğu dünya görüşü, bizlere ait değerlendirmesi bizler tarafından hepinizin malumu yani kabul edilemez bulduğumuzu söylemekle yetineyim. Ama orada bir şiddet olduğunda ya da böyle bir ihtimal belirdiğinde, bütün Meclis şahittir ki bizim kadın vekillerimiz hiçbir siyasal aidiyet duygusu ve filtresi gözetmeden orada birincisi şiddeti önlemek, ikincisi meseleyi bir şekilde sulha kavuşturmak refleksi içindedirler. Buna özellikle eski vekiller çok daha yakinen, başta da zatıaliniz, hepiniz şahittirsiniz.
Tutarlılık böyle bir şeydir, ilkesel yaklaşmak böyle bir şeydir fakat maruz kalınan muamele bununla kıyaslanmayacak kadar vahim. Özür belki kabul edilebilirdi, anlaşılabilirdi ama ana muhalefet partisinin de feragatiyle, bir geçiştirme anlayışıyla "Aman efendim, işte gidelim, bunu da böyle olmamış sayalım." böyle denildiği için bunlar hep kendini tekrar eden bir silsileye dönüşüyor.
Şimdi, Kuzey Irak Bölgesi Sayın... (AK PARTİ sıralarından gürültüler)
BAŞKAN - Sayın Önder...
YILMAZ TUNÇ (Bartın) - Sayın Başkan...
ŞAHİN TİN (Denizli) - Bir saattir konuşuyorsun ya!
YILMAZ TUNÇ (Bartın) - Böyle bir usul var mı Sayın Başkan?
ŞAHİN TİN (Denizli) - Bu ne ya!
SAİT YÜCE (Isparta) - Bu kadar suistimal olmaz ya!
YILMAZ TUNÇ (Bartın) - Yeter artık!
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri...
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Bir dakika...
BAŞKAN - Sayın Önder...
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Bitiriyorum.
BAŞKAN - Sayın Önder, lütfen...
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Bitiriyorum.
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri...
ŞAHİN TİN (Denizli) - Yeter artık!
BAŞKAN - Sayın Önder, lütfen... Lütfen...
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - İyi ki tahammülden bahsettim.
Sayın Bostancı'ya ithaf ediyorum bunu. (AK PARTİ sıralarından "Ayıp ya!" sesleri)
YILMAZ TUNÇ (Bartın) - Hâlâ devam ediyor!
SAİT YÜCE (Isparta) - Sabahtan beri ya...
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Kuzey Irak Bölgesi otonomisini kazandığında doğan kız çocuklarına "Kürdistan" adı konulması geleneği başlatıldı. Ben de bu anlatacağım anekdotu... (AK PARTİ sıralarından "Yeter be" sesleri)
ORHAN KIRCALI (Samsun) - Yaşanan konuyla ne alakası var?
BAŞKAN - Sayın Önder, bu anekdotu biraz sonra anlatsanız.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Bitiriyorum, bitiriyorum.
Ben de... (AK PARTİ sıralarından gürültüler)
BAŞKAN - Sayın milletvekilleri, lütfen...
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Ben de bu anekdotu AK PARTİ'li bir milletvekilinden televizyonda dinledim diyeyim de biraz sükûnet gelsin.
BAŞKAN - Sayın Önder, lütfen...
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Ben anlatmadım, AK PARTİ'li bir milletvekili anlattı. Şöyle bir şey arkadaşlar: Doğan kız çocuklarına "Kürdistan" adı konması muazzam bir furyaya dönüşüyor. Fakat Türkiye'de de o yıllarda bu laf... AK PARTİ'li bir vekil anlattı, ismini de verebilirim.
ORHAN KIRCALI (Samsun) - Burada yaşanan olayla ne alakası var senin anlattığının?
BAŞKAN - Sayın Önder, lütfen...
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - İzin verin, bitiriyorum.
BAŞKAN - Bakın, kaçıncı ikazda bulunuyorum. Lütfen.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Bitiriyorum. Bir dakikada bitecek.
BAŞKAN - Lütfen, Sayın Akçay bekliyor.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Ama bu tahammülsüzlükle nereye kadar?
Pasaportuna kız çocuğunun adını "Kürdistan" olarak işlemiş. Bir gün Şırnak'a gitmek üzere -Habur- İbrahim Halil Sınır Kapısı'ndan giriş yapmış. Gümrük memuru bakmış ve öfkelenmiş, "Bu çocuğun adı ne?" demiş "Kürdistan" ibaresini görünce. Kadın başına gelecekleri de tahmin ederek "Çocuğun adı Kuzey Irak." demiş. Onun için kavramlara siz bu kadar böyle tahammülsüz kalırsanız, söze bu kadar tahammülsüz kalırsanız insanlar bunu ifade etmenin elli bin türlü yolunu bulurlar.
SEBAHATTİN KARAKELLE (Erzincan) - Boş konuşma, tahammülümüz yok.
SIRRI SÜREYYA ÖNDER (Ankara) - Bu tutum, sadece tahammülsüzlüğün teşhiri bile, görüşülmekte olan anayasal düzene ne ölçüde sadık kalacağınıza dair bir emare teşkil ediyor.
Sabrınız için hepinize teşekkür ederim. (HDP sıralarından alkışlar)