| Konu: | CHP Grubu önerisi münasebetiyle |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 51 |
| Tarih: | 05.01.2017 |
SELİN SAYEK BÖKE (İzmir) - Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Türkiye ekonomisi olağanüstü bir durumla karşı karşıya. Bugün Türkiye yönetemezlik ve devlet aygıtının çökmesi kaynaklı bir reel sektör krizinin kapısında duruyor ve eğer Hükûmetin bu durumu görmezden gelen tavrı devam ederse bu bir mali krizi ve bankacılık krizini de tetikleyebilecek seviyede. "Bankalar sağlam." deniyor, "Kamu maliyesi güçlü." deniyor ancak önlem alınmazsa reel sektördeki devam eden çalkantının bu alanlarda ne tür bir etki yaratabileceğini öngörebilmek maalesef, bugünden çok mümkün değil.
Bu tablo karşısında bütün siyaset kurumunun temel bir sorumluluğu var ve bu sorumluluk tarihsel bir sorumluluk. İktidarın bu durumu değiştirme sorumluluğu var, bizim de çatlayan testi kırılmadan uyarma ve çözüm önerme görevimiz var. Bu önergenin amacı tam da bu durumun önüne geçebilmek ve önüne geçilebilmesi için önlemlerin alınmasını sağlamak.
Bugün yaşıyor olduğumuz ekonomik gerçek, on dört yıldır uygulanan ekonomik politikanın ortaya çıkartmış olduğu yapısal sorunların üzerine son dönemde eklenmiş olan siyasi risklerin de etkisiyle derinleşmiş olan bir durum. Hatırlayalım, AKP, bundan on dört yıl önce, dünyada da her şey yolundayken, likidite bolken, küresel konjonktür iyiyken, yükselen piyasalara ve Türkiye'ye çok ilgi varken geldi; üstelik, kurulu bir kurumsal düzeni devraldı. Merkez Bankası bağımsızlığı, bağımsız kurum ve kurulların oluşturulması, mali disiplinin kurumsal çatısı o dönemde tamamlanmıştı. Bu noktada önlerinde iki yol ayrımı vardı; ya bunu ülke adına bir fırsata dönüştürmek için adım atılacaktı ve rekabetçi potansiyeli geliştirmek, üretim altyapısını güçlendirmek, dış bağımlılığı azaltmak, tasarrufları artırmak için ihtiyaç duyulan reformlar gerçekleştirilecekti ya da bu fırsat kendileri adına kullanılacak ve şahsi siyasi bir fırsata dönüştürülecekti, maalesef, AKP ikinci yolu seçti; tüketim balonunu borçlanma yoluyla şişirdi, ahbap çavuş ilişkileri üzerinden bir ekonomi inşa edildi; yandaş iş adamı, yandaş medya düzenin bir parçası hâline getirildi ve bu yandaş düzeni kurabilmek için de hazır buldukları kurallı ekonomiyi ve kurumsal altyapıyı da giderek zayıflattılar. Devletten liyakat silindi, "Adamım olsun." mantığı tekrar geri döndü, bürokratik ve kurumsal gelenek aşındırıldı; ahbap çavuş, yandaş düzenini beslemek için ekonomi kuralsızlaştırıldı. Bunun sonucunda ekonominin dışa bağımlılığı derinleşti, üretim potansiyelimiz gittikçe aşındı; işsizlik, yoksulluk gibi temel sorunlar çözülemedi. Aslında, o dönem, Türkiye için çok iyi bir fırsattı, ama, maalesef, Türkiye ekonomisinin ihtiyaç duyduğu adımlar atılmadı. Eğitime ve üniversiteye ideolojik bakıldı, insan kaynağına yatırım yapılmadı. Katma değer üreten bir ekonomiyi oluşturmak yerine, ahbap çavuş kapitalizminin ekonomik ve siyasi ilişkileri öncelendi, böylece de Türkiye ekonomisi kırılgan ve dış şoklara açık bırakıldı.
Nitekim, Türkiye önce kırılgan beşli arasında anılmaya başlandı ve son haftalarda artık kırılgan beşli dahi değil, kırılgan üçlü arasında anılıyor. 2002'den 2007'ye kadar kurulu bulunmuş olan düzen üzerinden yönetilen ekonomi, 2007'den sonra devralınan bu kurulu düzenin yerine, AKP'nin çarpık düzenini derinleştirecek adımların belirgin olarak atıldığı bir döneme evrildi, 2013'ten itibaren de beklendiği gibi AKP'nin bu ekonomik modeli kendi sınırlarına geldi. Bu model için deniz 2013'te bitti esasında. 2013'ten itibaren küresel konjonktür de değişmeye başladı. 2013'ün Mayıs ayında, Amerikan Merkez Bankası dünyaya yayılmış olan likiditeyi kısacağını ve önümüzdeki yıllarda küresel para bolluğunun olmayacağını bütün dünyaya açık bir biçimde duyurdu. Bu noktada, Türkiye'de yapılması gereken iki şey vardı. Birincisi, o güne kadar siyasi tercihlerle yapılmamış olan reformlar hemen yapılmalıydı. Böylece kırılganlıklar azaltılacak ve güven aşılanabilecekti. İkincisi, siyasi risk minimize edilecek, demokrasiyi güçlendirici adımlar atılacaktı ki risk algısı değişsin. Bunun da temel yolu hukuk devletine bağlılığı ve demokrasiyi geliştirici adımları atmaktan geçiyordu. Peki, bunlar yapıldı mı? Maalesef yanıtı "hayır". Peki AKP hangi siyasi yolu seçti? Kendi iktidarının devamlılığını ülkenin geleceğine bir kez daha tercih etti. Reform yapılmadı çünkü reformlar yapılsaydı bu iktidarı ayakta tutuyor olan siyasi düzen çökerdi.
Hukuk devletinin olduğu yerde, demokrasinin olduğu yerde yandaş basın olmaz, yandaş iş dünyası olmaz, hepimize saldıran troller olmaz; o zaman da AKP'nin içinde olduğu siyasi çark dönmez. Ekonomik olarak sınırlarına gelen düzenin devamlılığı için sıkıştıkça da daha fazla kutuplaşma, daha fazla ayrıştırmayla siyasi risk yaratıldı ve en sonunda da bu siyasi risk bir algıya dönüştü ve ekonomiyi doğrudan etkileyen bir tablo olarak karşınıza çıktı.
Sonuçta ne oldu? Tablo veriyle sabit. 2013'te 12.480 dolar olan kişi başına millî gelirimiz o günden bu yana düşüş eğiliminde. 2015 sonunda kişi başına gelir 11.014 dolar ve düşmeye devam ediyor. Türk lirası son iki yılda 150 para birimi arasında en çok değer kaybeden 12'nci para birimi konumunda. 2015 yılında öğrencilerimiz uluslararası sınavlarda 2012 yılına göre çok daha kötü performans gösteriyorlar. Özetle, işler 2013'ten beri hiç de iyi gitmiyor.
Son üç ayda bu kötüye gidiş hızlandı. 3 Ekimden bugüne kadarki sürede Türk lirası 150 para birimi arasında en çok değer kaybeden 3'üncü para birimi; 12'nci değil artık, 3'üncü, 150 para birimi arasında. Bu yılın ilk on bir ayında geçen seneye kıyasla karşılıksız çekler yüzde 3 arttı, protesto edilen çekler yüzde 20 artmış vaziyette. Güven endeksleri tepetaklak aşağı doğru gidiyorlar. Ekonomik Güven Endeksi, ekim ayında 80,6 düzeyindeyken aralık ayında 70,5 düzeyine kadar geriledi. Demek ki ekimde bir şey olmuş; öyle bir şey ki Türkiye'ye ekonomik bedeli de ağır olmuş.
Dönüp takvime bakmak yeterli. Ekim ayının başında iki şey oldu: 3 Ekimde Bakanlar Kurulu OHAL'i uzatacağını hepimize duyurdu, 11 Ekimde de Türkiye'de hiç olmayan bir rejim tartışması birdenbire başlatıldı. Peki, neden 3 Ekim ve 11 Ekimdeki bu gelişmeler ekonomiyi altüst etti. Çünkü, 3 Ekimde OHAL'in uzatılmasıyla, yıllardır Türkiye'de süregelen bir eğilim ve bir gerçek belirginleşti. OHAL'i uzatma tercihi; otoriterlik, demokrasi yokluğu, kimsenin mülkiyet hakkı dahi olmayan temel haklarının güvence altında olmadığı gerçeğini herkes tarafından algılanacak kadar somut bir biçimde ortaya koydu. OHAL'i sürekli kılacak olan rejim değişikliği önerisiyle de bu gidişatın kalıcı olduğu beklentisini siz yaratmış oldunuz ama bunun bedelini vatandaş ödüyor.
"Nasıl?" derseniz, bugün hepimiz daha fakiriz, paramız her anlamda daha değersiz. Asgari ücret 2016'da 433 dolarken bugün 360 dolar. Türk lirası ekimden beri yüzde 20 değer kaybetti. Biliyoruz ki bu enflasyona yol açar. Pompada görüyoruz zaten; ekimden bugüne benzinin fiyatı yaklaşık yüzde 10, motorinin fiyatı yüzde 13 arttı. Hayat daha pahalı. Köprüler zamlandı. Sağlık katkı payı arttı. Bugün hepimiz için hayat daha pahalı. Zamlar çift hanelere ulaştı ama asgari ücretliye, memura, emekliye tek hanede bir zam öngörüldü. Kısacası, sizin rejim tartışmanız, sizin OHAL'iniz her gün vatandaşımızı, hepimizi fakirleştiriyor.
Bu tablo, bize şunu gösteriyor: Aslında vatandaşın cebini yakan, Türkiye'yi krizin eşiğine getiren OHAL idi, sizin Saray rejimi sevdanızdı ve demokrasiden kopuştu. Türkiye'nin en büyük siyasi riski de, ekonomi riski de sizsiniz.
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
SELİN SAYEK BÖKE (Devamla) - Uyarıyoruz: Bu gidiş, gidiş değildir.
Saygılar sunuyorum. (CHP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Sayek Böke.