| Konu: | Millî Savunma Bakanı Fikri Işık'ın, Fırat Kalkanı Harekâtı'na ilişkin gündem dışı açıklaması nedeniyle AK PARTİ Grubu adına konuşması |
| Yasama Yılı: | 2 |
| Birleşim: | 45 |
| Tarih: | 22.12.2016 |
AK PARTİ GRUBU ADINA MEHMET NACİ BOSTANCI (Amasya) - Sayın Başkanım, değerli arkadaşlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Öncelikle sıcağı sıcağına şu fedai meselesine bir açıklık kazandıralım. Türkiye eğer büyük devletlerin fedaisi olsaydı içeride bu kadar problem yaşamazdı, fedaisi olmadığı için yaşıyor, buraya dikkat çekmek isterim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar) Geçmişte fedaisiydik, kısmen öyle politikalar sürdürüyorduk huzur içindeydik, şimdi huzursuzluğumuzun nedeni fedai olmayışımız, zaten Engin Bey de bunu gayet iyi bilir aslında.
ERHAN USTA (Samsun) - Sayın Başkan, bu kabul edilemez.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Diğer taraftan...
ERHAN USTA (Samsun) - Biz hiçbir zaman fedai olduğunuz üzerinden, bunun üzerinden politika yapılamaz.
BAŞKAN - Sayın Usta, itirazınızı sonra bildirirsiniz, şu anda yapacak bir şeyim yok.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Sayın Ahmet Yıldırım'ı dinledim.
AHMET SELİM YURDAKUL (Antalya) - Biz, Türk askeri hiçbir zaman fedai olmadık.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Kendisini...
ERHAN USTA (Samsun) - Burada "Türkiye Cumhuriyeti askeri bir başkasına fedaidir" denilmesine herkesin karşı çıkması lazım.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Erhan Bey, izin verir misiniz?
ERHAN USTA (Samsun) - Geçmişi nasıl kötülüyorsunuz, neye istinaden söylüyorsunuz bunu?
BAŞKAN - Sayın Usta, müsaade eder misiniz?
ENGİN ALTAY(İstanbul) - Evet, çok şık olmadı Sayın Başkan.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Benim süreme ekleyin.
ERHAN USTA (Samsun) - Yani, Türkiye ne yaptı da, hangi gelişmeyi gösterdi de şimdi fedai değil, geçmişte fedaiyse eğer? Olur mu böyle bir şey! Bunu kabul etmememiz lazım, lütfen.
BAŞKAN - Sayın Usta, lütfen...
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Erhan Bey, çok ayıp...
ERHAN USTA (Samsun) - Ayıp mayıp değil...
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Ayıp, burada konuşuyoruz, siz benim sözümü kesiyorsunuz.
BAŞKAN - Evet, kürsüde sayın hatip, lütfen.
ERHAN USTA (Samsun) - Ben sataşıyorum efendim, cevap versin o zaman, olur mu öyle şey?
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Lütfen süreme ekler misiniz Sayın Başkan?
BAŞKAN - Sayın Usta, "Ben sataşıyorum, kürsüden cevap versin." diye bir usulümüz yok.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Siz oradan soracaksınız, ben buradan cevap mı vereceğim Erhan Bey, böyle bir usul mü var?
ERHAN USTA (Samsun) - Ya, hiç konuşulmuyor mu böyle kürsüdeyken?
BAŞKAN - Konuşma biter, sonra cevap verirsiniz, lütfen.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Benim süreme ekleyin Sayın Başkan.
BAŞKAN - Bir dakika ekleyeceğim.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Kıymetli arkadaşlar, Sayın Ahmet Yıldırım'ı tebrik ediyorum. Kesinlikle meramını çok güzel anlatıyor ve insanlar Sayın Yıldırım'ın niçin öyle konuştuğunu çok iyi biliyorlar. Bazı konuşmalar sadece o konuşmalardan ibaret anlaşılmaz, başka zamanlardaki konuşmalar da hatırlanır, o bağlam içerisinde anlaşılır. O bakımdan Sayın Ahmet Yıldırım'ın halkımız tarafından kesinlikle çok iyi anlaşıldığı ve kendisinin de meramını çok başarılı şekilde anlattığını buradan ifade etmek isterim.
Kıymetli arkadaşlar, niçin El Bab'dayız, bunu anlatacağım. Sayın Bakan detaylarını verdi. El Bab'da olan kim, El Bab'dayız dedim, El Bab'da olan bu "biz" kim? Bu "biz" aslında Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan herkes. Aramızda farklılıklar olabilir, tartışmalar olabilir ama burada yaşayan insanların ortak çıkarlarına ve esenliğine ilişkin bir durum dolayısıyla oradayız. Bu niçin öyle, onu da anlatacağım. Yani, belli bir kesim, belli bir parti, belli bir politika değil, doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti'yle ilgili bir durum.
Önce, izin verirseniz kısa bir anekdotla başlayayım: 2004 yılında İran'a gitmiştim bir toplantı için. Meşhed şehrinde bir akşamüzeri, pazar yerinde bütün Asya âdeta orada toplanmış, biz de arkadaşlarla dolaşıyoruz, bir meydan. İranlıların çayları çok açık olur, ben de çay içebilecek, Türkiye'deki çaylara biraz benzeyen bir yer ararken meydanın bir köşesinde tekerlekli bir çay ocağı gördüm, oraya yaklaştım -bizim tarzda bir çaydı- selamünaleyküm dedim, "aleykümselam" dedi; çay dedim, "evet" dedi. Baktım, evet, Türkiye'deki çaylardan, doldur dedim, "Doldurayım." dedi. Sen Türk müsün dedim, "Ben Kürt'üm." dedi. Asya'daki, o pazar yerindeki renklilik, çeşitlilik, uluslararası semboller içerisinde o Kürt, ben Türk, içtiğimiz ortak çay; emin olun, aramızda hiçbir fark yoktu. Önemli olan nerede durduğun, nereden baktığın. Bugün, yaşadığımız dünya, küresel ölçekte, tıpkı Meşhed'deki o pazar yeri gibi bir meydan okumayla insanların ve Türkiye'nin karşı karşıya olduğu bir duruma işaret ediyor. Biz, eğer Türkiye'de, kendi iç dünyamıza ilişkin konuşursak farklılıklarımızı bulabiliriz. İçeride de kimi bu meselelerle ilgili çok ateşli dili olan arkadaşlarla konuştuğumuzda, Türklerin ve Kürtlerin bırakın Türkiye'yi, şu kainatta bile sanki bambaşka yerlerde 2 insan türü olduğuna ilişkin bir kanaat ediniyorsun ama bağlam değiştiğinde, uluslararası bir bağlama oturduğunda anlıyorsun ki kaderin ortak ve biz bugün, uluslararası süreçlerin karşımıza koyduğu bir meydan okumayla karşı karşıyayız ve kaderimiz ortak, kaderimiz ortak. Bunu görelim.
Peki, yaşanan nedir? Yaşanan şudur arkadaşlar: Bir sihirli küreyle görecek değilim, gelecekte kim ne yapar tahminde bulunacak değilim. Ne derler? "Eski Yunan'dan beri şu gök kubbe altında söylenmemiş söz yok." İnsanoğlunun da siyaset adına ve bu vadide yapıp edeceği, söyleyeceği hiçbir söz eksik değil. Bugün yaşadığımız küresel süreç tıpkı Orta Çağ Avrupası'nda olduğu gibi bir tabloyu önümüze koyuyor. Orta Çağ Avrupası, çok dağılmış, çok fragmante, feodal beylerin, senyörlerin, küçük prensliklerin küçük küçük yerlerde egemenlikler kurdukları istikrarsız bir Avrupa'ydı. Avrupa'nın efendisi kimdi? Avrupa'nın efendisi Vatikan'dı. Vatikan'ın askerleri mi vardı? Yoktu; bir elinde kutsalın kılıcı vardı, diğer elinde de biraz toprak vardı, zenginlik vardı ama otoritesini sağlamanın en önemli aracı o küçük küçük prenslikler, feodal beyler birbirleriyle dövüşüp kavga ettikçe soluğu Vatikan'ın huzurunda alıyorlardı, onun önünde diz çöküp "Bizi barıştır." diyorlardı. O küçük Vatikan da bütün Avrupa üzerinde, o istikrarsız Avrupa karşısında maliyeti en az şekilde, en yüksek kudreti elinde tutan bir siyasi yapı olarak öne çıkıyordu.
İnsanlık tarihine baktığımızda, 16, 17, 18'inci yüzyıl kolonyal sistem, sonra neokolonyal sistem, merkezî krallıklar, imparatorluklar. Şimdi, 21'inci yüzyılda yeni bir dünya şekilleniyor, görelim, görelim ve uyanalım. Bu yeni dünya şudur: Küresel güçler, bu defa doğrudan önce askerlerini, sonra tüccarlarını, sonra din adamlarını göndererek ülkeleri sömürmüyor. Bunlar çok maliyeti yüksek işler. Yaptıkları, çeşitli bölgeleri istikrarsızlaştırmak, oradaki insanların hevâ ve hevesleri üzerinden fay hatlarını derinleştirmek ve o istikrarsızlık üzerine kendi hegemonyalarını kurmak. Doğu Avrupa'ya bakın, Balkanlara bakın, Kafkaslara bakın. Biz sadece Suriye'yi mi görüyoruz? Mesele sadece El Bab'dan mı ibaret? El Bab, Irak'ın da bir parçası, Yemen'in de bir parçası, Libya'nın da bir parçası, büyük bir altüst oluşun bir parçası. Biz, karşı karşıya olduğumuz bu tabloyu yerli yerine doğru bir şekilde koyamazsak, küresel süreçler içinde emperyal güçlerin aslında ne yapmak istediklerine ilişkin o meydan okumayı göremezsek, içeride kendi aramızdaki küçük farklılıkları abartıp ortak çıkarlarımızı ve aynı safta durma zorunluluğumuzu, kader ortaklığımızı görmezsek aynı istikrarsızlaştırma politikalarının bir parçası olarak aslında onlara hizmet ederiz başka bir işe hizmet ediyoruz zannederken.
Bugün Orta Doğu'da yaşanan, arkasındaki o küresel güçlerin teşvik ve desteğiyle etnik ve mezhep esaslı kimliklerin kışkırtıldığı ve bunun üzerine istikrarsızlaşmanın sağlandığı ve nihayet, onun üzerine de egemenliğin kurulmak istendiği bir coğrafyadır. Peki ne yapacağız? Bu oyunun, bu planın, bu istikrarsızlaştırma girişiminin bir parçası olma yolunda kendi daha küçük asabiyyelere dayalı çıkar ve heveslerimiz istikametinde davranarak o küresel güçlerin çıkarlarının bir parçası mı olacağız? Yoksa, buna karşı meydan okuyacak kendi güçlerimizin farkına vararak ortak kader ve gelecek istikametinde mi davranacağız? Bence doğru olanı ikincisidir, yapmamız gereken budur. Zaten, bakarsanız, aslında, Orta Doğu'da etnik ve mezhep çatışmaları üzerinden kışkırtılan ve doğrulmaya çalışan kaosun asıl meselesinin yağma ve talan olduğunu görürsünüz. Yeryüzündeki bütün savaşların arkasında, az veya çok, şu veya bu ölçüde, bir yağma ve talan hevesi vardır, bir de ona karşı çıkmaya çalışanlar, kaynaklarını korumaya uğraşanlar vardır. Savaşlar durup dururken çıkmaz. Clausewitz'in dediği gibi, savaşlar politikanın başka araçlarla devamıdır ve temelinde yağma ve talan vardır. Şimdi Orta Doğu'da yaşanan da esasen etnik ve mezhep örtüsünün altında kirli çıkar ilişkilerinin, yağma ve talanın gizlendiği bir gerçekliktir. Biz, o örtüyü kaldıracağız, altındaki çıplak gerçeği göreceğiz, o yağma ve talanı, küresel güçlerin heveslerini göreceğiz...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
BAŞKAN - Artı beş dakikalık ek sürenizi veriyorum Sayın Bostancı.
Buyurun.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - ...ve bu meydan okumaya mukabele edeceğiz; edeceğiz diyorum, esasen Türkiye'nin kendi gücüyle, kudretiyle, aklıyla, siyasetiyle yapmaya çalıştığı bu.
AK PARTİ iktidar. Türkiye'nin bir kaderi var. Siyasetlerin bir yaklaşımı var elbette, bir okuma biçimleri var ama emin olun, kim iktidar olursa olsun, Türkiye'nin kaderiyle bağlantılı bir şekilde akletmek zorundadır, oradaki maddi gerçekliği, somut gerçekliği görerek davranmak zorundadır. Biz de olsak, CHP de olsa, başkası da olsa, netice olarak, Türkiye'nin bu ortak kader ve gelecek istikametindeki çıkarlarını, beklentilerini, hesaplarını muhakkak kendi siyasetinin içine yerleştiren bir akılla davranmak durumundadır, AK PARTİ'nin yaptığı da budur. Biz, içeride ortak safları öne çıkartan, elbette siyasi rekabet, tartışma vesaire olacak ama o ortak saflar etrafında insanları bir araya toparlayan, dışarıdaki küresel güçlerin doğurduğu istikrarsızlığa karşı da yapabildiğimiz ölçüde -biz bir kadirimutlak bir ülke değiliz- buna karşı mücadele eden bir çizgiyi öne çıkartıyoruz.
Irak bu şekilde istikrarsızlaştırılmaya çalışıldı. Türkiye ne yaptı? Irak'ın toprak bütünlüğünden bahsetti, yıllar boyunca bundan bahsetti. Niçin? Çünkü, Irak bölündüğünde Iraklıların işine yaramayacaktı. Belki küçük küçük mekânlarda, alanlarda birileri iktidar olduklarını zannedeceklerdi ama onlar, sadece çöpten kalenin beyi olacaklardı, asrın efendilerine hizmet eden prensler olacaklardı; o yüzden Irak'ın toprak bütünlüğü Alevi'siyle, Şia'sıyla, Sünni'siyle, Kürt'üyle, Türk'üyle herkesin çıkarına hizmet edecek bir siyasi entiteydi, yapıydı. Irak, ancak birliğini, bütünlüğünü koruyabilirse oradaki her bir ferdin çıkarını koruyabilirdi, Türkiye'nin politikası o yüzden bu oldu. Suriye'nin toprak bütünlüğünden yana olduk biz ama Suriye'nin toprak bütünlüğünü sağlayacak, garanti edecek bu doğrultuda bütün güçleri böyle bir motivasyonla yöneltecek gücümüz var mıydı? Olmadı. Sahadaki tek unsur biz değiliz, başkaları da var ama bizim yapabileceğimiz, hiç olmazsa, Türkiye'nin içindeki siyasi mülahazaları, tartışmaları buradaki insanların ortak çıkarı ama aynı zamanda Suriye'deki Kürtlerin, Türkmenlerin, Arapların, Şia'nın, Nusayri'nin çıkarları için okuyacak bir akıl etrafında toparlamak oldu, o istikamette davrandık. "Suriye'nin toprak bütünlüğü" derken bizim de yaptığımız buydu ama sahanın içinde bir sürü insan var, bir sürü aktör var, istikrarsızlaştırma doğrultusunda süper güçlerin çabaları, çalışmaları var.
Şimdi, biz niçin El Bab'dayız? Çünkü, bir terör örgütü; aslında etnik ve mezhebi motivasyonu için kullanan fakat küresel güçlerin taşeronu olarak oradaki yağma ve talanın bir parçası olan yapıya karşı biz müdahale ediyoruz. Emin olun, şu Orta Doğu coğrafyasında kim Kürtçülük yapıyorsa, kim Arapçılık yapıyorsa, kim Sünnicilik yapıyorsa, kim Alevicilik yapıyorsa sadece ve sadece, yağma ve talan heveslisi küresel güçlerin çıkarlarına hizmet eder. Oradaki insanlar bilsinler ki onların hepsinin çıkarı ortaklıktadır; Sünni'siyle Alevi'siyle, Şia'sıyla, Kürt'üyle, Arap'ıyla Türkmen'iyle ancak bir ve beraber olabilirlerse, bu siyaseti yükseltebilirlerse o etnik ve mezhep görünümlü örtüyü yırtıp altındaki çıplak çıkarı görebilirlerse o zaman bu meydan okumayı küresel güçlere karşı yapabilirler, kendi iradeleriyle başkalarının himayesi ve izni olmaksızın kendi geleceklerini kurabilirler. Bizim pozisyonumuz budur ve biz, bu ülkeye oradan, oradaki istikrarsızlıktan pay vermek isteyen, böyle bir meydan okumayla Suriye'yi, Irak'ı -yapabildikleri ölçüde- Türkiye'ye taşımak isteyenlere karşı tabii ki müdahale edeceğiz. Artık sınırlar... Senin öte tarafında bir istikrar yoksa, orada bir otorite, bir devlet yoksa senin sınırların da anlamını yitiriyor güvenliğin bakımından. Bizim Suriye'ye dönüp "Kardeşim, oradan terörist geliyor." deme durumumuz var mı? O terörist aynı zamanda Suriye'nin içinde dolaşıyor. Kendi güvenliğini sağlayacaksın. Bizim, Suriye'nin toprağında gözümüz yok, 1 santimetrekaresinde gözümüz yok. Her kim emperyal niyetlerle şu coğrafyada...
(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - ...birisinin toprağına göz dikiyorsa gözü çıksın.
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Bostancı.
MEHMET NACİ BOSTANCI (Devamla) - Gözü çıksın, gözü. (AK PARTİ sıraların alkışlar) Çünkü, küresel güçlerin aracı olur.
Türkiye'nin pozisyonu bellidir. Aklımızı başımıza alalım. Buradaki ortak kader ve gelecek istikametindeki saflaşma aynı zamanda Orta Doğu için de bir ölçüdür, bir idealdir, oraya yönelik de bir siyasettir, bunu anlayalım.
Çok teşekkür ederim. (AK PARTİ sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederim Sayın Bostancı.