Konu: | 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 4'üncü Tur görüşmeleri münasebetiyle |
Yasama Yılı: | 2 |
Birleşim: | 35 |
Tarih: | 09.12.2016 |
HDP GRUBU ADINA HİŞYAR ÖZSOY (Bingöl) - Teşekkür ederim Sayın Başkan.
Değerli milletvekilleri, Genel Kurulu saygıyla selamlıyorum. Grubum adına Dışişleri Bakanlığının bütçesini tartışmak üzere söz almış bulunuyorum.
Konuşmama başlamadan önce, tabii, burada fotoğrafları bulunan eş başkanlarımın ve çok kıymetli vekil arkadaşlarımın da önünde saygıyla eğiliyorum.
Tabii, bütçenin teknik ve siyasi olarak eleştirilmesi gereken birçok boyutu var. Teknik kısmına bugün çok kısaca değineceğim, bir iki örnekle değineceğim.
Tabii, bu teknik ve siyasi anlamdaki değerlendirmelerden önce bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Bu Meclis kürsüsünde konuşan arkadaşlardan yoğunlukla şöyle birtakım argümanlar duyuyoruz: İşte "HDP dış ilişkilerde bir ihanet içerisinde, sürekli olarak Türkiye'ye ihanet ediyor, yurt dışında olan vekilleri ihanet ediyorlar." gibi, gerçekten -özür dileyerek söylüyorum- saçma sapan birtakım argümanlar ortaya koyuyorlar. Bunun gerçeklikle hiçbir alakası şu açıdan yoktur: Doğrudur, HDP olarak biz dışarıda şu an Türkiye Cumhuriyeti devletine hükûmet eden AKP'nin ve Dışişleri Bakanlığının politikalarını eleştiriyoruz, sonuna kadar da eleştireceğiz yanlış gördüğümüz şeyleri. Fakat HDP şu ayrımı yapabilecek kadar büyük bir basirete sahiptir: Türkiye ile AKP Hükûmetini tabii ki eş tutmuyoruz. Türkiye, bu ülke, AK PARTİ Hükûmetinden daha büyüktür diyoruz. Dolayısıyla, Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ayrıştırarak kendi dış politika söylemimizi oluşturuyoruz.
Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye'ye yaptırımların uygulanması konusunda HDP'nin tavrı şudur: Biz Türkiye'ye total anlamda yaptırım uygulanmasını doğru bulmuyoruz. Ancak Türkiye'de bazı Hükûmet kurumlarına yaptırım uygulanması gerektiğini düşünüyoruz. Bir örnek vereyim: Adalet Bakanlığına Avrupa Birliğinin fonlarından gelen katılım öncesi paylar var, biliyorsunuz, fonlar var. Bunlar, Türkiye'deki yargı kurumlarının transparan, demokratik, adil bir şekilde düzenlenmesi ve Avrupa Birliğinin hukuk kurumlarıyla uyumlu hâle getirilmesi için ayrılmış olan fonlar. Fakat bu fonlar amacına uygun olarak kullanılmıyor, ortada bir adalet sistemi kalmamış durumda. Dolayısıyla, mesela, Avrupa Birliğiyle yaptığımız görüşmelerde, Adalet Bakanlığına verilen bu katılım öncesi fonlarının amaçlarına uygun kullanılmadığı için dondurulması gerektiğini, Adalet Bakanlığı ne zaman ki Avrupa Birliğinin belirlenmiş kriterlerine uyarsa o zaman bu payların kendilerine tekrar verilmesi gerektiğini söylüyoruz. Sadece bir örnek verdim bir duruma açıklık getirmek için.
Teknik olarak bütçeye baktığımız zaman, aslında Sayıştay raporları var, birçok şeyi gösteriyor. Şu kadarını söyleyeyim -tek bir örnekle bunu geçmek istiyorum çünkü daha genel, daha siyasi bir çerçevede bir bütçe tartışması yapmak istiyorum- Sayıştay raporlarına göre, her yıl, eski parayla trilyonlarca lira, hiç işi gücü olmayan, dışarıda herhangi bir görevi olmayan bazı çalışanlara, Dışişleri Bakanlığının çalışanlarına veriliyor. Bu, Sayıştay raporlarında mevcut, 2013, 2014, 2015 yıllarında bunu ifade etmişler. Yani öyle görünüyor ki halkın parası bazı çalışanlara tatil veyahut da ekonomik kazanç olarak veriliyor. Bu arkadaşlar dışarıya gidiyorlar, tatil yapıyorlar halkın parasıyla, üstüne üstlük bir de yolluk alıyorlar, masraf alıyorlar bunun için. Halkın parası bu en nihayetinde, vergiyle elde edilmiş bir meblağdan bahsediyoruz. Dolayısıyla, devletin parası değil bu. Devletin parası olmaz zaten, saçma sapan bir şeydir; halkın parasıdır, halkın parasını devlet birtakım kurallar çerçevesinde harcamak durumundadır.
2015 yılında, takribi olarak 2 milyar lira eski parayla 2 katrilyon; 2016 yılında 600 milyon bir ek bütçe alınmış, 2 milyar 687 milyonluk bir bütçeyle çalışmış Dışişleri Bakanlığımız. 2017 yılında bu bütçeye bir 300 trilyon daha eklenmiş. Şimdi, bizce yetmez diyoruz. Yani bu, eski parayla 3 katrilyon, yeni parayla 3 milyar, gerçekten, bakın, Sayın Bakanımız burada, kendilerine yetmez diyoruz. 3 milyar çok düşük bir paradır. Belki 30 milyar verseniz, 30 milyar, eski parayla 30 katrilyon, Türkiye'nin dışarıda sarsılan imajını, prestijini düzeltmek için kısmi bir fayda sağlayabilir. Bunu niye söylüyoruz değerli arkadaşlar? Bütçeyi Dışişleri Bakanlığına verdiğiniz zaman şunu da sormak lazım: Türkiye'nin dışişleri politikası gerçekten nedir? Belli bir stratejisi var mıdır?
Evet, çok ciddiye almıyor Hanımefendi beni ama...
GÖKCEN ÖZDOĞAN ENÇ (Antalya) - Alıyorum, estağfurullah.
HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Şu an için Türkiye'nin şöyle bir sıkıntısı var: Biliyorsunuz, Sayın Ahmet Davutoğlu gitti, dört beş yıl uygulanan dışişleri politikalarının hepsinin faturası Sayın Davutoğlu'na kesildi. Şimdi herkes, işte, "Sayın Davutoğlu doktrinerdi, katıydı, ideolojikti. Dolayısıyla, Binali Bey'le birlikte, biz daha pragmatist, daha enstrümantal bir şekilde, daha realist bir şekilde dış politikamızı düzenliyoruz." Günah keçisi belli, Sayın Davutoğlu gitti oradan. Fakat Binali Bey geldikten sonra, evet, birtakım taktik ittifakların geliştiğini de görüyoruz. Özellikle, kendisinden daha önce başlamıştı ama kendisi döneminde vücut bulan İsrail'le ilişkiler ve Rusya'yla ilişkiler, bu iki konuda birtakım yumuşamaların olduğunu, birtakım ittifakların kurulduğunu biz gözlemleyebiliyoruz. Yalnız, burada belli, planlı bir konsept dâhilinde bu dış politikalar uygulanmıyor, daha çok ideolojik bir noktadan pragmatik bir noktaya savrulan ve can havliyle bölgede ve dışarıdaki izolasyonunu kırmak için ilişki kurmaya çalışan, ittifak kurmaya çalışan bir dış politika görüyoruz. Bizim temel eleştirimiz şudur, biz diyoruz ki: Yanlış bir stratejiniz olursa birtakım taktiklerle siz sonuca gidemezsiniz. O yanlış stratejileri de birazdan detaylı bir şekilde vereceğim. Mevcut durumda, bölgede ve dışarıda önemli oranda izole olmuş, Avrupa Birliğiyle ilişkileri kriz durumuna girmiş, bölgesel gelişmelere kesinlikle yön veremeyen ama bölgesel gelişmelerin etkisinde kalan, uzun erimli bir stratejisi olmayan, iç çelişkilerle dolu, neredeyse herkesle çatışmalı, belki burada İsrail ve Rusya'yı kısmi parantez içine almak mümkün, ötesi tuhaf, böyle neoemperyal, neoosmanlıcı birtakım argümanlarla bezenmiş -son dönemdeki bu Lozan tartışmalarına referans veriyorum burada- büyük bir bölgesel, küresel türbülans içerisinde sağa sola savrulan, sağa sola çarpan bir dış politika makinesiyle karşı karşıyayız.
Arkadaşlar, biraz daha detayına girmeden şu konuda da bir şey söyleyeyim: Bu son dönemlerde özellikle yeni Osmanlıcılık yeniden böyle bir hortlamaya başladı. Ya, bu da bir şey olabilir yani daha önce, biliyorsunuz, "stratejik derinlik" olarak kavramsallaştırılmıştı, "Türkiye'nin tarihsel anlamda mirasının olduğu Orta Doğu coğrafyasına şöyle daha yaygın, daha geniş bir şekilde girelim, ilişkilerimizi kullanalım, ticaretimizi artıralım, kültürel ilişkilerimizi artıralım." gibi bir çerçevede bir dış politika düşünülüyor. Fakat arkadaşlar, yeni Osmanlıcılık yapacaksanız onu da bari tutarlı bir şekilde yapmak lazım. Şöyle ki: Yeni Osmanlıcılık yapıyorsanız, bunu ırkçı, milliyetçi birtakım saiklerle yapamazsınız. Osmanlıcılık farklı bir tahayyüldür, millet üzerinden işlemez. Osmanlıcılık üzerinden işler ve onun içerisinde Kürtlerin de... O Osmanlıcılık tahayyülü içerisinde aslında en önemli olan Kürtlerin durumudur biliyorsunuz. Eğer Osmanlıcılık yapacaksanız Kürtlerle şu an Suriye'de ve Türkiye'de ilişkilendiğiniz gibi ilişkilenmememiz gerekiyor, hem mekânsal olarak hem de tarihsel bağları itibarıyla Kürtlerle daha dostane, daha yapıcı ilişkiler kurulması gerekiyor. Demek istediğim, bu yeni Osmanlıcılığı bile son derece katı, milliyetçi birtakım saiklerle yapıyorsunuz hem anakronik oluyor hem de çok gerçekçi olmuyor.
Değerli arkadaşlar, Sayın Cumhurbaşkanı, zaten dış politikaya kendisi yön veriyor. Şahsınızla kesinlikle ilgili bir durum değil ama belli ki bu dış ilişkilere dair bütün bu politikalar, tabii ki Bakanlığın fikri alınarak ama bizim görebildiğimiz kadarıyla daha başka yerlerde dizayn ediliyor. Şimdi, biliyorsunuz Sayın Cumhurbaşkanının bugünlerde popüler olan bir söylemi var, neredeyse her yaptığı konuşmada -muhtarlarla olur, başkalarıyla olur- seçim meydanlarındaki gibi "Biz Hans'ın ve George'un ne dediğine bakmayız." diyor. Yerli ve millî dış politika olarak bunu insanların önüne koyuyor. Değerli arkadaşlar, bu tür söylemler biraz toplumun gazını alma, topluma biraz gaz verme gibi bir işlev görebilir ama bunun, Sayın Bakanım çok iyi bilir ki gerçeklikle uzaktan yakından bir alakası yoktur. Hans'ın da George'un da ne dediğine bakacaksınız. Daha önceki on yıllarda olduğu gibi bakmak durumundasınız. Bu bir tercih meselesi filan değil, Türkiye'nin siyaseti, ekonomisi, önemli oranda, özellikle küreselleşmeyle birlikte entegre olmuş durumda. Türkiye'nin yaptığı ihracatın yarısı Avrupa'ya gidiyor. Avrupa'dan Türkiye'ye gelen direkt yabancı sermaye yatırım, Türkiye'deki yatırımların yüzde 70-75'ini oluşturuyor. Ciddi anlamda entegre olmuş, Hans'larla ve George'larla entegre olmuş bir siyasal, kültürel ve ekonomik yapıdan bahsediyoruz yani bağırıp çağırarak, "Hans'a, George'a biz prim vermeyiz." diyerek dış politika yapılmıyor; niye? Çünkü, Hans ile George kızdığı zaman, bakın, dolar ve euro yükseliyor, görüyorsunuz. Bunun faturasını kim çekiyor, kim ödüyor bunun faturasını? İşte, mesela, demiri dolarla almak zorunda olan inşaatçı çekiyor; mesela, turizm sektörü; mesela, ihracata yönelik olarak üretim yapan tarım sektörü, sanayiciler, herkes bir şekilde, bu, Sayın Cumhurbaşkanının Hans'larla ve George'larla yaşadığı sıkıntıların faturasını ödemek zorunda kalıyor. Öyle babalanmalarla, bağırmalarla çağırmalarla gitmiyor. Dolayısıyla, biz şunu da söylemiyoruz tabii ki, onun da altını çizelim: Gidip Hans'lara, George'lara teslim olma... Onların tabiriyle söylüyorum; çok doğru da değildir, aslında çok da yabancı düşmanlığı içeren bir kavramdır bu, onu da çok doğru bulmuyoruz. E, tabii ki onlarla oturacaksınız çünkü Hans'ı, George'u... Hans genelde Almanları, George genelde İngiliz, Amerikalıları temsilen kullanılan bir isim. E, gidip İgor'la, Moşe'yle yapıyorsunuz mesela; yani Rusya'yla, yani İsrail'le pekâlâ güzel güzel iş tutabiliyorsunuz yani Hans ile George'un günahı ne? E, on yıl, 2002'den sonra AKP'ye en fazla desteği vermiş çevreler bunlar ama ne olmuş? On-on beş yıl içerisinde kendilerine verilen kredi tüketilmiş. Mevcut durumda, son dönemde Avrupa Parlamentosunun aldığı kararla birlikte, bir şekilde Türkiye'yi içine sindiren, Türkiye'yi isteyen Batılıların sayısı neredeyse yüzde 10'ların, yüzde 5'lerin altına düşmüş. Tam anlamıyla Batı'yla olan ilişkilerde bir iflasın dışa vurumudur bu.
Değerli arkadaşlar, biliyorsunuz, Avrupa Parlamentosunun bir kararı oldu Türkiye'yle müzakerelerin geçici olarak dondurulmasına yönelik. Daha önce bu kürsüde söyledik. Hükûmet, tabii ki bunun sembolik bir karar olduğu, bağlayıcı olmadığı konusunda bir argüman üretiyor, yalnız şunu da biliyoruz: Evet, bu bir öneridir. Bu Aralığın 15-16'sında liderler toplantısında bu konu gündeme gelecek. Bizim de öngörebildiğimiz, büyük bir ihtimalle, özellikle mülteci krizi ve birtakım ekonomik kaygılar yüzünden Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin dondurulması çok gerçekçi görünmüyor yani kimse çok fazla öyle bir beklenti içerisinde değil. Artı, bir de Kıbrıs meselesi var. Türkiye ile AB ilişkileri donarsa, belki, Hükûmetin hani kısmen adım atmaya çalıştığı Kıbrıs meselesinin çözümü konusunda da ciddi bir krizle karşı karşıya kalacağız.
Mesele burada, Avrupa Birliğiyle ilişkilerin formel bir şekilde askıya alınması meselesi değil arkadaşlar, Avrupa'yla, Batı'yla gerilen bu ilişkilerin Türkiye'deki toplumsal, siyasal, ekonomik, istikrar üzerindeki olumsuz etkileridir ve biz bunları iliklerimize kadar hissediyoruz. Bugün bir haber geldi, Avrupa Yargı Konseyleri Ağı kendisine üye olan, daha doğrusu gözlemci statüsünde bulunan Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu gözlemci sıfatından çıkarmış. Bir işarettir, sadece bir işarettir. Gerekçe: Yargı kurumları Türkiye'de bağımsız değil. Ya, buraya normalde Avrupa Birliğine üye olan ülkelerin tabii hâkim, savcı yüksek kurulları giriyor; üyelik aşamasında olanlar ise yani o süreçte olanlar, giriş sürecinde olanlar ise gözlemci statüsüyle orada bulunuyorlar. Bunu yedik yani Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu artık o gözlemci statüsünü kaybetmiş durumda. Daha önce -biliyorsunuz- askerî ambargolar geldi, Avusturya'dan, yine Almanya'dan bazı şirketlerden askerî ambargoların geldiğini görüyoruz. Bunun dışında, ismi konulmamış olsa da Türkiye'ye yönelik ekonomik birtakım yaptırımların zaten işlediğini, birkaç aydır işlediğini pratik etkileri itibarıyla da biz görüyoruz.
Şimdi, biraz toparlamaya çalışayım, dört dakikam kaldı. Şimdi, bizim şöyle bir önerimiz var, biraz latifeyle karışık ama biraz da gerçek, biz diyoruz ki değerli arkadaşlar: Dışarıda, özellikle Avrupa'da, Batı'da dış politikanın içerisine girdiği krizin temel sebebi içte yaşanan sorunlardır, özellikle de İçişleri Bakanı Sayın Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Sayın Bekir Bozdağ'ın yaptığı yanlış uygulamalardır.
Şimdi, İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı ortalığı toz dumana katmış, binlerce, yüz binlerce insanı işten çıkarmış. Bizim eş başkanlar ve vekillerimizi hapse atmış, belediye başkanlarımızı hapse atmış. Sayısız gazeteci, akademisyen içeride, yargı kurumunu temsil eden birçok kesim içeride, şu an cezaevinde. 75 yaşındaki Ahmet Türk'ü -kalbinde pili var- "terörist" diye götürüp içeri atmışlar.
Sayın grup başkan vekilleri, AK PARTİ'li arkadaşlar; İdris Bey'i de müebbetle yargılıyorlar, siz birlikte çalıştınız burada kendisiyle. Bütün bunlar oluyor. Yani, Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı yaptığı uygulamalarla Türkiye'nin imajını dışarıda yerle bir ediyor, sonra da Dışişleri Bakanımız Sayın Mevlüt Bey'e diyorlar ki: "Ya, Mevlüt Bey, gidin dışarıda hadi bizim imajımızı toparlayın."
Şimdi, Mevlüt Bey ne yapsın? Çalışıyor vallahi, biz görüyoruz. Ben de o alandayım, dış ilişkilerden sorumluyum; gece gündüz Mevlüt Bey çalışıyor ama dışarıda Hükûmetin argümanlarına zerre kadar prim vermiyorlar ve hiç kimse inanmıyor.
Bakın, parlamentolar üzerinden yapılan bu ziyaretlerde, darbeyi anlatma ziyaretlerinde bütün arkadaşların hâli, pozisyonu şuydu -siz de gidip gördünüz, değil mi Öztürk Bey?- diyorlar ki: "Ya, biz dünyaya anlatıyoruz, hiç kimse bize inanmıyor." Size inanmaları için bir sebep söyleyin. Darbeyle mücadele ediyoruz diyorsunuz, Ahmet Türk'ü içeri atıyorsunuz. Darbeyle mücadele ediyoruz diyorsunuz, 12 yaşında 13 devlet kurşunuyla öldürülen Uğur Kaymaz'ın annesini bir kanun hükmünde kararnameyle işten çıkarıyorsunuz. Darbeyle mücadele, terörle mücadele ediyoruz diyorsunuz, Zarok TV'yi, Kürtçe birtakım çizgi filmleri çevirip yayınlayan böyle bir televizyon kanalını kapatıyorsunuz. Darbeyle mücadele yapıyoruz diyorsunuz... Yaptıklarınızın haddi hesabı yok ki, hangi birisini söyleyeyim?
Belediye başkanlarını hapse atıp yerlerine kayyum atıyorsunuz, sonra da "Hendekler vardı." diyorsunuz. Sayın Bakan, Dersim'de hendek mi vardı ya? Ağrı'da hendek mi vardı? Erzurum'da hendek mi vardı?
Yani, böyle "Biz terörle, darbeyle mücadele ediyoruz." söylemi içerisinde geniş bir alan yaratmışsınız ve darbe girişiminden sonraki durumu da bir fırsat olarak değerlendirip Türkiye'deki bütün muhalif sesleri susturmaya yönelik birtakım uygulamalar yapıyorsunuz. Mevlüt Bey bunların hangi birisini dışarıda temizlesin? Yani işi zor, gerçekten öyle düşünüyorum. Yani gidip kime anlatacak? Mesela her gün burada Cumhurbaşkanı bas bas bağırıyor "İdam cezasını istiyorum." diye. Biz, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi toplantısındaydık, Mevlüt Bey idam cezasının nasıl doğru olmadığını anlatmaya çalışıyordu, en azından şahsi görüşü olarak.
MUSA ÇAM (İzmir) - Mevlüt Bey de idama karşı zaten.
HİŞYAR ÖZSOY (Devamla) - Arkadaşlar, dış politika böyle yapılmaz. Bağırarak, çağırarak dış politika yapılmaz. Biz şunu söylemek istiyoruz: Eğer siz, dış politikadaki bu içine girilmiş sıkıntılı durumu aşmak istiyorsanız, ekonomiyi biraz istikrarlı hâle getirmek istiyorsanız çok kolay, biz reçete veriyoruz: Vekillerimiz, eş başkanlarımız, belediye başkanlarımız tutuklu, akademisyenler, gazeteciler, sivil toplum temsilcileri, bunları bırakın, hukukun üstünlüğünü tesis edin, devletin yönetiminde şu an benim çete olarak gördüğüm pratiklere bir son verin içeride; dışarıda 3-5 katrilyon harcamanıza hiç gerek yok, son derece rahat bir şekilde, siz dışarıda çok kolay bir şekilde toparlarsınız değerli arkadaşlar.
Hepinize teşekkür ediyorum, saygılarımı sunuyorum. (HDP sıralarından alkışlar)
BAŞKAN - Teşekkür ederiz Sayın Özsoy.