GENEL KURUL KONUŞMASI
Konu: 2017 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Tasarısı ile 2015 Yılı Merkezi Yönetim Kesin Hesabı 2'nci Tur görüşmeleri münasebetiyle
Yasama Yılı:2
Birleşim:33
Tarih:07.12.2016

MHP GRUBU ADINA KAMİL AYDIN (Erzurum) - Saygıdeğer Başkan, değerli milletvekilleri; Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu bütçeleriyle ilgili Milliyetçi Hareket Partisi adına söz almış bulunmaktayım. Hepinizi en içten saygılarımla selamlıyorum. Fakat asıl konuya geçmeden önce bir iki noktaya değinmek istiyorum.

Çok kıymetli milletvekilleri, ilim ile siyaset arasındaki ilişki -sağlıkçı kardeşlerimiz çok iyi bilir, aramızda doktor olanlar var- kan grupları arasındaki ilişkiye benzer biraz. Yani AB grubunun diğer kan gruplarından aldığı gibi, siyaset de diğer bilim dallarından epeyce faydalanır. Yani bilim ile siyaset arasında şöyle bir ilişki vardır: Bilim özgün, tarafsız, bağımsız, aşırı çaba ve emeği gerektiren bir üretimdir; bilgi budur, bilim budur. Siyaset bilgiden faydalanır, bilimden faydalanır ve etkilenir. Fakat bilgi ya da bilim ya da bilim adamı ideolojinin emrine girerse, siyasetin körü körüne isteklerine tutsak olursa buradan doğru bir sonuç çıkmaz.

Öte yandan, çok güzel bir özdeyişimiz vardır: "İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır." Gerçekten, insanların konuşa konuşa anlaşmasını sağlayan yegâne ortak değer dildir. Dolayısıyla siyasileri de, bizi de burada, şu yüce Meclis çatısı altında bir araya getiren yine ortak dildir. Nedir ortak dilimiz? Siyasettir, siyasi dildir. Bakın, düşüncelerimiz birbirinden farklı olabilir ama çok net bir şekilde söylüyorum, Türkiye'nin farklı illerinden, coğrafyalarından, belki yerel kimlik ve kültürlerinden gelen bir çeşni burada ve ortak bir dili kullanmaya çalışıyoruz, birbirimizi anlamaya çalışıyoruz. Bunun adı da ne? Siyaset. İşte dil de böyle bir şey.

Dolayısıyla, bırakın sosyolog ya da filolog olmayı, birazcık ilim, irfan, feraset sahibi olmak bile, gerçekten, bir ailenin nasıl meydana geldiğini bilmemize yeter. Bir aileden bir oymağa, bir boya, bir etnisiteye, bir halka, halklara, oradan da millete dönüşmenin nasıl tekâmül ettiğini bilir. Biliriz, bu doğal bir şeydir çünkü yaşayarak öğrendiğimiz şeylerden bir tanesi. Dolayısıyla, diğer bir ifadeyle, çokluğun ve dağınıklığın birliğe doğru, ortaklığa doğru gidişinin adıdır milletleşme süreci, uluslaşma süreci ama maalesef, niyeyse, sabahtan beri bazı konuşmacılar bu ulus devlete çok takıntılılar.

Ulus devlet nedir? Şu anda, sıkıştığımız zaman AB ülkelerinden örnekler veriyoruz, ABD'yi örnek veriyoruz. Arkadaşlar, değerli milletvekilleri; Bu saydığımız ülkeler ulus devlet süreçlerini tamamlamış ülkeler. Hatta ulus devletten öteye geçmiş, uluslararası bir yapı, üstyapı olan, işte Avrupa Birliği gibi yapılara doğru gitmektedirler. Ama niyeyse, biz henüz bu süreci apalamaya çalışarak tamamlamak üzereyken ille de sanki, böyle, çok demode, çok eski, çok istenmeyen bir yapıymış gibi söz ediliyor.

Arkadaşlar, işte, ulus devletin bir kazanımı olan yüce Meclisin çatısı altında hep beraber siyaset yapmaya çalışıyoruz. Amacımız ne? Bu ulusa, bu ulusun değerli fertlerine hizmet etmek. Dolayısıyla, bunu söylerken sakın ola ki şöyle bir yanlış algıya mahal vermeyelim: Efendim, bunu söylerken yerel zenginliklerimizin, yerel kimliklerimizin, yerel dillerimizin, lehçelerimizin varlığını inkâr etmek gibi bir durum yok. Bakın, onların birlikteliğiyle ortaya çıkmış bir yapıdan bahsediyoruz.

ABD çok bilinen bir örnek, herkes bir şekilde vâkıf olduğu, herkesin bilgisi dâhilinde olduğu için söyleyeceğim: Amerika Birleşik Devletleri'nin New Mexico eyaletinin Albuquerque diye bir kenti var. Orada özellikle, Kızılderili farklı grupların bir arada yaşadığını görürsünüz. Bunlardan birkaç tane örnek vereyim isterseniz: Çerokiler var, Şayenler var, Komançiler var, hatta Lagunalar var, onların dışında bir de "Hispanic" dediğimiz, Meksika kökenli, Chicanolar var.

Şimdi, biz, farklı kabilelerle bir araya gelmiş bir toplulukla, Türk heyeti olarak bir toplantı yaptık. İnanın, orada hepimiz, bakın, kendi içerisinde farklı kabilelerin temsilcileri olmasına rağmen ve biz de Türkiye'den giden bir heyet olmamıza rağmen, ortak dil olarak İngilizceyi kullanarak anlaşmaya çalıştık. Bunu kendileri de çok net bir şekilde ifade ettiler, "Bizim yerel dillerimiz farklı ama burada kendi aramızda da anlaşmamız için mutlaka ortak dil olan İngilizceyi kullanmak zorundayız."

Şimdi, bunu diğer bir örnekle belirtmek isterim: Arkadaşlık ediyoruz, dostluklar kuruyoruz, işte, heyetlerimiz yurt dışına gidiyor. Nasıl yapıyoruz? Amacınız ne olursa olsun, eğitim öğretimden siyasi amaca, siyasi amaçtan bürokratik bir işlemin yerine getirilmesi olsun, yurt dışı seyahatlerimizde ne yaparız? Heyetlerle ya da bağlı bulunduğumuz eğitim kurumunda, oradaki öğrencilerle iletişim kurmak için ortak dili kullanırız. Bunda garipsenecek, bunda küçümsenecek, bunda yanlış anlaşılacak bir şey yok. İşte, o ortak dil sayesinde, aslında, ilahi bir emir gereği tanışıp arkadaş oluyoruz yani bir İtalyan, bir Fransız, bir İngiliz, bir Yunanlı öğrenciyle arkadaş oluyoruz. Nasıl oluyoruz? O ortak dili kullanarak oluyoruz. Dolayısıyla, bu ortak bir dilin varlığı birliğin, vahdetin ifadesi değil de sanki dayatmanın, tekliğin, ayrıştırmanın bir ifadesiymiş gibi söyleniyor. Aksine, tam tersine, bunun aksini iddia etmek, bir ortak dil değil, onlarca ortak dil hezeyanlarına kapılmak, gerçekten birliği bozan, tekrar tarihi geriye sardırmayı gerektiren bir durumdur. Bu da nasıl mümkündür? İşte, bilim kurgu romanlarında olduğu gibi zaman makinesine biner, yüz yıl, iki yüz yıl, beş yüz yıl geriye gidersiniz ama bu realitede mümkün değildir.

Değerli milletvekilleri, dolayısıyla Milliyetçi Hareket Partisi, gerçekten, evet, ilmini irfanını AR-GE'ye aktararak, enine boyuna düşünerek birtakım sloganları üretmiştir. Bunları hafife almanın da anlamı yoktur. Yani biz, Türk-Kürt kardeşliğine, gerçekten, bin yıllık bir geçmişten feyzalarak inanmış bir hareketiz. Dolayısıyla, ilmimize irfanımıza uygun bir şekilde tam söyleyeceğiz, orijinalinde olduğu gibi: Evet, Türk Kürt kardeştir ama PKK kalleştir diyoruz biz. Biz, bunu net bir şekilde söylüyoruz. Hata mı ediyoruz? İdeolojinin eksenine girmek miydi yoksa tam tersine, bilgiyi, irfanı, ilmi siyasete yön verme adına kullanmak mıydı? Bunu özellikle düşünmenizi takdire bırakıyorum.

Saygıdeğer milletvekilleri, 12 Eylül sonrası yapılan bir kanuni düzenlemeyle Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının yanına "Atatürk Araştırma Merkezi" ve "Atatürk Kültür Merkezi" isimli 2 kurum daha eklenmiş, böylece Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumunun bünyesi bu 4 yapıdan oluşturulmuştur. Dolayısıyla, Tarih ve Dil Kurumlarının yaptığı işler diğer kurumlara bölüştürülmüş ancak 2 ana kurum eski faaliyetlerine de devam etmiştir.

Türk Tarih Kurumu, 2876 sayılı Kanun'da da belirtildiği üzere 1931 yılındaki kuruluş gayesi olan Türk ve Türkiye tarihini, bunlarla ilgili konuları, Türklerin medeniyete hizmetlerini ilmî yoldan incelemek, araştırmak, tanıtmak, yaymak ve yayınlar yapmak, ayrıca bunlara dayanarak da Türk tarihini ve Türkiye tarihini yazma konusunda çalışmalarını günümüze kadar sürdürmüştür. Türk Dil Kurumu ise kısaca Türk dili üzerine araştırmalar yapmak, yaptırmak ve Türk dilinin güncel sorunlarıyla ilgilenerek çözüm yolları bulmakla yükümlüdür.

Öte yandan, her 2 kurumun görev, yetki ve sorumluluklarıyla ilgili kısa ve veciz bir çerçeve çizen Mustafa Kemal Atatürk 1 Kasım 1936 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinde şöyle ifadelerde bulunmuştur: "Bu 2 ulusal kurumun tarihimizin ve dilimizin karanlıklar içinde unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründe başlangıcı temsil ettiklerini kabul edilebilir bilimsel belgelerle ortaya koydukça yalnız Türk ulusunun değil, bütün bilim dünyasının ilgisini ve uyanmasını sağlayan kutsal bir görev yapmakta olduklarını güvenle söyleyebilirim."

Sayın milletvekilleri, 1982 sonrası resmî devlet kurumu hâline gelen Türk Tarih Kurumu, zaman zaman yönetimlerin bireysel gayretleriyle bazı atılımlar yapılmışsa da kendinden beklenen akademik faaliyetleri bir türlü yerine getirememiştir, sahip olduğu kaynaklarını beklenildiği kadar bilimsel etkinliklere yöneltememiştir. Bunun en büyük sebebi her türlü özgür ve akademik bir yapıya sahip olmamasındandır. Türk Tarih Kurumu, mevcut kanun ve yönetmelikleri çerçevesinde ancak sempozyum, kongre ve çeşitli toplantılar yapmakta, bu tür etkinlikleri desteklemekte, çeşitli yayınlar yapmakta, burslar ve projeler verebilmektedir. Atatürk'ten kalan mirasa rağmen, dış destekle bir kısım masalar oluşturulmuş, kısıtlı imkân ve mevzuat yüzünden akademik yapı maalesef güçlendirilememiştir. Yine, bu mevzuat yüzünden kurum, Türkiye'de bir benzeri olmayan matbaasını kapatmak ve elden çıkarmak zorunda kalmıştır. Böylece, başta Tarih Kurumu olmak üzere diğer kurumlar bastıkları eseri, diğer matbaalara ihale etmek zorunda kalmışlardır. Bu durum da eser maliyetlerine ve baskı kalitelerine olumsuz şekilde yansımıştır maalesef. Mevcut mevzuatı düzelterek kuruma işlerlik kazandırmak amacıyla yapılan görüşmeler maalesef, istenen neticeyi vermemiştir. Kurumları akademik açıdan özgür kılmak, rahat hareket etmesini sağlamak ve bir anlamda TÜBİTAK gibi bir yapıya büründürmek çabaları başarısız olmuştur.

Sayın milletvekilleri, geçen gün, bütçe açılış konuşmalarında Sayın Maliye Bakanı şöyle bir cümleyle söze başladı: "Efendim, bütçeden en büyük payı eğitime ayırdık." Şimdi, eğitim deyince sadece, sanki Millî Eğitim Bakanlığına bağlı kurumlarda ya da okullarda yapılan faaliyetleri ima ediyoruz. Hâlbuki, eğitim artık -inanın Avrupa Birliği bünyesinde de bunlar projelendirildi, isimlendirildi- doğuştan, beşikten mezara olan bir etkinliğin adı. Dolayısıyla, bunu sadece Millî Eğitim Bakanlığına endekslemek bana göre eğitime haksızlıktır. Aynen, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi birçok kurumun bağlı olduğu bakanlıklar da aynı zamanda eğitim faaliyetinde bulunur. Dolayısıyla, bu anlamda bir kısıtlamaya gitmek, sadece Millî Eğitim Bakanlığı eksenli düşünmek haksızdır diye düşünüyorum. Fakat, ilgili bakanın tutanak altına alınmış ifadelerinden anlaşıldığı gibi, Türk Tarih Kurumunda bilgi üretilmesini teşvik etmek amacıyla 2016 yılındaki yükseklisans ve doktora öğrenci sayısını, burs sayısını söylesem, inanın hakikaten "Yazıklar olsun." deriz. Çok cüzi, bir elin parmakları kadar kadrolarla biz bu kadar ciddi, bu kadar önemle kurulmuş bir kurumun akademik boyutunu kalkındırmaya çalışıyoruz.

Öte yandan, bütçe rakamları da mukayeseli olarak elimize geçmiştir. Sayın Maliye Bakanına ve cumhuriyetin, Türklüğün göz bebeği kurumlarımızın bağlı olduğu bakana sormak gerekir: Bir taraftan tanıtım ve kutlama adına boşa harcanan milyonlar, zaman zaman, bunları gündeme getirdiğimiz zaman büyük devlet olduğumuzu hatırlıyoruz. Biz büyüğüz, onun için her şeyi büyük yapmalıyız, uçak filomuz da büyük olmalı, değil mi? Saraylarımız da, bakanlıklarımız da, yollarımız da, altgeçitlerimiz de büyük olmalı. Ne olacak? İşte, Boğaz'dan bir taraftan bir tarafa geçeceğiz ama kuşaktan kuşağa geçireceğimiz, nesilden nesle geçireceğimiz bilgi aktarımı noktasında aynı hassasiyeti maalesef göstermiyoruz.

Efendim, rakamlar çok açık. 2016'da Türk Dil Kurumuna 15 milyon 239 bin ve Türk Tarih Kurumuna ise 10 milyon 233 bin TL bütçe sağlanmış; 2017'de de yani bunun fitresi gibi, zekâtı gibi birazcık ilave edilmiş; rakamlar bu. Şimdi, bu rakamlarla bakıyoruz -gerçekten, öz ülküsüne bakıyoruz, faaliyet durumuna bakıyoruz, vizyonuna bakıyoruz- çok ciddi, anlamlı 2 kurum ama bu parayla ne yapacak? Fakat, daha ilginci, bir şey üretilememiş diyemeyiz çünkü gerçekten, bu işte bireysel fedakârlığını ortaya koyan, ilme olan saygısı, irfana ve milletine olan görev ve sorumluluğundan dolayı çok güzel çalışmalar yapan arkadaşlarımız var fakat yine de bakıyoruz ki bu bütçe kısıtlı olmasına rağmen, harcama noktasında da 2015'te sadece yüzde 55'i harcanmış, 2016'da ise yüzde 65'i harcanmış yani harcama mecali de kalmamış. O zaman, böyle bir kurumun çok aktif, çok faal, çok bekleneni ya da vizyonda yazdığı şeyleri ifa ettiği söylenebilir mi? Çok zor. Dolayısıyla, böyle bir tablo karşısında Batı'nın yüzlerce kitapla, belgeselle, tabloyla, tezle, araştırmayla ortaya koyduğu dilimizle, tarihimizle, kültürümüzle ilgili eserler olmasına rağmen, kendimize özgün üretim uluslararası otorite sahibi benzeri eserlerin varlığından söz etmek biraz zor. Niye? Çünkü, bizler, Büyük Hun Devleti'nin Türk Hakanı Attila'nın Kavimler Göçü'ne neden olan güçlü bir lider ve aynı zamanda Roma'ya yönelimiyle "Tanrı'nın kırbacı" sıfatını almasını ancak Batılı kaynaklardan öğrendik maalesef. Yine, benzer hatalardan dolayı Latin Amerika'da bile sözde Ermeni soykırım tasarılarının geçtiğine tanıklık ettik. Bu da yetmezmiş gibi, AB ülkelerinde "Böyle bir soykırım olmadı." deyip bilimsel belgelerini ortaya koymanın dahi suç olduğuna tanıklık ettik biz.

Değerli milletvekilleri, "Kökü mazide olan atiyiz." veciz sözünden hareketle, geçmişten bağını koparan ulusların geleceklerini riske attığını çok açık bir şekilde söyleyebiliriz. Öte yandan, Gaspıralı'nın belirttiği gibi, dilde, fikirde ve işte birlik için bu hassasiyeti önemle dikkate almak zorundayız. Diğer bir ifadeyle, elimizde büyük bir Osmanlı bakiyesi var. Yani, bunun rakamsal karşılığını biliyorsunuz, 24 milyon metrekarelik bir coğrafyadan 30 katı daha küçük bir coğrafyaya hapsedilmiş bulunmaktayız ama bu, bize bir sorumluluk da veriyor aynı zamanda. O Osmanlı bakiyesi coğrafyasındaki yaşanan her türlü değerin, kültürün, medeniyet unsurlarının bir şekilde araştırılıp, incelenip ortaya konulması da gerekir. Bunun da yine, bizim bu çok önemsediğimiz, vizyonuyla çok önemli bir yere koyduğumuz kurumlar tarafından yapılması gerekir. Dolayısıyla, bugün, Osmanlı'nın Orta Doğu'da, Balkanlarda ve Afrika'da hüküm sürdüğü bölgelerde cetvellerle çizilen devletlerin ve toplumların sahip oldukları değerler, bilgi ve belgeler arşivlerimizde bulunmaktadır. Bu nedenle, bunların tasnif edilmesi ve kamuoyuyla paylaşılması bize yani söz ettiğim ilgili kurumlarımıza düşmektedir.

Bugün, ilme, irfana ve Türk kültürel ve tarihî mirasına olan saygılarından dolayı Türk dili, kültürü ve tarihi noktasında büyük akademik başarılar sağlayan çok değerli Türk bilim adamlarımız da bulunmaktadır ama maalesef bunlara ne kurumsal bir sahiplenmede bulunup yetki veriliyor ne de çabalarına, projelerine ve araştırmalarına yönelik iyileştirmeler ya da katkılar sağlanıyor. Hâlbuki, Türkiye 1914 yılında, savaş hâlindeyken bile ilme, irfana, Türk kültürüne değer veren bir olaya, bir yapıya tanıklık etmektedir.

Burada kısa bir anekdotu paylaşmak istiyorum: Efendim, Kâşgarlı Mahmut'un "Divanü Lûgat-it-Türk" diye bir yapıtı var, bin yıllık bir eser. Türk'ün çok net bir şekilde, efendim, dilini, kültürünü, duruşunu ifade eden bir yapıt. Ama, inanın, 1914 yılına kadar varlığını bildiğimiz ama nüshasının elimizde olmadığı bir yapıttan bahsediyorum; Divanü Lûgat-it-Türk. Ne zaman? 1914'te elimize geçiyor.

Öyküyü biliyorsunuz, değil mi? Ama kısaca ben bir tekrarlamak istiyorum, çok ilginç bir öyküsü var: Efendim, 1914 yılına kadar varlığı bilinmesine karşın tek bir nüshasına rastlanmayan kitap, eski Maliye Bakanlarından Nazif Bey'in kitaplığında bulunmaktadır. Nazif Bey kitabın değerini ve önemini bildiği için özenle saklayıp daha sonra -savaş hâli- bir akrabasına, bir hanımefendiye emanet eder, der ki: "Bu kitap çok değerli. Koruyasın ama maddi bir sıkıntı yaşarsan, gün olur ekmeğe muhtaç olacak duruma gelirsen -savaş hâli- bu kitabı sahafa götür, sat ama bunun gerçek değeri 30 altın lira eder, sakın aşağıya verme çünkü çok değerli. Aç kalmak durumunda olursan böyle yap." Gerçekten, bu durum gerçekleşiyor, hanımefendi zor durumda kalıyor, sahafa götürüyor. Sahaf Burhan Bey diyor ki: "Gerçekten ben bunu satayım ama 30 altın lirayı kim verecek buna?" İlgili resmî yetkiliye, nazıra gönderiyor, o da Emrullah Efendi'ye "Yani, şunun bir bilimsel değerine bak -ne kadar eder gibi- alalım biz bunu, kütüphanemize koyalım." diyor. Heyetler toplanıyor Emrullah Efendi Başkanlığında, 10 altın kıymet biçiliyor, kadın vermiyor. Ertesi günü, Ali Emîrî diye bir Türk düşünürü, Diyarbakır'ın yetiştirdiği büyük insan, büyük ilim, irfan sahibi bilim adamı bir büyüğümüz, bir hocamız, çok okuryazar birisi, sık sık o sahafa uğrar, sahafa gider "Bugün ne var?" diye. Kitap hastaları, kitap kurtları bilir o hastalığı, mutlaka durmazsınız, gidersiniz "Acaba yeni ne var?" diye. Aslında, bir gün önce bakmışsınızdır ama bir şey mi geldi acaba? Burhan Bey der ki: "Şöyle bir yazma eser var elimizde ama değeri çok büyük." "Ne kadar istiyorlar?" Tabii, Ali Emîrî eline alınca kitabı, büyük bir heyecanla, büyük bir sevinçle titremeye başlıyor "Aman ya Rabb'i!" diyor. Varlığından haberi var ama somut bir nüsha yok. Onu avucunda görünce -heyecanını da gizliyor fazla fiyat artırmasın diye- diyor ki: "30 altın." "5 olmaz mı, 10 olmaz mı..." Pazarlığı aşağıdan birazcık... Parası yok çünkü, onun da parası yok. Bakıyor ki 30'dan hiç taviz yok. Hemen gidiyor, konu komşu, eş dost, arkadaş, herkesten, 3-5'i varsa diğerlerini de borç alarak tamamlayıp, hızlı bir şekilde gelip, 30 altın lirayı verip kitabı alıyor. Kitabı alıp eve giderken sık sık arkasına bakıyor "Acaba vazgeçer mi, acaba birisi gelir de elimden alır mı?" diye. Heyecanı çok yüksek. Eve gidiyor ve o gece mum ışığında başlıyor tashihine ve okumasına. Uzatmayayım, daha sonra bunu yine kendi değer verdiği bir arkadaşıyla paylaşıyor, birlikte bakıyorlar, "Çok güzel bir eser." diyorlar ve daha sonra Kilisli Rıfat'la beraber üzerinde konuşup tartışıyorlar. Bu büyüyor, büyüyor, hatta Gökalp'a kadar gidiyor bu kitabın varlığının bilgisi. O da bir kitap kurdu, o da Türk kültürünü, medeniyetini, Türk dilini bin yıl önce ifade etmiş bir yazarın nüshasına sahip olmak istiyor, görmek istiyor, görmesine müsaade etmiyor, araya milletvekillerini koyuyor, yine görmesine müsaade etmiyorlar, Gökalp'a bir türlü göstermiyorlar. Uzatmayalım, daha sonra Mehmet Akif dahi bu işin içine giriyor tercümesi yapılması üzerine falan. Sonunda Kilisli Rıfat ile Ali Emîrî bunu kütüphanemize, Türk milletine kazandırmayı başarıyor.

Şimdi, gerçekten, burada bu kurumların... Biliyoruz ki onlarca, yüzlerce Ali Emîrîler var, onlarca, yüzlerce "Divanü Lûgat-it-Türk"ler var, eserler var, bu milletin ürettiği, bu coğrafyanın ürettiği bir sürü yapı var. O zaman, yapılması gereken şeylere biraz yoğunlaşırsak sanıyorum gayet iyi olur. Ne yapabiliriz? Akademik açıdan özgür kılınacak Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının -kendilerinden beklendiği üzere- Türk dünyasıyla daha yakın bilimsel ilişkiler kurması ve projeler geliştirip sonuçlandırması sağlanmalıdır. Efendim, bunun dışında ne yapmamız gerekir? Bir sürü masalarımız vardı Türk Tarih Kurumuna bağlı. Bu coğrafyanın büyük zenginlikleri olan, birçok kültürel eksenli, birçok etnisite eksenli, birçok dil eksenli bir zenginliği var, bunlara odaklanıp bunlarla ilgili çalışmalarını kurum kendi içerisinde yapmalı.

Dahası, önemli bir eksikten daha bahsetmek istiyorum. Efendim, tabii ki Türk kültür hayatına, Türk dil hayatına yabancı uzmanların katkıları da vardır yani bunları asla unutmuyoruz. Bunlardan çok, son dönem, işte, daha önceleri efendim, Danimarkalı Thomsen gibi, Alman asıllı Rus Radloff gibi ama çok yakın zamanda hayatını kaybeden Avusturyalı bir bilim adamından söz etmek istiyorum, Andreas Tietze diye. Sayın Bakanım, Andreas Tietze'nin hazırladığı çok önemli bir kitap var "Tarihî ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügatı". Bakın, bu çalışma çok titizlikle yapılmış bir çalışmadır, 2 cildi yayımlandı ama yeni baskısı yok. Bizim sorduğumuzda aldığımız cevap şu: "Efendim, TÜBA'ya haklarını devrettik. TÜBA bundan sonra o tür etkinlikleri gerçekleştirecek." Kim nasıl yapacaksa, iş birliği mi yapılacak, ona mı sorulacak, Türk Dil Kurumu mu yapacak; bir an önce bu kitap, 2003 yılında hayatını kaybeden Tietze'nin büyük bir eseri olan bu etimolojik sözlük yeniden basım şeklinde verilmeli ve devamı da yakınları, ailesi, kimse, görüşülüp bir an önce tedarik edilmeli diye düşünüyorum.

Evet, değerli milletvekilleri, son söz olarak şunu söylemek istiyorum: Büyük oyun devam ediyor. Sayın Cumhurbaşkanı nihayet büyük oyunun devam ettiğini bugün itiraf etti, bugünkü konuşmasında. Gerçekten, büyük oyun devam ediyor yani bu Sykes-Picot, yüz yıl önce pişirip de 1918'de fırına verdikleri yani Sevr'e sundukları proje devam ediyor. Dolayısıyla, milletimizin ve coğrafyamızın küçük küçük lokmalara ayrılmasının adı olan bu proje bugün de maalesef gündemimizde. Dolayısıyla, bakın sadece aktörler değişmiş ve söylemler revize edilmiş.

(Mikrofon otomatik cihaz tarafından kapatıldı)

KAMİL AYDIN (Devamla) - Bizim de bu oyunu bozmak için vicdanı, ilmi, irfanı hür ve aynı zamanda dilde, fikirde, işte birliği özümsemiş nesillere ihtiyacımız vardır. Bu nesillerin yetişmesinde de en önemli iksir dil ile tarih bilimidir diyorum.

Hepinize saygılar sunuyorum. (MHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN - Teşekkür ediyorum Sayın Aydın.